Öteki kavimler, Osmanlı topluluğundan kültürlü, uygar ve zengin olarak ayrılırken, zavallı Türkler ellerinde kırık bir kılıçla eski bir sapandan başka bir mirasa ulaşamadılar.

Ziya Gökalp /Türkçülüğün Esasları

Resim:Yırtık ve eski kıyafeti ile evine dönen Türk askeri.

***

TÜRKE DÜŞMANLIĞIN 1.200 YILLIK TARİHİ....


Dr. Ahsen Batur’un “Türk Sözünün Hazin Serüveni”ni yazdığı  kitabı  “1200 Yıllık Sürgün”, Göktürk Devleti’nin yıkılmasından Jön Türkler’in ortaya çıkışına kadar geçen sürede yaşanan  “etnik hafıza kaybı” nı anlatıyor.  


İşte Batur’un  “Türk’ün öcü gibi telakki edilmesini sağladılar”  dediği tarihçiler, şairler, gazeteciler ve “öz yurdunda”  Türk’e reva görülen hakaretler:


* İbni Bibi, Türkler’den, “cahil Türkler”,  “müfsid  - Türkmenler”,  “çarıklı Türkmenler”  diye bahsediyor.


* Kerimüddin Mahmud Aksaraylı Türkleri  “Gözün karalığından daha kara olan Türk...”, “Türklerin... o dinsiz zümrenin...”, “mel’un Türkler” ifadeleriyle anıyor.


* Amasyalı Hüseyin b. Ali Fatih, “Tariku’l Edep” adlı çalışmasında  “Türk”  ve  “Türkmen” i iki ayrı etnik grup gibi gösterip, bölüyor.


* Şair Baki  “Türk ehlinin ey hace biraz başı kabadır” diye hakaret ediyor.


* Nef’i  “Türk’e Hak, çeşmi irfanı haram etmiştir” diye aşağılıyor. 


* Türkleri  “çoban köpeği” ne benzeten tarihçi Mustafa Naima Efendi ayrıca  “nadan Türk, idraksiz Türk, çirkin suratlı Türk, mel’un Türk” olarak niteliyor.


* Gelibolululu Mustafa Ali, Mevaidü’n Nefais’te  “Anadolu, Karaman ve Rum ülkesi adlarını alan pasaklılar halkı elbette kır adamıdırlar.  Bunlar, aralarında güzel ve sevimli olanı az görünen, çeşit biçimde çirkin kimselerdir.”  diyor.


*  “Etrak-ı Bîidrak” lafının mucidi Hoca Sadettin  “hilebaz Türk”, “akılsız Türk”, “aptal Türk”, “kudurmuş kurt”,  “aşağılık türediler”,  “sırtlan”,  “anlayışsız kaltaban” diye nefret kusuyor. Soyu kuruyasıca...


*  “Baban da olsa Türk’ü  öldür”  diyen Kadimi mahlaslı Hafız Hamdi Çelebi, Hz. Muhammed’in “Türk’ü öldürün kanı helaldir”  dediği iftirasını yayıyor. 


* Bugünlerde  “genç kızların sevgilisi”  anonsuyla Muhteşem Yüzyıl adlı televizyon dizisine dahil edilen İzvornikli Arnavut Taşlıcalı Yahya karakteri,  “soyu kuruyasıca Türk”  diye mısralar düzüyor


.* 1797-1802 yılları arasında Paris’te daimi elçiliğimizi yapan Moralı Seyyid Ali Efendi uygunsuz hareketlerde bulunan Çuhadır Ahmet’e  “Türk-ü sutür” yani  “hayvan Türk” yakıştırması yapıyor.


* Tokatlı Aşık Nuri Türk’ü hayvana benzeterek şöyle diyor:  “Türk’ün dilberidir gayetle inat / Şehir dili bilmez lisanı kubat / Kelamında eder Türklüğün isbat / Hayvan gibi gözün diker samana”


* 1912’de Sebilürreşat dergisinde çıkan bir yazıda  “Türk”  kelimesinin kullanılması, dinsizlik, kafirlik sayılıyor


.* 1913 tarihli  “Mecmua-i Ebuzziya” dergisinin 94. sayısında, “Bizim Türklüğümüz sembolizmden başka bir şey değildir...  Türk falan değil sadece Müslümanız” deniliyor.


* Dindar fakat  “milli şuur yoksunu”  nesiller yetiştirmeye girişenler gibi Prof. Ahmed Naim 1913 yılında yazdığı  “İslamda Dava-i Kavmiye”  adlı kitabında Türk’e karşı savaş açıp,  “Türk’ün geçmişini bilmesine, öğrenmesine lüzum ve ihtiyaç yok,  gerekli olan şeriatı öğrenmektir”  diyor.


* 1919-1920 yıllarında şeyhülislamlık yapan ve adına vakıf kurulan Mustafa Sabri Efendi, Türk’e Türklük benliğini vermek isteyenlere  “soysuzlar” yakıştırmasında bulunuyor.  Dahası, tiksintiyle söz ettiği Türklüğünden istifa ediyor:  “Yalnız Müslüman ve insan / Olarak kalmak üzere, Türklükten,/ Şeref ve izzetimle istifa / Ediyorum Allah’ın huzurunda / (...) Tövbe yarabbi tövbe Türklüğüme / Beni Türk Milletinden addetme!”  


Türk'ün hali....


“İlk ders beni şaşırtmıştı. 


Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı.  Hepsi de Anadolu köylüleriydi.  Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik.  Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler...


Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu.  Daha ilk sual cevaplarda anlaşıldı ki, bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı.


‘Biz hangi milletteniz' deyince her kafadan bir ses çıktı:


‘Biz Türk değil miyiz' deyince de hemen, ‘Estağfurullah' diye karşılık verdiler.


Türklüğü kabul etmiyorlardı.


Halbuki biz Türk'tük.  Bu ordu Türk Ordusu'ydu. Türklük için savaşıyorduk...


Asırlarca süren maceralardan sonra son sığınağımız ancak bu Türklük olabilirdi.


Fakat ne çare ki bu “biz Türk değil miyiz?”  diye sorunca “Estağfurullah” diye cevap verenlerin görünüşe göre Türk demek Kızılbaş demekti.


Dininde, milliyetinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki, devletin şeklini, devletin adını, padişahın ismini, devletin merkezini, başkumandanını ve onun vekilini de bilmemektedir.


Hele iş, vatan bahsine dönünce büsbütün karıştı.  Kısacası, vatanımızın neresi olduğunu bilen yoktu.  Yahut da bütün bilgiler, belirsiz, köksüz, şekilsiz ve yanlıştı…”


Şevket Süreyya Aydemir (1897-1976),  öyküsünü yazdığı “Suyu Arayan Adam” kitabında böyle anlattı Türkleri…


Falih Rıfkı Atay  “vatan”  ve  “millet” siz büyümenin ne demek olduğunu, Batur’un da kitabına aldığı “Batış Yılları” nda şöyle anlatıyor:  “Kendime ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum.  Bizim çocukluğumuzda Türk, kaba ve yabani demekti.  İslam ümmetinden ve ’Osmanlı’idik.  İlmihallerde baş dersimiz ’Din ile Milliyetin bir olduğunu’öğrenmekti...  


Vatan sözü yasaktı.  Onu ben büyüyüp de Namık Kemal’i okuduğum günlerde kitapta gördüm.  Kulağımla ancak Meşrutiyet’te duydum.  Padişah kulları idik.  Okul çıkışlarında her akşam sıraya girer ’Padişahım çok yaşa’diye bağırırdık...  Okullarda da Arab’a Arap, Arnavut’a Arnavut, Rum’a Rum, fakat kendimize Osmanlı derdik..” 


Batur, Mehmet Akif Ersoy’u da  “Din ile milliyetin bir olduğunu savunanlar”  arasında sayıyor:  “İstiklal Marşı gibi muazzam bir şiiri yazan Akif’e elbette şükran borçluyuz, ama onun da gerek o zamanki ve gerek günümüzdeki bazı dogmatik fikirli Müslümanlar gibi, etnik mensubiyetle ırkçılığı aynı şey kabul etmeleri, insanın milliyetine vurgu yapmakla İslam’a aykırı bir şey yaptığını düşünmeleridir.  Bu düşünce iledir ki Akif, aynen şu beytleri yazmıştır: 


"Hani milliyetin İslam idi...  kavmiyyet ne?


Sarılıp sımsıkı dursaydın a, milliyetine


Arnavutluk ne demek? Var mı şeriatta yeri?


Küfrolur başka değil... kavmini sürmek ileri...”


Akif’in  “En büyük düşmanıdır ruh-u nebi tefrikanın / Adı batsın onu İslam’a sokan kaltabanın” diyerek hedef aldığı Ziya Gökalp ise Türk’ün  “Vallahi Türk değilim”  demeye itildiği günleri şöyle tarif ediyor: 


“Bu milletin yakın zamana kadar kendisine mahsus bir adı yoktu.  Tanzimatçılar ona:  ’Sen yalnız Osmanlısın.  Sakın başka milletlere bakarak sen de milli bir ad isteme!  Milli bir ad istedidiğin dakikada Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına sebep olursun’ demişlerdi. Zavallı Türk, vatanımı kaybederim korkusu ile, ’Vallahi Türk değilim.  Osmanlılıktan başka hiçbir içtimai zümreye mensup değilim’demeye mecbur edilmişti.” 


Türk’e bütün bu hakaretleri sıralayanlar Selçuklu ve Osmanlı Sarayları’nda el üstünde tutulur, Türk devletine  yön tayin edecek mevkilere yükseltilirken bu milletin evlatlarının “konumu"nu şöyle özetliyor şair Mesihi: 


“Mesihi gökten insen sana yer yok!


Yürü var gel ya Araptan ya Acemden!”


Babinger’den yaptığı alıntıda, 2. Mehmed’in Acem sanarak Yedikule’de tekke olarak kullanması için bir Rum kilisesi armağan ettiği Tokat’lı Le’ali’nin Acem olmadığını öğrenince manastırı geri alıp maaşını da kestiğini ve 2. Selim’in de şehzade 3. Murat’ın yanına verdiği iki gencin Türk olduklarını öğrenince işten çıkarttığını aktaran Ahsen Batur, Sultan Süleyman’ın son dönemlerine kadar Türk olanlara  “devlet”te görev verilmediğini de hatırlatıyor. 


Batur’un kitabında altını çizdiği önemli ayrıntılardan biri de Osmanlı’ya diplomat, yönetici ve bürokrat yetiştirmek için kurulan Enderun’a  Rum, Ermeni, Bulgar, Hırvat, Boşnak vs. alınırken bu  “akademi” nin kapısının Türkler’e kapatılmış ve devletin asli sahiplerinin bir anlamda “cehalete”  mahkum edilmesi ve Türkler’e  “savaşta ölmeye yarar” gözüyle bakılması. 


Osmanlı münevverlerinin Babıali'de “Türk” sözünü Arap aksanıyla ifade ederek “Terk” diye yazdıklarını unutmadı.  (“Terk” sözcüğünün çoğulu Arapçada “Etrâk” demekti; ve Türklere, “İdrâki biidrak” -anlayışsız Türkler- diyorlardı!)


“Paşa da olurmuş ha!..”


Ahsen Batur’un Ahmet Vefik Paşa’dan aktardığı şu anekdot bile tek başına yetiyor  “kimliği”  sürgün edilen bir milletin acıklı halini anlamaya/anlatmaya: 


“Ahmet Vefik Paşa, Bursa Valisi iken (1880) ilçeleri teftişe çıkıyor.  Paşa, uğradığı bir ilçede, halkla sohbet ederken, etnik kökenlerini soruyor;  aldığı cevaplar konuştuklarının Çerkez, Arnavut, Boşnak, Gürcü vb. olduklarını gösteriyor.  Sorduğu soruya utanarak, cevap vermek isteyen bir ihtiyara,  ”hangi milletten“ olduğunu ısrarla söyletmek isteyince, o, bir kabahat ifşa ediyormuş gibi ürkek, titrek bir sesle, ”Ben Türk’üm efendim“ diyor. Bunun üzerine Paşa ”Niçin sıkılıyor saklanıyorsun? Türk olmak kabahat mi? Bak ben de Türküm“ diyor.  O titrek ihtiyar birden canlanarak, ” Sahi sen de Türk müsün? Demek Türkten Paşa da olurmuş ha“ diye sevinç ve hayretle karşılık veriyor!”


Türk'lüğünü söylemekten korkmayan yedi hükümdar


Türk Tarihi boyunca  “Ben Türk’üm”  diyebilen üç devlet ve yedi hükümdar belgeleyebilmiş Ahsen Batur.  O üç devletten biri Göktürk ler, birisi Devlet-i Türki(Mısır-Kölemenleri) diğeri de Mustafa Kemal’in kurduğu Türkiye Cumhuriyeti.


Göktürklerin yıkılışından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar geçen 1200 yıllık  “sürgün” sırasında Türklüğünü inkar etmemiş o  “hükümdar” lara gelince; 


“Bi’dat tanımadıkları için Tanrı bugün Türkleri yüceltmiştir (...)  Türklerin idarecileri, katipleri ve memurları hep Horasanlı olmalıdır ki, Türklerin işleri bozulmasın...”  diyen Selçuklu Sultanı Alparslan,


Kendisine elçi olarak gelen şeyhin okuduğu hadisi dinledikten sonra  “Ben Türk’üm ve Arapçayı az bilirim” diyen Harezmşah Muhammed“


"Biz kim emîr-i Türkistan, melik-i Turanız.  Biz kim halkların en kadimi, Türk’ün baş boğunumiz”  diyen Emir Timur.


Bir Türk alfabesi hazırlayan (dil elden gidiyor diyen Nakşibendilerin gazabına uğrayan) Babür.


Türk alimlerin yetiştirdiği idealist bir  “Türkçü”  olan Genç Osman.


Türkçe bilmeyen Tunuslu Hayreddin Paşa’ya “Paşa paşa ben Türküm ve Türk kalacağım”  diyen II: Abdülhamid.


Ve  “Ferganalı, Buharalı, Taşkentli, Akşabatlı, Kaşgarlı, Almatılı, Bişkekli, Düşanbeli, Urumçili de aynı vatanın evladıdır.  Sonuçta aynı atanın çocuklarıyız.  Düşmanın oyununa gelmeyelim ve ölene kadar Uluğ Türkistan davasına hizmet edelim.  Ben Buhara emiri,  Özbeklerin Mangıt boyundan sayılırım ve gerçek Türküm...”  diyen Buhara Emiri Said Halim Han... 


Mustafa Kemal de, Osmanlı'nın son kuşağındandı.  Türk'ün, Osmanlı iktidarı tarafından nasıl aşağılandığını yaşadı.


Türk;  Atatürk'e göre, yıldırımdı, kasırgaydı, dünyayı aydınlatan güneşti. Bu sebeple…


92 yıl önce…


Tarih: 23 Mayıs 1928.


TBMM, 1312 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu'nu kabul etti.  Böylece…


Asırlardır hor görülen Türk, yurttaşlık payesiyle onurlandırıldı.  Osmanlı ile Cumhuriyet farkı buydu…


Demek ki artık…


“Türk”, Osmanlı'da olduğu gibi aşağılanan-horlanan değildi.


Zamanın ruhu değişmişti: Türk; uluydu, yüceydi…


Atatürk başarmıştı....

İstanbul, 1913 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar