BÜYÜK TAARRUZDA; ATATÜRK'ÜN STRATEJİK ZEKASI VE TÜRK ORDUSUNUN BÜYÜK KAHRAMANLIĞI


“Göz odur ki dağın arkasını göre,

Akıl odur ki başa geleceği bile.”            

(Türk Atasözü)


"Her göz görmez, bu günden yarını..."

*Türk Bilge Eren Ahmed Yesevi

(Hacı Bektaş Velayetnamesi)


“Yolunda yürüyen bir yolcunun, yalnız ufku görmesi kâfi değildir. Muhakkak ufkun ötesini de görmesi ve bilmesi lazımdır.” 

(Atatürk)


İyi bir komutanın kazanmasını sağlayan, daima çözülemez bilgeliği ve iz bırakmayan bir hareket tarzı olmasıdır.

(Sun Tzu)


ATATÜRK, Ulusa seslendiği 14 Eylül bildirisinde, "çok yakın" olan tam kurtuluşu sağlayana dek, "bütün milletin azami gayret ve fedakarlık göstermesini beklerim" demişti. Zaman yitirmeden çalışmalara başladı. Her zaman olduğu gibi; dikkatli, soğukkanlı, sonuç alıcı ve gerçekçiydi. Önemli bir yengi elde edilmiş, düşmana büyük zarar verilmişti; ancak, "Sakarya kesin zafer değildi". Ordu yorgundu ve güç yitirmişti, eksikleri çoktu. Silah, donanım ve yeni asker bulmak, askeri giydirip beslemek gerekiyordu. Ordunun gereksinimlerini karşılamaktan başka, belki de aylar sürecek uzun hazırlık döneminde; halkın direnme ve dayanma gücünü canlı tutmalı, ulusal birliği pekiştirmeliydi.


Son vuruş için, iyi donanmış 200 bin kişilik bir ordunun gerekli olduğuna inanıyordu. Bunun için, savaşabilecek durumdaki herkese gereksinim vardı. Askerlik yaşını alttan küçülten üstten büyüten, yeni askere çağrı dönemleri açtırdı. Aralarında güçlü hatiplerin bulunduğu ve çoğunluğunu milletvekillerinin oluşturduğu gezici Hatip Kollan kurdurdu. Bunlar, çatışma dönemleri dahil, cephede askerlere; cephe gerisinde halka, milli duyguları yükselten, coşkulu konuşmalar yaptılar. Yusuf Akçura, Samih Rıfat, Mehmet Akif (Ersoy), Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Mehmet Emin (Yurdakul), Tunalı Hilmi, Halide Edip (Adıvar) Hatip Kolları'nda görev yapan ünlü konuşmacılardı. Cephedeki askerlerin gönül gücünü yüksek tutmak için, dinlenme anlarında izleyecekleri gezici tiyatro kolları (Seyyar Cephe Temsil Kolu) oluşturuldu. Tiyatro Kolları, dekorlarını, katırlar ya da kağnılarla, cepheye taşıyor, orada kahramanlık konularını işleyen dramlar, eğlenceli komediler sahneliyordu. Selçuklu Türkleri'ne dek giden ve Bizanslılar'la yapılan savaşlarda uygulanan bu gelenek, Kurtuluş Savaşı'nda da etkili biçimde kullanıldı. Küçük Hüseyin Kampanyası, Otello Kazım Gurubu o günlerin ünlü cephe tiyatrolarıydı.


İmalatı Harbiye Mektebi'nin asker-sivil çalışanları Anadolu'ya çağrıldı. Çok sayıda usta ve işçi çağrıya uyarak önce Eskişehir'e, orası elden çıkınca Ankara'ya geldiler. Eskişehir Demiryolu atölyesinde, uygun alet ve makine olmamasına karşın, top kamaları yapıldı. Ankara'da bir süvari alayı ahırı temizlenip atölye haline getirildi. Burada, kamadan başka; çeşitli top parçaları, tüfekler ve kılıçlar üretildi. Mühendis ve ustalar ölümü göze alarak, "zamandan kazanmak için",patlayıcı cisim boşaltmadan, tornalarda, "7,7 lik top mermilerini 7,5luk mermi haline getirdiler,"

Ankara'nın Samanpazarı semtinde demirciler, bahçe korkulukları, sabanlar ve ele geçirdikleri her çeşit hurda demirden süngü yapan imalatçılar haline geldiler. Kadın ve çocuklar, bulunabilen "soğuk ve bakımsız barakalarda"; fişek doldurmakta, sargı bezi hazırlamakta,iç çamaşırı ya da çarık dikmektedir. Üretilen mallar, yiyecekler ve değişik biçimde elde edilen silahlar, yine kadın, çocuk hatta yaşlılarla ya da deve kervanlarıyla cepheye ulaştırıldı. Ulusun tümü, görülmemiş bir imeceyle, yokluklar içinden bir ordu yaratıp onu savaşa hazırlıyordu. Ş.S.Aydemir bu büyük çaba için şunları söyler: "Kurtuluş Savaşında insan unsuruna gelince; eşekle, kağnıyla ya da sırtlarıyla cephelere cephane taşıyan kadınlardan, dağdaki asker kaçaklarını vatan savaşçıları haline getiren teşkilatçı ve sabırlı adsız kahramanlara kadar binlerce insan; büyük sıkıntılar, sonu gelmez alın terleri ve göz yaşlarıyla, beş on bin savaş artığı askerden, 200 bin kişilik silahlı, muzaffer bir ordu yarattılar. Zafere giden çetin ve kanlı yolun kaldırım taşlarını, onlar döşediler. Şimdi biz, geriye baktığımız zaman, bu yolun izleri belki pek göze batmaz. Ancak, bizim bugün bulunduğumuz noktaya, Mustafa Kemal'in nesli, işte o taşların her birine kendi kanlarından, kendi göz yaşlarından ve alın terlerinden bir şeyler bıraktılar, bir şeyler kattılar.”


Bu işleri başaran Türk halkı, tümüyle savaş yorgunu ve büyük çoğunluğuyla aç ve hastaydı. Köylüler topraklarını işlemek ve barışa kovuşmak istiyordu. Herkes kadar, belki de herkesten çok hasta ve yorgun olan oydu. Yüklendiği ağır sorumluluğu taşırken, hemen her şeyle ilgileniyor, bitecek gibi görünmeyen engelleri aşmak için uğraşıyordu. Gece gündüz, "dinlenme nedir bilmeden “ çalışıyordu.


1922 yazında, ordu hazırdı. Son bir yıl içinde, içte ve dışta yoğun bir siyasi mücadele yürütmüş ve tüm olanaksızlıklara karşın 200 bin kişilik bir ordu kurmuştu. Silah ve cephane bulunmuş, birlikler donatılmış ve ordu en alt düzeyde de olsa beslenebilir duruma getirilmişti. Silah gücü; 98.596 tüfek, 2.025 hafif, 839 ağır olmak üzere 2.864 makineli tüfek ve 323 topa ulaşmıştı. Başlangıçta gerçekleştirilmesi olanaksız gibi görünen bu miktarlarla, silah gücü olarak Yunan Ordusuna tam olarak yetişilememişti ama yaklaşılmıştı. Kurtuluşun ve uluslar arası saygınlığın, göstermelik barış görüşmelerinden, siyasi ödünlerden değil, savaş meydanlarından geçtiğini söylüyordu. Nutuk'ta, Büyük Taarruz'a hazırlandığı dönemi anlattığı bölümde, yalnızca o günlerde değil, her dönemde geçerli olan şu düşünceleri dile getiriyordu : 


"Efendiler, 1922 yılı Ağustosuna kadar Batı devletleriyle olumlu anlamda ciddi ilişkiler kurulmadı. Ülkemizdeki düşmanı silah gücüyle çıkarmadıkça, ulusal gücümüzün buna yeterli olduğunu fiili olarak göstermedikçe, siyasi alanda umuda kapılmanın yeri olmadığı yolundaki inancımız, kesin ve sürekliydi. Bunun en doğru inanç olduğunu, doğal olarak kabul etmek gerekir. Bugünün koşullan içinde, birey için olduğu kadar, ulus için de, gücünü ve yeteneğini somut eylemlerle gösterip kanıtlamadıkça, kendisine saygı gösterilmesini ve önem verilmesini beklemek boşunadır. Güçten ve yetenekten yoksun olanlara değer verilmez. İnsanlık, adalet, mertlik gereklerini; bu niteliklerin kendilerinde bulunduğunu gösterenler isteyebilir. Efendiler, dünya bir sınav alanıdır. Türk ulusu, yüzyıllardan sonra yine bir sınav, hem de bu kez, en çetin bir sınav karşısında bulunuyordu. Bu sınavda başarılı olmadan, kendimize iyi davranılmasını beklemek, bizim için doğru olabilir miydi?" diyorduk


Atatürk'ün Amacı, "savaşı bir tek darbeyle bitirmekti." Bu, gerçekleştirilmesi kolay olmayan riskli bir amaçtı. Bütünlüğü olan, iyi düşünülmüş gerçekçi bir stratejinin belirlenmesi, bu stratejiyi yaşama geçirecek yaratıcı taktiklerin geliştirilmesi ve bunların hiçbir aksamaya meydan vermeden uygulanması gerekiyordu. Bu zorlu uğraş, başkomutan olarak ancak onun yapabileceği bir işti.


Savaşı, kesin bir vuruşla bitirmeyi amaçlayarak ulusun ortaya çıkarabildiği olanakların tümünü ortaya sürüyordu. Ancak, herşeye karşın olumsuz bir sonuçla karşılaşılırsa, ulusal direnişin sürdürülebilirliğini sağlamak için önlem almayı gözardı etmiyordu. Güvenliğe önem veren ve askerlik mesleğinin çağdaş ilkelerini iyi bilen, hatta bu ilkelere evrensel boyutta katkı koymuş bir asker olarak, tüm hazırlığını yaptı. Gizliliğe çok özen gösteriyordu, çünkü yaptığı stratejik planının başarısı, her şeyden önce, baskın biçiminde geliştirilecek ani saldırıya dayanıyordu.


Sakarya Savaşı’nın kazanılmasının ardından, kamuoyunda ve BMM’de baş gösteren taarruz sabırsızlığı üzerine Gazi Mustafa Kemal Paşa, 4 Mart 1922’de Büyük Millet Meclisi’nin gizli bir toplantısında, endişe ve huzursuzluk duyanlara açıklama yaparak kafalardaki soru işaretlerini ortadan kaldırdı.

Gazi Mustafa Kemal Paşa, burada yaptığı konuşmada, şöyle diyordu:

“Ordumuzun kararı taarruzdur. Fakat bu taarruzu tehir ediyoruz. Sebebi, hazırlığımızı tamamen bitirmeye biraz daha zaman lazımdır. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten çok daha kötüdür.”

Mustafa Kemal Paşa bu konuşmayla bir taraftan zihinlerdeki şüpheyi bertaraf etmeye çalışırken, diğer taraftan orduyu son zaferi sağlayacak taarruz için hazırlıyordu.

Haziran 1922 ortalarında Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, taarruza geçme kararını almıştı. Asıl amaç, yok edici bir meydan savaşı yapmak, düşmanı çabuk ve kesin bir sonuç alacak şekilde vurmaktı.

Dikkati çekmemek için futbol maçı organizasyonu yapıldı.

Mustafa Kemal Paşa, bir taraftan 21 Ağustos 1922 günü Çankaya Köşkü’nde çay daveti vereceğini gazete ve ajanslara bildirirken, diğer taraftan ordu birlikleri arasında bir futbol maçı organize edilmesi bahanesiyle ordu komutanlarını Akşehir’e davet etti. Böylece Yunanların ve işgal devletlerinin dikkatleri çekilmeyecekti.

Paşa, futbol maçının olduğu gün, 28 Temmuz gecesini, komutanlarla genel taarruz hakkında konuşarak geçirdi ve gereken direktifleri verdi.


27 Temmuz'da, ordular arası futbol turnuvasını izleme görüntüsüyle, Akşehir'de Ordu komutanlarıyla toplantı yaptı ve saldırı zamanım belirledi.


Ankara'ya döndü. Gelişmeleri, gizlilik gereği tam olarak bilmeyen kötümser muhalefeti yatıştırdı. Cepheye gidip geldiğini, çok az insan biliyordu. İstanbul gazetelerine ve yabancı haber ajanslarına, sürekli olarak, ordunun saldırıya henüz hazır olmadığı söylentisi yayılıyordu. 17 Ağustos'ta, gizlice Ankara'dan ayrıldı ve Konya üzerinden cepheye gitti. Çankaya'daki nöbetçiler kimseyi içeri sokmuyordu. “Gazi'nın işi vardı!" Gazeteler, onun ertesi günü Çankaya'da bir ziyafet vereceğini yazdılar.


Yunanlılar, ana saldırıyı, geniş boyutlu yığınak yapılan kuzeyden, Eskişehir'den bekliyordu. Düşüncelerinde haklıydılar. Türk Ordusunun ana gövdesi oradaydı. İngiliz istihbaratçıları, "bölgedeki Türk birliklerinin yoğun bir hareketlilik içinde" olduğunu bildiriyordu. Ancak, o İzmir demiryoluna hakim durumdaki Afyon'a saldırmaya karar vermişti. Yunanlılar burayı o denli iyi tahkim etmişlerdi ki, İngiliz mühendisleri burayı, Fransızlar'ın Almanlara karşı on ay direndikleri Verdun savunma hattına benzetiyorlardı.


Bir ay boyunca, ordunun büyük bölümünü güney cephesine belli etmeden çekmeyi başardı. Birlikler, geceleri, "kimi zaman düşmanın birkaç yüz metre yakınından" sessizce geçerek; gündüzleri "keşif uçaklarından gizlenip, köylerde ya da ağaç altlarında dinlenerek" Afyon ovasına kaydırıldılar. Eskişehir cephesinde, düşmanı yanıltmak için; "gereksiz yerlerde yol yapıyormuş gibi davranılıyor", geceleri geniş bir alana yayılarak "ateşler yakılıyor" ve gündüzleri süvariler, büyük bir ulaşım hareketi varmış gibi, atlarına iple bağladıkları çalıları sürükleyerek “yapay toz bulutları" çıkarıyordu. Ana saldırıya kısa bir süre kala Eskişehir yönünde göstermelik oyalama saldırısı, Aydın yönüne doğru yanıltıcı bir süvari harekatı yaptırdı. Sınırlı uçak sayısına karşın, pilotlarına, düşman uçaklarının ne pahasına olursa olsun, Türk cephesi üzerine sokulmaması buyruğunu verdi. Eğitimleri bile tamamlanmamış Türk pilotlar, bu buyruğu şaşılacak bir başarıyla yerine getirdiler ve düşman uçaklarını cephe hava sahasına sokmadılar. Büyük Taarruz'un zamanını öyle hesaplamıştı ki; "Rumların Yunan Ordusunu beslemek için ektiği ekinler biiyiimüş, ancak biçilmemiş olacak; ayrıca derelerin suyıu çekilmiş olacağı için" süvari birlikleri hızla ilerleyebilecekti.


25 Ağustos akşamı, Anadolu'nun dış dünyayla haberleşmesini tümüyle kestirdi. Karargahını Şuhut yakınlarındaki dağlık bölgeye, oradan Kocatepe arkasındaki bir tepeye taşıdı. 26 Ağustos sabahı, gün doğumuna bir saat kala savaşı yöneteceği Kocatepe'ye geldi, "düşüncelerine gömülmüş, konuşmuyordu. Durmadan doğuya, güneşin doğacağı ufka bakıyordu. Orada kızıl pırıltı belirip, Anadolu yaylasına güneş doğarken birden, gürüldeyen bir gök gibi, topçu baraj ateşi başladı. Yunan Ordusu uykusundan uyandı. Birçok komutan, o gece Afyon'da gittikleri balodan ancak iki saat önce dönmüşlerdi. "


Bütün komutanlarına, birliklerini cephe hattından, yönetmelerini emretmişti. Çevreleri, ele geçirilmesi gereken ve bir çanak gibi giderek yükselen sarp ve kayalık tepelerle sarılıydı. Her biri bir Türk tümenine hedef gösterilen bu tepeler, zirvesine dek yokuş yukarı bir hücumla alınması gerekiyordu. Çok kanlı bir savaş başlamıştı. Kuran okunarak kılınan sabah namazından sonra erler, başlarında subayları olmak üzere, bir yılda hazırlanan ve geçilemez denilen demir örgülerin, dikenli tellerin üzerine atıldılar. "Yunan mitralyözleri dalga dalga gelen Türk askerlerini ot gibi biçti. Biraz sonra, ölüler tel örgülerin önünde ehramlar gibi üst üste yığılmış, katı toprağın yüzünde akan kanlardan kızıl gölcükler oluşmuştu. Ancak arkadan gelenler, arkadaşlarının ölüleri üzerine basarak tırmanıyor ve tel örgüleri aşıyordu. Kemalettin Sami, bu kırıma fazla bakamadı, başını çevirdi. Sonra tepeden bir imamın ezan sesini duydu.

O zaman anladı ki, mevzi ele geçirilmiştir."


Sabah dokuz buçukta, yani birkaç saat içinde, iki tepe dışında tüm hedefler ele geçirilmişti. Ani vuruş tam olmuştu. Yunanlılar, bir aydır kendilerine yaklaşan ve bir gece önce gizlice yamaçlardan tırmanıp yanlarına dek sokulan Türk birliklerinin varlığını, akıllarından bile geçirmemişlerdi. Büyük saldırıyla karşı karşıya olduklarını çok geç anladılar. Anladıklarında da artık iş işten geçmiş, savaşı hemen hemen yitirmişlerdi. Türk süvarileri arkalarından dolaşarak İzmir demiryolunu kesmiş ve çemberi tamamlamıştı. Koskoca Yunan Ordusu yok olmak üzereydi.


Dört gün sonra, 30 Ağustos'ta, büyük saldırı tamamlandığında, Anadolu'daki Yunan Ordusunun yarısı, yani yüz bin asker yok edilmiş ya da esir alınmıştı. Ordu Komutanı General Trikopis karargahıyla birlikte, tutsak edilmişti. Ordu'nun diğer yarısı, "köyleri, kentleri, ekinleri yakarak; erkek, kadın, çocuk önüne gelen herkesi öldürerek bir sürü halinde" denize doğru kaçıyordu. Anadolu'ya gelirken aldıkları "yok etme emrini", kaçarken bile yerine getiriyorlardı.


Lord Kinros, Atatürk adlı yapıtında, Yunan Ordusunun dağıldığı o günler için şunları aktarır: "Mustafa Kemal, karargahını savaş alanına yakın, harap olmuş bir köye taşımıştı. Onun geldiğini duyan köylü kadınları çevresinde toplanmış, ürkek ve sıkılgan tavırlarıyla, Yunanlıların kendilerine yaptıklarının öcünü almasını istiyordu. Çadırından çıkarak bir sandalyeye oturdu; üstleri başları paramparça, kan ve toz içinde gelen Yunan esirlere bakmaya başladı. Aşırı neşesi gitmiş, yerine düşünceli bir hal almıştı. Ne kadar alışık olsa da savaşın vahşiliği, bu yıkıntı sahnesi onu sarsmıştı. Yanında bulunan emir subayına, savaşların yarattığı yıkımdan ne kadar tiksindiğini açıkladı. Yerdeki bir Yunan bayrağını göstererek, kaldırılmasını ve bir tüfeğe sarılmasını emretti. Önüne getirilen esirler arasında, Selanik'ten tanıdığı bir subayı gördü. Esir Yunan subayı, omuzlarında bir işaret görmeyince rütbesini sordu. Şimdi ne olmuştu; binbaşı mı, albay mı, yoksa general mi? Mustafa Kemal, Mareşal ve Başkomutan olduğunu söyledi. Yunanlı, 'bir başkomutanın cepheye bu kadar yakın yerde olması, görülmüş şey değil' dedi. Gazi gülerek, 'yakında Selanik'i alıp, bağımsız bir Makedonya kuracağız. Seni orada komutan yaparım' dedi.

Eylül'de, orduya Akdeniz'i ilk hedef gösteren ünlü bildirisini yayınladı. Subay ve erlerine duyduğu sevgi ve güveni yansıtan bu bildiride ordusuna; ''zalim ve mağrur bir ordunun asli unsurlarını, inanılamayacak kadar kısa bir zamanda yok ettiniz. Büyük ve soylu milletimizin fedakarlıklarına layık olduğunuzu kanıtlıyorsunuz. Sahibimiz olan büyük Türk milleti, geleceğinden emin olmakta haklıdır. Savaş alanlarındaki ustalık ve fedakarlığınızı yakından görüyor ve izliyorum.. Bütün arkadaşlarımın.. ilerlemesini ve herkesin akıl gücü, kahramanlık ve yurtseverlik kaynaklarını yarıştırarak kullanmaya devam etmesini isterim" diyor ve "Ordular ! İlk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri !" buyruğunu veriyordu.


İşgal devletleri, 4 Eylül'de gönderdikleri bir telgraf yazısıyla, İzmir konsoloslarının Mustafa Kemal'le görüşmek için yetkili kılındığını, görüşmenin nerede ve ne zaman yapılabileceğini sordular. Amaçları, ateşkes sağlayarak, Yunan Ordusunun yok olmasını önlemekti. Savaşın sonucu belli, bitiş günü ise henüz belli değildi. Alaycı bir yanıt verdi. Konsolosla, 9 Eylül günü Nif (Kemalpaşa)'de görüşebileceğini bildirdi. Nutuk'ta bu bildirimi aktarırken Türk Ordusunun başardığı işin büyüklüğünü ve subaylarına olan sevgisini şöyle dile getirmiştir: "Ben, dediğim gün gerçekten Kemalpaşa'da bulundum. Ancak, görüşme isteyenler orada değildi. Çünkü ordularımız İzmir rıhtımında, verdiğim hedefe, Akdeniz'e ulaşmış bulunuyordu. Efendiler, Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ve ondan sonra düşman ordusunu bütünüyle yok eden ya da esir eden ve kılıç artıklarını Akdeniz'e, Marmara'ya döken harekatımızı açıklamak ve niteliklerini anlatmak için söz söylemeyi gerekli görmem. Her aşaması düşünülmüş, hazırlanmış, yönetilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış bu harekat, Türk Ordusunun, Türk subayının ve komuta kurulunun yüksek güç ve kahramanlığını, tarihte bir daha tesbit eden ulu bir yapıttır. Bu yapıt, Türk milletinin hürriyet ve istiklâl düşüncesinin ölümsüz anıtıdır. Bu yapıtı yaratan bir ulusun evladı, böyle bir ordunun Başkomutanı olduğum için sevincim ve mutluluğum sonsuzdur." 


Atatürk "Büyük Taarruzu" Fevzi Paşa ile daha önceden planlandığında ve bu planı komuta heyetiyle paylaştığında komuta heyetinin büyük çoğunluğu Taarruz yerine savunma ve karşı saldırı savaşı yapılması gerektiğini söylemiş ve karşı görüş beyan etmiştir.


Aşağıdaki alıntı bu döneme ait konuşmalardan alınmıştır:


“Çay’da toplanılmıştı. Fevzi Çakmak, daha önce Atatürkle üzerinde çalıştıkları saldırı planını açıklamıştır. İsmet Paşa saldırıya karşıdır. Yakup Şevki Paşa, “Ulaşım kollarımız da yetersiz, yürüyen orduya cephane yetiştirebilmeleri mümkün değil.” Der.


Mustafa Kemal Paşa gülerek, “Biz de cephane ikmalini düşmandan yaparız Paşam,”Der.


Yakup Şevki Paşa, milletin varını yoğunu zar gibi atmanın tarihçe cinayet sayılacağını söyler.


 Mustafa Kemal:

"– Milletin varı yoğu bundan mı ibarettir Paşam?

– Evet!

– O hâlde kesin sonucu bununla almak zorundayız." Der.


Diğer yandan Kolordu Komutanı Kemalettin Sami Paşa ise: bizim geri teşkilatının düşmanı yirmi kilometreden fazla kovalayamayacağını söyler. 


Mustafa Kemal:

– Bizim geri teşkilatımız düşmanı yirmi kilometreden fazla kovalayamaz mı?

– Hayır Paşam!

– Demek düşmanı yirmi kilometre içinde yok etmek zorundayız.” diye söyler.


Yakup Şevki Paşa, ’“Siperleri yaramayız. Afyon siperlerini de incelettim. Biz burayı öyle bir günde, iki günde yaramayız. Hayal görmeyelim. Ayağı çarıklı askerle, o sarp, vahşi arazide, düşman mevzilerinin ve direnç merkezlerinin karşısında çakılıp kalırız. O zaman ne olacak? Düşmanın ihtiyat kolordusu yetişip savaşa katılacak. Böyle olunca cepheyi yarmaya gücümüz yetmez. Ayrıca düşman savaş sanatı gereği, Afyon’un kuzeyinden Akşehir yönüne doğru saldırıya geçerse bizi iyice güneye atar. Konya yönü açık kalır. Ordu, dava, belki de memleket elden çıkar.”


Mustafa Kemal Paşa ciddiyetle, “Peki, ne yapmamızı tavsiye edersiniz” diye sorar. 


Yakup Şevki Paşa’nın yanıtı şöyleydir: “Uygun bir yerde cepheden taarruz ederiz. Çekilmeye zorlayamadığımız yerde durur, tekrar hazırlanır, yeniden taarruz ederiz. Böylece tek dayanağımız olan orduyu tehlikeye atmamış oluruz.”


Atatürk’ün “Bu tarz bir savaşla kesin sonuç alınabilir mi?” sorusuna ise Yakup Şevki Paşa şu yanıtı verir: “Alınamaz, ama yenilsek bile ordu elde kalır.”


Toplantının bu kritik noktasında İsmet Paşa söz alır: “Uğraşa uğraşa, ancak bir yılda, düşmanla az çok denk bir hale gelebildik. Bunu memleketin imkânlarını sonuna kadar zorlayarak elde edebildik. Bir daha bu gücü yaratamayız. Bu yüzden bu defa kesin sonuç almak, savaşı bitirmek zorundayız. Bunun için de, tehlikesine rağmen, bu planın  uygulanmasından başka çare göremiyorum.” der.


Başkomutan Atatürk, bu sözlere “Ben de” diyerek katılır. Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa da “Ben de başka çare göremiyorum” der.


Yakup Şevki Paşa, sağlamcı bir asker olduğu için geri çekilmez, zira memleket söz konusudur ve samimi konuşuyordur, bir kez daha itiraz eder: “Yapmayın. Türk milletinin bütün varı bundan ibaret. Askeri, topu, tüfeği cephanesi işte bu kadar... Şimdi siz onu bir noktaya yığarak tehlikeye atıyorsunuz. Buna razı gelemem.” der.


Atatürk: “Varımız bundan ibaretse, kesin sonucu bununla almak zorundayız.Bütün sorumluluk bana aittir. Paşam"  der.


Yakup Şevki Paşa, “Buna karar verenler tarihe karşı, büyük vebal (günah) altında kalırlar. Adama vatan haini derler. Hepimizi Meclis’in önünde asarlar.” Der.


Bunun üzerine Mustafa Kemal, “Korkmayın Paşam. Tarihe ve millete karşı bütün sorumluluk bana aittir” diye söyler.


Atatürk, dahil orada bulunan komutanların bir çoğunun bir zamanlar Harp Akademisinde komutanı olan Yakup Şevki Paşa, Atatürk’e, “eğer böyle bir planı Akademi’de yapmış olsaydın, seni kurmay yapmazdım” der. 


Daha sonra İsmet Paşa dahil, diğer komutanların da planı çok riskli bulmaları üzerine, Atatürk rest çeker: “o zaman ben Başkomutanlık görevini bırakıyorum” der. İsmet Paşa, “biz kurmaylar olarak görüşlerimizi sunduk. Başkomutan sizsiniz. Yetki ve sorumluluk sizde. Emredersiniz biz savaşırız” der ve tartışmayı bitirir.


30 Ağustos akşamı muharebe alanlarını şaşkın şaşkın seyreden Yakup Şevki Paşa’yı gören Fevzi Paşa, yanına gider. Yakup Şevki Paşa,“Paşam” der, "ben kötü bir asker değilim. Bu işin hocalığını yaptım. Balkan ve Birinci Dünya savaşlarında, her seviyede komutanlık yaptım. Ama şimdi ne söylemişsem tersi gerçekleşiyor. Anlamıyorum, nasıl oluyor bunlar Paşam” der. Fevzi Paşa, hocasının elini tutar ve “olanlar mucize Paşam, Mustafa Kemal mucizesi! Yalnız sen değil, nasıl olduğunu biz de anlamıyoruz” diye söyler.


Büyük Taarruzda Atatürk'ün Amacı, "savaşı bir tek darbeyle bitirmekti." Bu, gerçekleştirilmesi kolay olmayan riskli bir amaçtı. Bütünlüğü olan, iyi düşünülmüş gerçekçi bir stratejinin belirlenmesi, bu stratejiyi yaşama geçirecek yaratıcı taktiklerin geliştirilmesi ve bunların hiçbir aksamaya meydan vermeden uygulanması gerekiyordu. Bu zorlu uğraş, başkomutan olarak ancak onun yapabileceği bir işti.


Yaptığı hazırlığa ve ordusuna o denli güveniyordu ki, utkuyu kesin gören bir ruh sağlamlığı içindeydi. Ankara'dan ayrılacağı akşam, Keçiören'de yakın arkadaşlarıyla birlikteydi. Bunlardan biri, "Paşam ya başaramazsanız?" dediğinde, "Ne demek istiyorsun? Taarruz emrini aldığınızda hesap ediniz. On beşinci gün İzmir'deyiz" yanıtını almıştı. Zafer'den sonra Ankara'ya döndüğünde, o gece beraber olduğu arkadaşlarına, "İzmir'e on dört günde girdik. Bir günlük yanılgını var, ama kusur bende değil, Yunanlılar'da" diyecektir.


Büyük Taarruz öncesi ordular arasında sağlanan koordinasyonun ardından, asıl taarruzun yapılabileceği başlıca üç bölge seçildi.

Birinci Bölge: Sakarya kuzey kolu ile Sivrihisar-Seyitgazi arasındaki bölgeden Eskişehir genel istikametinde taarruz. (Porsuk Çayı vadisini takiben kuzey bölgesi.)

Türk piyadeleri, sabah saat 06.00’da tel örgüleri aşıp Tınaztepe’yi ele geçirdi

Buradan yapılacak bir taarruzun Yunan kuvvetlerinin tali kısmına yöneltilmiş olacak, ancak Yunan askerlerinin büyük kısmının imhasını mümkün kılmayacaktır.

İkinci Bölge: Seyitgazi-Afyonkarahisar arasındaki bölgeden taarruz (merkez bölge). Bu bölgeden taarruz iki istikamette olabilecek. Birincisi Seyitgazi-Eskişehir istikametinde, ikincisi de Döğer istikametinde, Afyonkarahisar bölgesinde bulunanları kuşatacak şekildeydi. Bu bölgeden taarruzun da cephe taarruzu şeklinde olmaya mahkum olduğu ve Türk ordusunun buna gücünün yetmeyeceği kararına varıldı.

Üçüncü Bölge: Afyonkarahisar bölgesiydi ama konumu itibariyle bu bölge de iki kısım halinde incelendi ve araştırıldı. 1. kısım Afyonkarahisar kuzeydoğusu bölgesi, 2. kısım ise Afyonkarahisar güneybatısı bölgesi. 1. kısım, arazi açık ve gizlemeye müsait olmadığı gibi, gözetleme, ateş ve topçu mevzileri bakımından da uygun değildi. Buradan yapılacak bir taarruz Yunanların kuvvetli yerine çarpıp onları Afyonkarahisar-Uşak ana mihverinde itecekti. 2. kısımdan, yani Afyonkarahisar güney ve güneybatısından yapılacak taarruzla ise Yunan ordusunun büyük kısmının batıya çekilmeden kuşatılması ve imhası mümkün olacaktı. Yunan ordusunun en hassas yeri olan, İzmir-Afyonkarahisar ana stratejik ve ikmal yolu, en kısa zamanda ve en kısa istikametten kesilebilecekti. Böylece bütün Yunan kuvvetleri bir noktadan vurulacak kuvvetli bir darbe ile sarsılabilecekti. Bu suretle derinlikte hazırladığı mevzilerde de tutunması güçleşebilecekti.

Taarruz için Afyonkarahisar’ın Kocatepe bölgesi seçildi.


Büyük gün: Düşman Türk topçularının sesleriyle uyanıyor...


26 Ağustos sabahı Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, yanında Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak), Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İnönü) ile birlikte muharebeyi idare etmek üzere Kocatepe’deki yerini aldı.


Büyük Taarruz burada başladı. Düşman, Türk topçularının sesleriyle uyanıyordu. Topçuların sabah saat 04.30’da taciz ateşiyle başlayan harekat, saat 05.00’de önemli noktalara yoğun topçu ateşiyle devam etti. Türk piyadeleri, sabah saat 06.00’da hücuma geçerek, tel örgüleri aşıp Tınaztepe’yi ele geçirdiler.

Bundan sonra, Belentepe daha sonra Kalecik-Sivrisi düşmandan temizlendi. Taarruzun birinci günü, 1. Ordu birlikleri, Büyük Kaleciktepe’den Çiğiltepe’ye kadar 15 kilometrelik bir bölgede düşmanın birinci hat mevzilerini ele geçirdi.

5. Süvari Kolordusu düşman gerilerindeki ulaştırma kollarına başarılı taarruzlarda bulundu. 2. Ordu da cephede tespit görevini aksatmadan sürdürdü.


Taarruzlar çoğunlukla süngü hücumu ve insan üstü çabalarla gerçekleştirildi.


26 Ağustos günü Türk Ordusu’nun Büyük Taarruz’u Genelkurmay Başkanlığı’nca TBMM’ye bildirildi. Bu haber, Mecliste ayakta alkışlanarak karşılandı.


27 Ağustos Pazar sabahı gün ağarırken, Türk Ordusu bütün cephelerde yeniden taarruza geçti. Bu taarruzlar çoğunlukla süngü hücumlarıyla Türk Erlerinin "Allah,Allah" sesleriyle ve insan üstü çabalarla gerçekleştirildi. 27 Ağustos saat 18.00’da Afyonkarahisar, 8. Tümen tarafından kurtarıldı. Afyonkarahisar, kurtuluşun şanlı ve şerefli müjdesi olmuştu. Başkomutanlık Karargahı ile Batı Cephesi Komutanlığı Karargahı Afyonkarahisar’a taşındı.

28 Ağustos Pazartesi ve 29 Ağustos Salı günleri, başarılı geçen taarruz harekatı düşmanın 5. tümeninin çevrilmesiyle sonuçlandı.


29 Ağustos gecesi durum değerlendirmesi yapan komutanlar, hemen harekete geçerek muharebenin süratle sonuçlandırılmasını gerekli buldular. Düşmanın çekilme yollarının kesilmesi ve düşmanı çarpışmaya zorlayarak, tamamen teslim olmalarını sağlama yolunda karar alındı. Karar, süratli ve düzenli şekilde uygulandı.


30 Ağustos 1922 Çarşamba günü taarruz harekatı Türk ordusunun kesin zaferiyle sonuçlandı.


Büyük Taarruz’un son safhası, tarihimize, “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” olarak geçti.

Başkomutanlık Meydan Muharebesi sonunda, düşman ordusunun büyük kısmı, dört taraftan sarılarak Dumlupınar’da Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ateş hatları arasında bizzat idare ettiği savaşta, tamamen yok edilmiş veya esir edilmişti.

Böylece kesin sonuç, beş gün içinde elde edilmiş ve hazırlanan plan tam başarıyla uygulanmıştı.


Atatürk'ü, Başkomutan yapan onun bu stratejik askeri dehası ve kahraman Türk Ordusunun sarsılmaz ve yılmaz gücüdür. 


26 Ağustos'ta başlayıp, 30 Ağustos'ta Dumlupınar'da Mustafa Kemal Paşanın başkumandanlığında zaferle sonuçlanan Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak adlandırılan Büyük Taarruz, yaklaşık 200 yıldan beri Türk ordusunun zaferiyle sonuçlanan ilk taarruz savaşıdır. Çanakkale ve Sakarya'da Türk zaferi, hücum eden düşmanı durdurmakla sınırlı kalmıştır. Oysa Başkumandan Meydan Muharebesi'nde düşman ordusu topyekûn yokedilmiş, yaklaşık 150.000 kilometrekare alan 14 gün gibi kısa bir sürede ele geçirilmiştir.

 Savaştan hemen sonra, Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa, Ordulara şu ünlü emri vermiştir: "Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!" Bu emir doğrultusunda üç koldan İzmir'e ilerleyen ordu; 1 Eylül'de Uşak'ı, 2 Eylül'de Eskişehir'i, 6 Eylül'de Balıkesir ve Bilecik'i, 7 Eylül'de Aydın'ı, 8 Eylül'de Manisa'yı geri aldı ve 9 Eylül'de İzmir'e girdi.Vatan sathı bir baştan bir başa düşmanlardan temizlendi.

Atatürk Büyük Taarruzu şu sözlerle özetlemiştir: 

"Her safhası düşünülmüş, ihzar, idare ve zaferle intaç edilmiş olan bu harekat Türk ordusunun, Türk zabitanının, yüksek kudret ve kahramanlığının muazzam bir eseridir. Bu eser Türk Milleti'nin hürriyet ve istiklal fikrinin abidesidir." "Bu zaferi kazanan ben değilim. Bunu asıl; tel örgüleri hiçe sayarak atlayan, savaş meydanında can veren, yaralanan, kendini esirgemeden düşmanın üzerine atılarak Akdeniz yolunu Türk süngüleriyle açan kahraman askerlerimiz kazanmıştır..!"

New York Times’in Ocak 1923 tarihli haberi şöyle der:

"Bir avuç Türk dünyaya meydan okudu ve kazandılar"...


Fatih Mehmet Yiğit 


KAYNAKÇA:

-NUTUK/ATATÜRK

-Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı /Metin Aydoğan

-Kurtuluş Savaşı günlüğü açıklamalı kronoloji/Zeki Sarıhan

-Şu Çılgın Türkler/Turgut Özakman

-Milli Mücadele Ulusal Kurtulus Savaşı/Sabahattin Selek 

-Kurtuluş Savaşı Tarihi/Celal Erikan 

-Millî Mücadele/General Kazım Özalp. 

-30 Ağustos Hatıraları/Cevat Abbas Gürer

-Atatürk'ten Hatıralar-5/Çankaya yolunda/ Kahraman Yusufoğlu




























































Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar