GÖK-TANRI İNANCINA SAHİP TÜRKLERDE
VARLIK KAVRAMI, DOKUZ GÖK KATI VE VARLIKLAR:
Eski Türk Gök-Tanrı inancında; canlı cansız her varlığın ruhu/tini/özü/tözü/bilinci olduğuna inanılmaktadır. Bu inanca göre her varlık bir biri ile iletişim halindedir ve evren birbirine gözle görünmeyen bağlarla bağlıdır. Türkler bu bağı gözle görülmeyecek derecede ince olan "kıl"sözcüğü ile ifade etmişlerdir. Zira kıl gözle görülmeyecek derecede ince bir bağı ifade etmek için kullanılan bir terimdir. Bu gün fizikteki sicim teorisi atomaltı parçacıkların bir merkez kuvete olan bağ ile döndüğünü yine bu günkü astronomik gözlemlerde gezegenler ve yıldızların yörüngelerinde döngülerinin merkez kuvvetle döndürülen spiral bağla döngüsel hareket ettiklerini ispat etmiştir, yine kuantum dolanıklıkta atom altı kuantum ölçeğinde her bir parçacığın birbiri ile bağlı olduğunu ispat etmektedir. Türkler bu bağı Gök-Çıkrığı/Gök-Çarkı/Çarkı-Felek olarak tabir etmiş ve (gamalı haçla) sembolize etmişlerdir. Atomaltı parçacıklardan Atomlara, Gezegenlerden Galaksilere her şey bir döngü ile hareket eder. Türkler bu hareketi çıkrığın yün eğirirken dönüşüne benzetmiş Atomlardan Galaksilere değin var olan bu merkezi kuvvet ise(Tanrısal öz bilinçtir.) Tüm varlıklar varlıklarını bağlı oldukları bu gücü yaratan Ulu Tanrı'ya ve onun gücüne borçludur.
( Ayrıntılı bilgi için: "Gök-tanrı İnancına Sahip Eski Türklerde Oluş/Yaratılış, Evren Kavramı Ve Dokuz Katlı Gök İle Gök-tanrıcı Oluş/Yaratılış İnancının Bilimsel Temelleri"adlı makalem incelenebilir.)
SAK(H)A YAKUT TÜRKLERİ YARATILIŞ DESTANI:
“ Dipsiz, geniş, sonsuzdur, kara yerin en altı,
“ Hareketsizce duran, simsiyah bir karaltı.
“ Dokuz Felek çığrısı, göklerin üst katıdır,
“ Göklerin en üstünde, dönüp duran çatıdır.
“ Gök katları dizilir, feleklerin altında,
“ Pek çok âlemler vardır, göğün yedi katında.
“ Bir göbek yeri vardır, göklerin ortasında,
“ Tanrı Uçmak(Cennet) kurmuştur, katların arasında.
“ Yeryüzü, Orta -Dünya , göklerin altındaydı,
“ Bir de göbeği vardı, yerin ortasındaydı.
“ Dünyada göğe çıkan demir bir ağaç vardı,
“ O kadar büyüktü ki, yerle göğü bağlardı,
“ Göklerin göbeğinde, gam, keder eksik idi ,
“ Burda ne güneş batar, ne de ay eksik idi,
“ Bu göbekte kış yoktu, süresiz yaz olurdu,
“ Bir guguk kuşu vardı, herkese saz olurdu.
“ İlk insanın atası, yaratılmıştı burda,
“ Adı “ Ak-Oğlan” idi, göz açmış idi orda,
“ Gözünü açar açmaz, etrafına bakınmış,
“ Ben nerdeyim diyerek, uyanarak kalkınmış,
“ Bir ova uzanırmış, Uzak Doğu yönüne,
“ Çok yüksek bir dağ ise, çıkmış onun önüne,
“ Bu dağın üzerinde, büyük bir ağaç (Hayat Ağacı) varmış,
“ Ağacın usaresi, hem parlak hem kokarmış,
“ Bu ağacın kabuğu, nemi hiç kurumazmış,
“ Suyu gümüş gibiymiş, yaprağı da solmazmış,
“ Süslü, süslü bardaklar, dallarından sarkarmış,
“ Bunu görenler sanki, bir tomurcuk sanarmış,
“ Bu ağacın zirvesi, Yedi Göğü delermiş
“ Gökler üstüne çıkıp, ta Tanrıya gidermiş,
“ Ürüng-Ayıg-Toyon ki, yaratan Tanrı îdi,
“ insanlara can veren, yaşatan Tanrı idi,
“ Bu Tanrıı sahibiydi, göklerin üst katının,
“ Ağaca at bağlardı, kazığıydı atının,
“ Bu ağacın kökleri, yer dibine gidermiş,
“ Tanrının meskenine, dikilmiş bir direkmiş.
“ Ak-Oğlan güneylere, ne var diyerek bakmış,
“ Bir Süt-Denizi görmüş, rengi de sütten akmış,
“ Denizin kenarında, beyaz çamurlar varmış,
“ Sanki süt ekşimiş de, köpüklenip kabarmış.
“ Kuzey taraflarıysa, karanlık orman sarmış,
“ Yaprakları titreşip, hayvan gibi oynarmış,
“ Bir dağ yükseliyormuş, ormanın arkasında,
“ Beyaz bir şapka gibi, aklık varmış başında,
“ Bir zirve ki benzermiş, ak tavşan derisine,
“ Rüzgârı durdururmuş, koymazmış gerisine.
“ Batı yönleri ise, çok güzel fundalıkmış,
“ Çayırlıklarla süslü, güzel bir ovalıkmış,
“ Büyük çamlıklar varmış, bu ovanın ardında,
“ Yaygın tepeler varmış, çamlığın arkasında.
“ İnsanın tek atası, gözünü ilk açınca,
“ Güneşin aydınlığı, her tarafa saçınca,
“ Bu ilk insan Ak-Oğlan, ta içten hislenmişmiş,
“ Hayat Ağacına yanaşarak, şöylece seslenmişmiş :
“ — Ey benim saygı değer, güzel yüce Tanrıçem,
“ Bana hayatı veren, ey benim büyük annem!
“ Varlığım, neyim varsa, hep seninle dolmuştur,
“ Dünyadaki varlıklar, hepsi senden doğmuştur!
“ Ama öyle yalnızım, o kadar yalnız bilsen,
“ Bari bana benzeyen, bir de eş kadın versen!
“ Dolaşırım dünyada, işsiz, güçsüz, başıboş,
“ Benim gücüme göre, bir eş ver et, beni hoş,
“ Ben de insanoğlunu, tanımak istiyorum,
“ Ben de insancasına, yaşamak istiyorum!
“ Sana sığınıyorum, kutunu esirgeme,
“ Ümit ver bana anne, beni yalnız besleme!
“ Başkaca Tanrım yoktur, ben seni görüyorum!
“ Kalbim saygıyla dolu, dizimi çöküyorum!”
“ Bu sözler üzerine, yapraklar yeşillenmiş,
“ Bir su ile kaplanıp, üzerleri nemlenmiş,
“ Yapraklar ağlar gibi, sulanmış, taşa gelmiş,
“ Bir nur gibi akarak, oğlanı aşa gelmiş!
“ Sıcak bir rüzgâr esmiş, kalpleri serinletmiş,
“ Ağaçtan gelen bir ses, her tarafı inletmiş!
“ Ağacın tam kökünden, bir yarık yarılınca,
“ Bu yarıktan ağaca, bir delik açılınca!
“ Bir kadın çıkıvermiş, ağacın deliğinden,
“ Ağacın kökündeymiş, aşağısı belinden,
“ Kadının gür saçları uçuşup yanıyormuş,
“ Fırlayan memesinden, sütlerse kaynıyormuş.
“ Oğlan yaklaşmış ona, süt emmiş memesinden,
“ Artık bir kere doymuş, vazgeçmiş yemesinden,
“ Sütü emen Ak-Oğlan, ilk defa doymuş imiş,
“ Vücudunun her yeri, kuvvetle dolmuş imiş.
“ Bundan başka annesi, ona demiş kutlu ol,
“ Saadetle dolup taş, hayatta hep mutlu ol!
“ Ak-Oğlan’a, Ayrıca su, ateş, demir vermiş,
“ Sonra da kaybolarak, tekrar yerine girmiş!”
(Kaynak: N. Gorohov, Jurjung -Uolan,IVSORGO, İrkutsk, XV, 5-6,43, 1885./Bahaddin Ögel, Türk Mitolojisi Cilt-I, 101-102-103)

Eski Türk kadim inancında varlıkların var oldukları; Yeryüzü, Yeraltı ve Gökyüzü olmak üzere üç varlık alemi mevcuttur. Bu üç alem hayat ağacı ile bir birine bağlıdır. Bu nedenle Türkler mimari ve sanat eserlerinde bu üç alemi bir birine bağlatan Hayat ağacı sembolünü kullanmışlardır. Hayat ağacı kökleri ile yeraltı dünyasına bağlanırken, dalları ile gökyüzüne Tanrı katına ulaşır.
Turuğ, Türk ve Moğol şamanizminde Şaman Ağacı. Moğollar Toruğ derler. Tanrı ilk şamanı yarattığında onun evinin önüne sekiz dallı bir ağaç dikmiştir. Bu nedenle her şaman kendisini temsil eden bir ağaç diker. Bu ağaca “Turuğ” adı verilir. Turuğ, kelime anlamı olarak dayanıklı, yerinde duran, ölümsüz demektir. Tör/Törü/Türe/Törö/Turo/Turu sözcükleri Moğolcada da emir, düzen ve bunun yanında evlilik ve doğum anlamlarını bünyesinde barındırır.
Ulukayın – Türk, Altay, Çuvaş, Yakut, Moğol ve Macar mitolojilerinde, halk inancında ve şamanizmde Yaşam Ağacı. Uluğkayın, Ulıkadhın, Olokaygın şeklinde de söylenir. Baykayın, Baykadhın, Paykaygın olarak da bilinir. Eşanlamlı olarak Bayterek (Beyterek, Begterek) veya Ulubuk (Olobuk, Olıbuk) da denir. Yerle göğü birbirine bağlayan yaşam ağacıdır. Yakutlarda Luk Mas (Aal Luuk Mas, Ağal Luğuk Mas) denilir.
Ulukayın: Uluğ ve Kayın sözcüklerinin bileşimidir. Türkçede Kayın/Katın/Kadun/Gayın/Kazın/Gacın/Hazın, Moğolcada ise Kadun/Hadun/Kadan/Hadan biçimleriyle değişik lehçe ve şivelerde yer alır. Bayterek: Bay (varsıl, ulu, kutlu) ve Terek (ağaç, çam, kavak) sözcüklerinin bileşik halidir. Kayın Türkçede Akrabalık ilişkilerini de içeren bir sözcüktür. Örneğin Kayın-Ana (Kaynana), Kayın-Ata (Kaynata) gibi. Bu tamlamalar kayın ağacı ile ilişkili olarak ortaya çıkan akrabalık bağlarını ifade eder ki, muhtemelen geçmiş çağlarda evlilik törenlerinin bu ağacın altında yapılması ile alakalıdır.
Ulukayın – Türk, Altay, Çuvaş, Yakut, Moğol ve Macar mitolojilerinde, halk inancında ve şamanizmde Yaşam Ağacı. Uluğkayın, Ulıkadhın, Olokaygın şeklinde de söylenir. Baykayın, Baykadhın, Paykaygın olarak da bilinir. Eşanlamlı olarak Bayterek (Beyterek, Begterek) veya Ulubuk (Olobuk, Olıbuk) da denir. Yerle göğü birbirine bağlayan yaşam ağacıdır. Yakutlarda Luk Mas (Aal Luuk Mas, Ağal Luğuk Mas) denilir.

Bu nedenle Türkler ulu ağaç gördükleri "baş ağaçlara"çul, çabut bağlayarak Tanrı'dan dilek ve istekte bulunur, Şamanlar dahi ruhsal astral seyahatlerinde yeraltı ve gökyüzü alemlerine hayat ağacı üzerinden erişirler. ( Ayrıntılı bilgi için: "Türk Mezar Taşlarında Bulunan "Ağaç Ve Çiçek"Motiflerinin Sembolik Kökeni "Hayat Ağacı Ve Cennette Doğuş"İnancı İle Sekiz Köşeli Yıldız Motifi"adlı makalem incelenebilir.)
Baş Ağaca, dilek ağacına bağlanan çul çabut renklerinin bazıları şu anlamları taşımaktadır:
Yeşil: Toprak elementini sembolize eder. Bereket, doğurganlık, üreme, zenginlik dileklerinde.
Sarı: Hava elementi, iyi ve mutlu yaşam, huzur, sıkıntıların giderilmesi dileklerinde.
Kırmızı: Ateş elementi, soğukluğun giderilmesi, küslerin barışması,hastalığın tedavisi, vücuda kan ve enerji taşınması dileklerinde.
Mavi: Kutsal Gök rengidir.Gök-Tanrı'nın ebediliği ve sonsuzluğunu, imkansız gibi görünen dilekler için. Yapılan bir işte akıbetin hayırlı olması dileklerinde.
Beyaz: Su elementi, Aklığı, Temiz yolu, doğruluk, dürüstlük, saflık kötü düşüncelerden arınma. Dileklerinde kullanılır.
Baş ağaca atılan düğüm bu dilek ve isteğin bağı olup düğüm aracılığıyla bu bağ aracılığıyla enerji akışını sağlamaktadır.
Eski Türk inancına göre; canlı cansız
her şeyin Sür'ü (ruhu) vardır. Ve canlı cansız her şeyin Ürün
Ayıı/Yaratıcı Tengri ile arasında görünmeyen bağı vardır.
Bunun benzeri bir inanç Kızılderililer de bulunmaktadır. Onlara göre de herşeyin ruhu vardır. İnsan ruhu ne kadar saflaşırsa her canlının
konuşmasını duyabilir. Onların sesini duyabildiği onlarla
bütünleşebildiği, doğaya saygı gösterdiği sürece insan insandır. Birde bunları
yaratan büyük ruh (Tanrı) vardır.
Ne diyor Ulu Türk Ozan Koca Yunus:
Dağlar ile taşlar ile çağırayım Tanrım
seni
Gök yüzünde kuşlar ile çağırayım Tanrım
seni
(Moğolca ve Türkçe) Ovoo / Oba / Obo; Türk Bozkır kültürel inancında üst üste yığma küçük taş yığınlarına verilen addır.
Her kabilenin kendi Obasını inşa etme tarzı farklıdır.
Moğollar, Ovoos'un; Tanrı katı, (cennet)uçmak/ eski atalar ile yeryüzü arasında köprüler olduğuna inanıyordu. Obos'un ritüellerinden/Kurallarından biri; bir iş yapmadan önce obanın bulunduğu yerin çevresinden üç taş alıp obanın etrafında saat yönünde üç kez dolanmak, her turda obanın (taş yığınının üzerine) dilek tutarak bir taş bırakmaktır. Bu ritüelin; şans, uğur, talih getireceğine inanılır.
Obalar manevi enerjinin yoğun olduğu yerler, Ata Kurganları, ziyaret yerleri, akarsu kenarları, dereler, dağlar, tepeler gibi yerlere veya Şaman/Kamlarca belirlenen İye (meleklerin /iyi ruhların bulunduğuna inanılan yerlere) yapılır. Obalar, Ağaçsız Bozkırlarda dilek ağacı özelliğide görürler. Obalarda yapma dilek ağacı direkleri üzerine çul çabut bağlanarak dilekte bulunulur.
Oba kültünde; taşlar üst üste yığılarak, Tanrı ve Ata ruhlarına veya iyelere dilekte bulunarak pozitif enerji taşlar vasıtasıyla bir araya toplanır, manevi pozitif enerji alanı oluşturulur. Negatif enerji ise taşlar vasıtasıyla oluşturulan pozitif enerji alanı/kalkanı içinde yok olur.
Türkçemizde "faydalı,yararlı olmak,iyilik yapmak anlamında 'Taş üstüne, taş koymak' deyimi ile bu kültür dilimizde yaşatılmaktadır.
Yeryüzü alemi; yaşamakta olduğumuz üç boyutlu alemdir. Bu orta alemi Türkler 'kün-ay/ay-yıldız "sembolü ile ifade etmişlerdir. "Kün-Ay"bu nedenle eski Türk inancımız gereği yaşamakta olduğumuz varlık alemimizi, yeryüzü ve orta alemi ifade eden en önemli sembollerden biri olmuştur.
Yeraltı alemi ise; Albastıların,kötü ruhların ve tehlikeli varlıkların, hastalık yayıcı ruhların,felaket getiren kötülüklerin zuhur ettiğine ve yaşadığına inanılan, kötülük yapan insanların öldükten sonra eriştikleri ve şeytani kötü güçleri sembolize eden Erlik Han'ın bulunduğu tamu ile adlandırılan yeraltı alemidir.
Gök-Yüzü alemi ise; Ulu ruhların bulunduğu, iyi insanların öldükten sonra eriştikleri Tanrı katına erişen Ata ve Ana ruhlarının bulunduğu alemdir. Buna (iyi ruhlar uçarak/yükselerek eriştiği için) uçmak'ta denilmiştir. Bu alem sonsuz iyilik ve güzelliklerin bulunduğu Tanrı katına ve Hayat ağacının dalları olarak bilinen sidretül müntehanın Cennete eriştiği iyilik yapan insanların nirvanada yeniden doğduğu sonsuz ve ebedi yaşamın bahşedildiği, lotus çiçeği gibi üzerinde kir ve kötülüğün barınamadığı ulu ruhların esenlik içinde yaşadığı güzel bir yurttur.
Konu ile ilgili TÜRK MEZAR TAŞLARINDA BULUNAN "AĞAÇ VE ÇİÇEK" MOTİFLERİNİN SEMBOLİK KÖKENİ "HAYAT AĞACI VE CENNETTE DOĞUŞ" İNANCI İLE SEKİZ KÖŞELİ YILDIZ MOTİFİ adlı makalem okunabilir.
Eski Türk Kozmolojisinde gezegenler:
Güneş:Kün,
Ay:Ay,
Merkür:Erdenay,
Venüs: Çolpan,
Dünya:Yertinç,
Mars: Kızıldız,
Jüpiter: Erendiz,
Satrün: Sekendiz,
Uranüs:Altayhan,
Neptün:Talayhan olarak Türkçe isimlerle ifade edilmekteydi.
Eski Türk inancında; Gök, dokuz katlıdır.9 katlı Gök; tıpkı soğan kabuğu gibi içiçe geçmiş olarak dünyayı çevrelediği varsayılan sanal çemberlerdir ki, yedi tanesi dünyanın kendi göğünden başlayarak yedi gezegenin feleğidir.
Bunlar:
1. Felek, AY, yani kamer;
2. Felek ERDENAY/UTARİT, yani MERKÜR;
3. Felek ÇOLPAN/ZÜHRE, yani nahid/ VENÜS/ Çobanyıldızı;
4. Felek ŞEMS, yani GÜNEŞ;
5. Felek KIZILDIZ, Mirrih, yani MERİH/MARS/Behram;
6. Felek MÜŞTERİ, yani JÜPİTER/hürmüz/bircis/ERENDİZ, sakıt;
7. Felekte SEKENDİZ/ZÜHAL, yani SATÜRN/keyvan
8. Felek sabit yıldızlar ve burçlar feleğidir.
9. Felek ise hepsini çepeçevre sarıp kuşatan, en büyük en yüksek felek olduğundan FELEK-İ ATLAS, FELEK-ÜL EFLAK ve FELEK-İ AZAM da denilmektedir. 8. feleğe islami literatürde KÜRSİ, 9.feleğe ise; ARŞ da denir.
Tanrı katı ise 9 Gök katının üzerinde bulunmaktadır.
Saxa/Yakut kadim Tanrı inancına göre Gök katlarına Dokuz göğe Doğu Gök'ünden çıkılır. Belki bu nedenden olsa gerek Hun Türkleri Çadır kapılarını doğu istikametine göre konumlandırmış ve Güneşin doğuşunda yaratıcı Gök-Tanrı'ya kut,güç,bereket,bolluk,iyilik, güzellik vermesi için alkış(dua) kılmışlardır.
Doğu Gök' ü güneşin doğuş istikametindedir. 9 katlı Gök'ün 1. Gök katı yeryüzüne en yakın kattır.Gök katlarına buradan yukarı doğru çıkılarak erişilir. 9. Gök orta dünyaya uzak ve en güçlü göktür. Doğu gökle Orta dünya arasında geçitler vardır. Bu geçitlerden orta dünyaya kut,bolluk,bereket iner. Bu geçit karanlıkta daralır, aydınlıkta genişler. Doğu gök aydınlıkla dolu olduğu için beyaz renklidir. Saha Türklerine göre beyaz renk bolluk ve bereket, iyilik ve saflığın rengidir.
Doğu Gök katları sırasıyla:
1.Kat Ayııhıt: Yaratıcılık,sevgi,üreme ve türemeyi sembolize eder.
2.Kat İeyexsit: Tabiat, bolluk, bereket, rızık, hava, su, yağmur, rahmet, şefkat,iyilik ve esenliği sembolize eder.
3.Kat Cöhögöy:Güneş, at,kuvvet,güç,nefes,zeka,çeviklik,dayanıklılık, savaşçılık, pratiklik, zekilikiliği sembolize eder.
4.Kat Xotoy Ayıı: Kartal,Heybet,düzen, tertip,nizam,ihtişam,ileri görüşlülük,keskin zeka, stratejik ve derin düşünmeyi sembolize eder.
5.Kat Uluu Suorun:Kuzgun, ustalık, söz söyleme,bilgelik, demircilik,ocak, şamanlık insanı verme, meslek seçimi,kabiliyet, kendini geliştirme,beceri ve ustalığı sembolize eder.
6.Kat Aan Caahın:Boğa, yılkı,aygır,rüzgar,kamçı,davul,çekiç,yıldırım, rüzgar,gök gürlemesi, ani ve hızlı değişim, uyarı, ikaz,kısmet,şans,talihi sembolize eder.
7.Kat Cılga,Tanxa ve Bilge: Cılga (Kader,ömür,hayat çizgisi),Tanxa(zaman,çağ,yıl,ay,gün,an,devir,evre),Bilge Xaan(önsezi,anlama, olay ve olguları anlama ve yorumlama, çözümleme, tahlil ve analiz etme kabiliyetini sembolize eder zaman kahini olarak da adlandırılır)
8.Kat Odun Kağan ve Çınıs: Odun Kağan (ağır başlılık, olgunluk, tercübe) Çınıs (sirayet, örgüsel bağlantı)
9.Kat Ürün Ayıı: Saxa/Yakut kadim Tanrı inancına göre: kudreti sonsuz,kuvveti sınırsız,herşeyin yaratıcısı (Tanrı) Göğün 9.Katında bulunan Ürun Ayıı'dır. Diğer Adı ile Ayıı Tanara'dır. Diğer Göğün 8 katında bulunan Tanrısal güçler aslında bu Tek Tanrı'nın birer tecellisidir. Urun Ayıı/Ayıı Tanara/Tek Tanrı'nın evi parlamaktır. Yani ışık saçan ve dönen, sekiz köşeli kristal taştan ev olarak betimlenmiştir.
Türk Selçuklu dönemine ait mimari eserde bulunan 8 köşeli yıldız sembolü
Saha Türk Tanrı inancında 9 Gök kavramı ile Tanrı kişisi (iyi bir insan) olmanın, yeryüzünde bilgelikle donanarak yaşamanın ve Tanrı katına erişebilmenin yolu sembollerle ifade edilmiştir.
Türkçemizde Tanrı isminin etimolojik kökeninde döndüren anlamı mevcuttur. "Tengri"kavramının etimolojik kökenide değerlendirmemize göre ilk oluş'u yani yaratılışı başlatan Uzay-Zaman döngüsünü çeviren yaratıcı güç anlamında yoktan var eden eşi ve benzeri olmayan tek olan Yaratıcıyı ifade açısından "Tengri"denilmiş olabilir. Nitekim eski Türkçede yün eğirtilen çıkrığa "Tengerek"denilmesi de sözcük anlamı Türkçenin ifade gücü açısından: ilk oluşu/yaratılışı başlatan evreni döndürerek genişleten uzay zaman döngüsünü çeviren yaratıcı gücü anlamamıza yardımcı olmaktadır. Anadolu'da Yörükler"DÖNDÜREN"herşey için TEN/G kökünü kullanılar:
Tengirek - ip eğiren
Tenğirmen - Değirmen gibi örnek çok
ve en ünlüsü TENGRİ yani TANRI "döndüren"dır.
Kadim Saxa Yakut Gök-Tanrı inancına göre Urun Ayıı/Ayıı Tanara/Tek Tanrı'nın yarattığı varlıklar üzerinde tecelli eden görünmeyen bağları vardır.Bu bağlar küçükten büyüğe tüm varlıkları (atomdan,yıldızlara,galaksilerden,evrene) tutmaktadır ve döndürmektedir.Bu kadim inanca göre Urun Ayıı/Ayıı Tanara/Tek Tanrı'dan ışık (tıpkı Kuran'da Nur Suresi 35.Ayette Allah Göklerin ve yerin nurudur bildirdiği gibi ) ve alkış (yaratıcı güç, bereket, rahmet) çıkar.Gördüğümüz ve görmediğimiz her ne varsa onun gücüyle yaratılır o yüzden Türk Kam ve Şamanlar Tanrıya yakarırken şöyle derler:
Ürün Ayıı
Sen Dünyayı yarattın
Her ne varsa canlı ve cansız hepsi senin varlığındır.
Saxa Yakut Türkçesi ile:
Ürün Ayıı
En aan doydunu aybıtın
Üüner-üösküür barıta en ayıın
Saxa Yakut Türkleri Tanrı öğretisine göre, Tanrının Evreni yaratışını şu sözlerle ifade etmektedirler:
İlk önce Ürün Ayıı buyurmuştur.
Onun buyruğuyla 9 katlı Tanrı Göğü yaratılmıştır.
Onun buyruğuyla ilk Dünya yaratılmıştır, orta Dünya oluşmuştur.
Onun buyruğuyla hayvanlar yaratılmıştır, bitkiler yetişmiştir.
Onun buyruğuyla Tanrı insanı var olmuştur.
Göğün dokuz katı bildiğimiz anlamda dikey bir düzlemde değildir. Bu katların döngüsel, evrenin genişlemesine bağlı bir kat düzeninde olduğu kanatindeyiz nitekim Gök-Türkler ölü merasimlerinde Ölen kişinin otağının önünde Gök-Tanrıya uçmağa varan kişinin ruhunu kabul etmesi ölen kişinin Atalar ruhuna (yani Cennete kavuşması) için Gök-Tanrıya kurban keser daha sonra Atla veya yaya olarak otağın etrafında dokuz kez dönerlerdi bu dönme ritüeli Gök-ün 9.Katında bulunan Tanrı katına erişmek amacıyla yapılan bir ritüeldir. Yine Kağan başa geçtiğinde devlet erkanı kağanı bir keçeye oturtur daha sonra kağanı gökyüzüne kaldırarak güneşi takiben 9 kez çevirirlerdi. Bu ritüelinde göğün dokuzuncu katında bulunan Gök-Tanrının yeni seçilen Kağan'a Tanrı tarafından Kut bahşedilmesi amacıyla yapıldığı kanaatindeyim.Yine Altaylar'da Gök Tanrı Kurbanı ve Dağ Kurbanı bayramlarının 9 gün sürmeside bu açıdan önemlidir. Türkçemizde var olan ve günlük hayatta birisine bir işi yaptırmak için kullandığımız "etrafında dokuz döndüm/dokuz dolandım"deyimide bu inanç kültürünün etkisiyle günümüze kadar ulaşmıştır.
Gök-Türk Kültigin yazıtının Çince yazılı kitabesinde İnsanlar ve yıldızlar arasında bir bağın mevcut olduğu kainatın dönmekte olduğu bildirilmektedir.
Nitekim insan vücudundaki elementlerle yıldızlarda ki elementler ortaktır. Bu bağ nedeniyle kadim kültürlerde meydana gelen astroloji, burçlar ilmi, yıldıznameler/Irk Bitkileri ile kültürümüze yerleşmiştir.
Evrenin dönmekte olduğunu Kuran'ı Kerim de bildirmektedir.
Tarık Suresi 11. Ayette:"Dönüşlü olan göğe andolsun"buyrulmaktadadır.
1.ve: and olsun
2.es semâi: sema, gökyüzü
3.zâti: sahip
4.er rec'ı: dönme, döndürme, dönüş
Bu gün bilim galaksi ve yıldızların kendi yörünge sistemlerinde dönerek Evrenin genişlemekte olduğunu kanıtlamışdır.
Araplar gökyüzüne sema derken tasavvufi inanç sistemi sema ve semah dönerek gerçekleştirdikleri Tapınma ritüellerine sema kelimesini vermişlerdir. Yine müslümanlar kutsal Hac ibadetini kabe etrafında tavaf (dönerek) gerçekleştirirler. Kam ve Şamanlarda transa girmek için ateş etrafında veya kendi etraflarında dönerek ozlaşır, esirerek transa girip ruhsal görü ile astral seyahate çıkar Gökyüzü veya yeraltı alemine erişebilirler.
Bir Şamanın yaptığı Göksel yolculuğu anlattığı çizim
(Yakut Şamanlığı /Gavriil Vasilyeviç Ksenefontov/ Kömen Yayınevi)
Türkler Uzay-Zaman kavramını ise evrenin genişlemekte olan döngüsel hareketinden ve gökyüzü gözlemlerinden etkilenerek günümüzde Svastika veya gamalı haç olarak bilinen kökleri tarih öncesi proto-Türklere dayanan (Döngüsel) Gök-Çıkrığı/Gök-Çarkı/Çarkı-Felek tabiri ve sembolü ile ifade etmişlerdir. (Ayrıntılı bilgi için TENGRİ TAMGASI/GÖK-ÇIKRIĞI/GÖK-ÇARKI/ÇARKI-FELEK adlı makalem okunabilir)



Gök-Çıkrığı yani Uzayzaman kavramı: uzay ile zamanı "uzay-zaman sürekliliği"adı verilen yapıda birleştiren matematik modeldir.Öklitçi yaklaşıma göre evren uzayın üç boyutu ve dördüncü boyutu oluşturan zamandan oluşur. Bu boyutlar sonsuzada evrilebilir (tahminimizin üzerinde paralel olan veya olmayan bir çok boyut "alemler"var olabilir). Fizikçiler, uzay ve zaman kavramlarını tek bir çatı altında birleştirmek yoluyla, karmaşık fizik teorilerini önemli ölçüde basitleştirmeyi ve evrenin işleyişini süpergalaktik (fiziksel kozmoloji) ve altatomik (atom altı, bkz. kuantum fiziği) seviyelerde daha basit ve ortak bir dilde açıklamayı başarmışlardır.Bunada Uzayzaman demişlerdir.Yukarıda anlattığımız iç içe geçen bu gün bilim adamlarınca herşeyin teorisi olarak ifade edilen "Herşeyin teorisi"aslında (Tanrısal Öz Bilinçli tasarım) OLUŞ teorisidir. Atom altı parçacıklardan,hücrelere, yıldızlardan, galaksilere değin her şeyde bilincin mevcut olduğu ve birbiri ile iletişim kurduğu günümüzde bilim tarafından ispatlanmıştır...
Proto-Türkler buna yoktan var edilme "Tenri"demekteydi. Herşeyi yoktan var eden yaratıcıya bu sebeple Türkler "Tengri (Allah)"demişlerdir.Proto-Türkler Tenri yoktan var edilmeyi, yaratılışı daire içerisinde + işareti ile tamga haline getirirken Gök-Çıkrığı uzay zaman döngüsü olan Ozlaşmayı (gamalı haç olarak bilinen) Oz tamgası ile ifade etmişlerdir.
Matematiksel ve geometrik olarak 9 rakamı incelendiğinde: Daire 360 derecedir ve daireyi eşit parçalara böldüğümüzde nihai sayı her zaman 9'a eşittir.9 tek basamaklı rakamların sonuncusudur.
Çünkü 9'dan sonra 10 gelir ve 10 aslında başlangıç rakamı olan 1'in tekrarıdır.Buda göğün dokuz katından sonra Tanrının tek ve bir olduğunu ifade eder. Karahanlı Türk Devlet Bayrağıda Dokuz Dallıdır.
Pisagorculara göre, 1 dışında tek sayılar erkek, çift sayılar dişidir. 1, sayıların içinde en kutsal sayıdır. Her şey 1le başlar. Dolayısıyla, 1 ne erkektir ne de dişi. Tüm sayılar ilk dört sayıdan türetilebilir. Örneğin, ilk dört sayının toplamı, 1 + 2 + 3 + 4 = 10dur. 10 sayısı Pisagor öğretisinin temelidir.
Kısacası her sayının kendine özgü özellikleri vardır. En kutsal sayı 10dur. Çünkü, 10, olabilecek tüm geometrik boyutların toplamı olduğundan evrenin sayısıdır:
Tek nokta boyutların üreticisidir. İki nokta tek boyutlu bir çizgiyi tanımlar. Bir doğru üzerinde olmayan üç nokta iki boyutlu bir üçgenin alanını tanımlar. Aynı düzlemde olmayan dört nokta üç boyutlu bir kutunun hacmini belirler. Tüm boyutları tanımlayan sayıların toplamı 10dur. Bu nedenle 10, evrenin sayısıdır.( Ayrıntılı bilgi için: "Gök-tanrı İnancına Sahip Eski Türklerde Oluş/Yaratılış, Evren Kavramı Ve Dokuz Katlı Gök İle Gök-tanrıcı Oluş/Yaratılış İnancının Bilimsel Temelleri"adlı makalem incelenebilir.)
Eski Türk Gök-Tanrı inancında; canlı cansız her varlığın ruhu/tini/özü/tözü/bilinci olduğunu daha önce ifade etmiştik. Cansız varlıkların canlı varlıklarla bilinç farkı olduğu gibi akıl sahibi biz insanlarla akıl sahibi olmayan bitki, hayvan gibi canlı varlıkların bilinç düzeyi farklıdır. Ancak bu bilinç düzey farkı bu varlıkların biz insanlardan aşağı varlıklar olduğu anlamını taşımaz onlarda da öz bilinç mevcuttur.
Eski Türk inanç sisteminde; her varlığın (dağların,suların,ateşin,evin vs.) İYE-İDE-İDUK-İZİ'si mevcuttur.
İYE-İDE-İDUK-İZİ günümüz kavramlarıı ile ifade edersek: Koruyucu Ruh/Melek anlamını taşımaktadır. Meleklerin günahsız oluşu, koruyuculuğu ve yardım etmesi: İYE kavramından esinlenerek ve türetilerek İYİ, İYİLİK kavramını dilimize, düşünce dünyamıza ve yaşantımıza kazandırmıştır.
İyi kavramı Türkçemizde: yardımsever, koruyucu, kötü olmayan, kötü karşıtı...Gibi anlamları ifade etmektedir.
Eski Türk kültür ve inancında "Kut"şu anlamları taşımaktadır:
1.Tanrı'dan bahşedilen güç, kuvvet, talih,uğur, yetki, İlahi bir kaynaktan gelen rahmet, bereket.
2. Devlet idaresinde güç, yaratıcılık ve yetki bakımından sahip olunan üstün güç.
3. Mutluluk.
Jean-Poul Roux "Altay Türklerinde Ölüm"adlı eserinde kut kavramına çok geniş yer vermiş olup, bu kitabında kutu şu şekilde izah etmektedir;
Akışkan, jelatine benzer bir madde,
Zihin, ruh, hayati güç,
Şans, talih, uğur,
Sürüleri koruyan bir muska ya da nazarlık.
Eski Orta Asya Türk ve Moğol inanışlarına göre yaşam kaynağını Göktanrı'dan alır. Yiğitler Tanrı'nın kendilerine inayet ettiği; kut sayesinde ölümlerden kurtulur ve başarıdan başarıya koşarlar. Beyler ve kağanlar kutsanmıştır, yani kut sahibidir. Ancak doğuştan itibaren kut sahibi olabilmek için çeşitli ritüeller gerekir. Tanrı'nın kutu geri çekmesi kağanın tahtını ve yaşamını yitirmesi anlamını taşır. Bunun için eski Altay inanışlarına göre Tanrı'dan kut dilenir. Örneğin, ilk Türk eserlerinden Irk Bitig'de;Tanrı tarafından kutu alınan bir savaşçının, Göktanrı'ya yakarışı ve eski gücünü yeniden kazanması anlatılır. Kutun değişik türleri vardır.
Bor Kut: Cisimleşmiş kuttur. Bir nesneyi temsil eden onun küçük bir modeli gibidir. Yer ruhudur.
İye Kut: Bir varlığı koruyan ruhsal enerjidir ve tamamen soyuttur. Ana ruhtur.
Sal Kut: Hareketli kuttur. Rüzgar gibi esebilir. Hava ruhudur.
Yakutlara göre Anya Kut bu kavramın en önemli kısmını oluşturan parçasıdır.
Bu inancın Sahalardaki adı Kut-Sür İteğele (Kut-Sür İnancı) veya Tañara Üöreteğe (Tanrı Öğretisi)'dir. Sahaların günlük yaşamlarında bu inancının izlerini her zaman görmek mümkündür. Kut, bütün canlı varlıkların ruhu ve yaşam enerjisidir. Kut üç unsurdan oluşmuştur. Bor kut (toprak-can), Salgın kut (hava-can) ve İye kut (ana-can). Bazı saha efsanelerine göre kut Ürüñ Ayı Toyon tarafından verilmektedir. Bunu ilahe Ayıhıt insanlara getirmektedir (ulaştırmaktadır). Bazı Hikâye ve masallarda Ağa kut (baba-can) ve Sür kut (hayat-can) ifadelerine de rastlanmaktadır.
Abdülkadir İnan'ın aktardığı bilgilere göre, kutun bedenden ayrılması ile ölüm gerçekleşmez ama kişide var olan kutsallık ortadan kalkar, o kişi sıradanlaşır. Kut, insan için kesinlikle bir güç ve uzun ömür kaynağıdır. Birey onsuz hayatını çok da fazla uzun sürdüremez. Ancak tin bedenden ayrıldığı vakit, kişinin ölümü hemen gerçekleşmiş olur.
Eski Türk Gök-Tanrı inancında; canlı cansız her varlığın ruhu/tini/özü/tözü/bilinci olduğunu daha önce ifade etmiştik. Ruhun mahiyeti tam olarak bilinmemektedir. İnsan ruhu ile insan bedeni eski Türk inancına göre "sür"adı verilen bir bağla bağlıdır. İnsan yaşadığı sürece bu bağ mevcuttur. Ve bu birlikteliği Türkler "Can"kavramı ile ifade ederken yaşayan bu varlığa "Canlı"demişlerdir.
İnsan öldüğünde; ruh ve beden bağı kalmadığından "canlı"varlık "cansız"hale gelir. Ruhun bedeni terkedişine Eski Türk inancında "azmak"denilmekteydi. Azmak kavramsal olarak: sınır dışına çıkmak, yaşanılan varlık alemini terketmek anlamına gelmektedir. Günümüz Türkçesinde şımaran bir çocuğa "azma"yani sınır dışına çıkma diye söylenir. Birini kaybetmek, bir yerden uzaklaşmak "Azıtmak"olarak dilimizde hala kullanılmaktadır.
Yenisey eski Türk yazıtlarında ve bir çok Türk destanında "azdım, kün-ay(ımdan)/güneşimden ve ayımdan ayrıldım"ifadeleri kullanılarak. Ruhun orta alemi yaşamakta olduğumuz varlık alemini terkettiği anlatılmıştır. (Ayrıntılı bilgi için ESKİ TÜRK YAZITLARI VE TÜRK ATASÖZLERİNDE GEÇEN KÜN VE AY KAVRAMI İLE TÜRKLER TARAFINDAN KULLANILAN KADİM AY-YILDIZ/KÜN-AY SEMBOLÜ adlı makalem okunabilir)
Yakutlar ruh can mefhumunu tın, kut ve sür kelimeleriyle ifade ederler. Tın kelimesi aynı zamanda esinti, rüzgar, nefes anlamlarına da gelir. “ Kut” bazı izahlara göre toprak, rüzgar ve “ ana-kut” denilen üç unsurdan mürekkeptir. “Tın” vücuttan ayrılırsa ölüm vukua gelir, fakat “ kut” ayrılırsa ölüm olmaz. Sür-insanî enerji – irade ve umumiyetle ruhî halleri meydana getiren unsurdur.” ( İnan, 1995: 176 İnan, Abdulkadir, ( 1995 )Tarihte ve Bugün Şamanizim, Materyaller ve Araştırmalar.TKY.,Yay.)
Eski Türkler ölümü, ruhun bedeni terk etmesi şeklinde ele almakta, bedenden ayrılan ruhun, dünya hayatında sergilediği tutum ve davranışlar doğrultusunda, ya Tanrı katına ya da yer altı dünyasına doğru yöneldiğini inanmaktadırlar. “Ölüm Göktürkler’de uça barmak yani uçarak gitme sözü ile söylenir. Onlar ruhun uçup Tanrı katına gittiğine inanırlardı. Bir de Tanrının takdiri vardı… Göktürkler’e göre kişioğlu hep ölümlü türemiş idi. Bunun için Tanrı yaşar, insan da ölürdü.” (Ögel, 1988: 758,Ögel,Bahattin, (1988 ) Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları,Türk Dünyası Arş.Vakfı Yay.)
Eski Türk Gök-Tanrı inancında; canlı cansız her varlığın ruhu/tini/özü/tözü/bilinci olduğunu daha önce ifade etmiştik. Eski Türk inancında kişinin ruhu insanın başında bulunmaktadır. Ruhun bedeni sevk ve idaresi buradan yürütülmektedir. Bu nedenle Türklerde "Baş"kavramı varlığın kaynağı olarak görülmüş bu kavram hem sembol hem de ifade olarak kültürümüzde ve dilimizde sıklıkla kullanılmaktadır. ( Ayrıntılı bilgi için: "En Eski Türkçe Yazısı Ve Baş Tamgası"adlı makalem incelenebilir.)
Eski Türk inancına göre ruh ve beden bağını "sür"adı verilen mahiyeti tam olarak bilinmeyen bir bağ sağlamaktadır. İnsanın ruhu insanın başından yani beyninden bedeni ile "sür"vasıtası ile bağlanarak bir nevi sürücü gibi ruh, bedeni insan beyninin bulunduğu başı üzerinden sevk ve idare eder.
"Sür"bir nevi bilgisayar işletim sistemine bağlı ara yüz veya işlevsel görev yüklenen "REM"geçici bellek gibi düşünülebilir.
İnsan öldüğünde ruh, bedeni terkettiğinde "sür"de zamanla yok olur. Ancak eğer insan "ızdırap içerisinde can verdi ise, veya büyük felaketler neticesi hayatını kaybetti ise"bazı durumlarda sür beden bağından kurtulsa bile o mekanda bağlı kalabilir. Bu durumlarda ise; "hayalet, hortlak"olarak nitelendirilen durumlar ortaya çıkabilir. Hayaletler, ruhun bedeni terkettiği yerlerdeki insan "sür"ünün yansıması ve iz düşümüdür. Bazen bu görüntü halinde veya ses veya başka hallerde görülebilir. Eski Türk inancına göre eğer "sür"yok olmadan kötü ruhsal varlıkların eline geçip onlarca yenilebilir (yani kontrol altına alabilir) Bu durumda ise sürü ele geçiren kötü ruh sürün görüntüsünü kullanarak ölen kişinin ruhunu taklit ederek onun ruhuymuş gibi davranıp ölen kişinin yakınlarını kandırabilir, korkutabilir veya ruhen, bedenen zararlar verebilir.
Bu gibi durumlarda Kam/Şamanlar bu sürü bulunduğu mekanlardan veya suretini kullanan kötü ruhlardan kurtarmak için ayinler yaparak ölen kişinin "sürü"nü kötü ruhun tesirinden kurtarır. Veya "sür"ün tutunduğu veya bağlandığı mekanlardan "sür"ü uzaklaştırarak o mekanı "hayalet ve hortlak"diye tabir edilen "sür"iz düşümü, yansıma ve yanılsamalardan arındırır. Hatta bazı Türk toplulukları ölen kişiyi mezara götürmeden önce uzak dolanbaçlı yollardan mezara götürür ki "sür"ölmeden önce bulunduğu mekana geri dönmesine diye…
Şaman/Kam, Kamçısıyla vurarak kötü ruhları uzaklaştırır. Ölene ait sür izlerini dağıtır. Şaman/Kam üzerinde bulunan Demir ayna ve çan,çıngırak,ziller ise kötü ruhların Şaman/Kam'a musallatını önler.
(Şaman ve Kamlar hakkında ayrıntılı bilgi ve tedavi usulleri ile ilgili: Türk Kam Şaman Tedavi Geleneği Ve Ateş Olmayan Yerden Duman Çıkmaz Türk Atasözü,Türk Kam Şaman (Tedavi Geleneği) Ve Ermiş,Eren Kelimelerinin Etimolojik Kökeni,"Manyak"Kelimesinin Etimolojisi Ve Şaman Kıyafetinin Unsurları adlı Makalelerimi okuyabilirsiniz)
ŞAMANİZM VE ESKİ TÜRK DİNİ SHAMANİSM AND OLD TURKİSH RELİGİON adlı Makaleden konumuz ile ilgili bir iktibas:
'Eski Türklerin de birtakım kutsal saydığı nesneler bulunmaktadır. Bunlar "Kutlu Atalar Mezarlığı"olduğu gibi, zaman zaman büyük bir dağ veya ırmak da olabiliyordu. Hunlar, Çin ile yaptıkları andlaşmaları Hun-dağı denilen bir dağın tepesinde kurban keserek teyit ederlerdi. Asya'nın başka kavimleri de bu Türk adetlerini almışlardır. Altaylı Şor ve Beltirler de kurbanlarını Kök Tengri'ye yüksek dağ tepelerinde sunarlardı. Fakat bunların hiçbiri Şaman özelliklerini yansıtmaya yetmemektedir. Mesela, Kök Türkler yılın 5. ayın ikinci yarısında Tanrıya Kutlu Atalar Mezarlığında kurban takdim ediyorlardı. Cüveynî tarafından bildirilen bir Uygur efsanesine göre, Uygurların saadet ve bolluk sağlayan kutlu dağları vardı. Bu dağa Kut-tag denirdi. Bu dağ Çinliler tarafından parçalanıp götürüldükten sonra, Uygurlar felakete uğramışlardır. Bugünkü Moğolistan'da Karabalgasun harabelerine yakın Erdene-Ula hakkında da aynı hikayeler anlatılır. Bunlar, bereketli eski Türk yurtlarının Çinliler tarafından işgal edildiği çağların izlerini taşır. Eski Türkler dağların Tanrı makamı olduğuna inanırlardı. Yüksek dağ tepelerinin göklere yakın bulunması, uzaklardan mavi renkte görünmesi bu inancın yerleşmesine sebep olmuştur. Mesela eski Türklerin en kutsal dağı Ötüken'in "ıduk-başı"idi. Bugünkü Altay Türklerinin hepsince de Altay en kutlu dağdır. Orta Asya kavimlerinde güneş ve ay kültü de vardır.
Altaylı Türkler ve müslüman Türklerden Mişerler arasında güneşle yemin etme adeti bulunur. Altaylılara göre güneş ana, ay da atadır. Güneşi yerde ateş temsil eder. Bazı Saha masallarında büyük kahramanlar güneş ve aym himayesi altındadır. Onların inancına göre zaman zaman güneş ve ay kötü ruhlarla mücadeleye girişirler. Eğer yenik düşerlerse güneş ve ay tutulması gerçekleşir. Güneş ve ay tutulması olduğunda Altay Türkleri bağırıp, çağırırlar, davul çalarlar. Bu gürültülerin kötü ruhları korkutacağına inanılır. Sahalara göre güneş ve ay iki kardeştir. Her ikisi de üstün özellikleri olan ilahlardır. Oyunun cübbesinde güneşin sembolü olarak demirden ve gümüşten yapılan halkalar vardır. Yıldızlardan da Çolpan kutludur. Bugün şamanist olduğu söylenen Türklerin yıldırım ve şimşek hakkında da ilginç düşünceleri mevcuttur. Bunlara göre yıldırım ve şimşeğin hareketleri Ülgen tarafından kontrol edilmektedir. Yıldırım düşen ağaçtan bir parça alıp, saklanırsa, o yere kötü ruhlar giremez. Tuva Türkleri yıldırım ve şimşek çaktığında saçı saçarlar. Çin kaynaklarının Uygurlar hakkında verdikleri bilgilere göre, onlar yıldırım düşmesinden hoşlanırlardı. Gök gürledikçe bağırıp, çağırırlar ve göğe ok atarlardı. Bir yıl sonra yıldırım düşen yerde toplanıp, bir koyun keserek oraya gömerlerdi.
Ölüm halinde yas törenleri düzenlenir, bu sırada acılarını dile getirmek için bağrışarak yüzlerini, gözlerini çizerlerdi. Bundan sonra ölü için yemek verme adeti vardı ki, bu gelenek günümüze kadar gelmiştir. Bütün Türk topluluklarında ölünün hatırasına düzenlenen yok olmaktan gelen "yog"merasimleri tertip edilirdi. Ölen hükümdarlar veya kahramanlar için kabirlerinin başına hayatta iken savaşıp öldürdükleri kişilerin sayısı kadar balballar dikerlerdi. Bu saydıklarımızın hepsi Türklerin semavi dinlere girmeden önceki adetlerinin umumi bir görüntüsüdür. Hatta bunların bazıları Hak dinlere girdikten sonra da, Türklerin dini hayatlarında süregelmişlerdir. Samanlıkta ruhun uçuşu (göklere yükselme veya yeraltına inmesi) ile extase aynı anda meydana gelir. Şaman gerek gökte Bay-Ülgen ile gerek karanlıklar dünyasında Erlik gibi tanrılarla dostluk kurar, onları görür ve onlarla konuşur. Hastanın vücudundan çıkmış olan ruhunu bulur ve geri getirir, yani hastalığı iyi eder. Samanların elbiselerinde her şeklin bir manası olan semboller vardır. O külahlar giyer, maskeler takar. Üzerinde özel tasvirleri bulunan davulunu veya defini çalar. Kendinden geçinceye kadar çeşitli şekillerde zıplar, sıçrar, acaip sesler çıkarır. Bazan da bayılır. Kırgız ve Kazak baksıları Altay ve Saha kamları gibi özel cübbe ve elbise giymezler. Bunları diğer insanlardan ayıran hususiyetleri, perçem ve külahlarına taktıkları kuş tüyleridir. Bazı baksılar bunlara da önem vermezler. Sıradan insanlar gibi gezerler.
Kazak baksıları Altaylı meslektaşlarından farklı olarak kopuz kullanırlar. Kırgızlar kadın baksılara "bübü"derler ki, Bibi'den bozmadır. Kamın cübbesine Altay Türkleri "manyak", Saha Türkleri de "kumu"veya "oyun tangasa"(oyun giyimi) adını verirler. Ayin yapmak için gerekli olan nesnelerin en önemlisi davuldur. Altaylılar ve Sahalar bu davullarına "tüngür"derler. Davul Türkler tarafından tarihin en eski devirlerinden beri kullanılmaktadır. Buna ait Çin kaynaklarında da kayıtlar mevcuttur. Eski Yenisey Kırgızları ye Oğuzlar tarihçi Gerdizî'nin malumatına göre kopuz kullanmışlardır. Bu özelliğiyle de kopuz Türklerin milli çalgısı olmuştur. Yani bugünkü bağlamanın veya sazm atası kopuzdur. Bilindiği gibi Dede Korkut her hikayesinde kopuzuyla ortaya çıkmaktadır. Ad verirken, dua (alkış) ederken hep kopuzunu kullanır. Saha oyunları ise davul bulamadıkları zaman at kuyruğundan yararlanırlar. Her kamın davulu ölümünden sonra bir ormana götürülerek, parçalanıp, bir ağacın dalına asılır. Kamın ölüsü de bu ağacın dibine gömülür. Kamlar mümkün olduğu kadar obadan ve yollardan uzak bir tepeye, hayvan sürülerinin yaklaşamayacağı bir yere demedi lirler.
Eski inanışlara göre, her kamın evinde iki davul bulunur. Bunlardan biri ayinlerde kullanılır, ikincisi de bir köşede saklanır. Bazı istisnai durumlarda kamlar davul yerine yölgö (küçük yay) bulundururlar. Fakat yölgö ile tam bir tören gerçekleştirilemez.
Altay Türkleri davul tokmağına "orbu", Sahalar ise "bula-ayah"derler. Bu tokmak kayın ağacından veya sıgun (geyik) boynuzundan yapılır. Davul tören sırasında kamın ruhu dünyayı dolaşırken taşıt görevini ifa eder. Karada gezerken davul at, tokmak kamçı; sulardan geçerken davul kayık, tokmak kürek; göklere çıkarken kuş vazifesindedir. Doğu Türkistan'ın müslüman bakşıları, davul yerine dap (def) ve dombak kullanırlar. Ayin yaparken def kamın arkadaşı tarafından çalınır, dombakı ise bakşı kendisi çalar. Bazı bakşılar ravab (rübap) denilen üç telli bir saz ile tören icra ederler. Eski Türk dininde ayin ve törenlerin iki kısma ayrıldığı söylenmektedir:
1-Muayyen zamanlarda yapılan ayin ve törenler.
2-Sırf tesadüf olaylar dolayısıyla yapılan özel törenler.
Belirli vakitlerdeki törenler ilkbahar, yaz ve güzün yapılır ki, bunların geçmişi çok eskilere dayanır. Eski Türk sülaleleri bunları dini bayramlar olarak kutluyorlardı. Bahar bayramı müslüman Kazak, Kırgız ve Başkurtlarda "kımız murunduk"adıyla günümüzde bile mayıs ayında yapılmaktadır. Başkurt kadınları ilkbaharı erkekleri karıştırmadan, "karga toy"diye kutlarlar. Bu törende kargalara darı, süt konur. Törene küçük erkek çocukları dahi katılamaz. Türklerin eski inanç sistemine göre aşağı- yukan kurbansız ayin yapılmaz. Kurban mefhumunun da eski Türkçede tam karşılığı kesin olarak bilinmemektedir. Günümüz Türk boylarında tayılga ve hayılga kelimeleri varsa da, mogolcadan geçtiği düşünülmektedir. Saha Türkçesinde kurban anlamına gelen kereh sözü vardır. Oyunun iştirakıyla ruhlara sunulan kurbana denilir. Kurban edilen atın, sırıklara takılan derisine de bu ad verilir. Eski Türk yazıtlarında da bu kelimeyi görmek mümkündür.
Öldü yerine kergek boldı veya uçmağa bardı deyimleri söz konusudur. Sahaların kereh kelimesi de bundan başka birşey değildir. Bu kelimeye yine kurban manasında mogolca ve buryatçada da tesadüf edilmektedir. Kanlı kurbanlardan başka bir de kansız kurbanlar vardır. Saçı, yalma (ağaçlara veya kamın davuluna bağlanan paçavralar), ateşe yağ atma, tözlerin ağızlarını yağlama ve kımız serpme gibi törenler bu kansız kurbanlardır. Kansız kurbanların en önemlisi ruhlara bağışlanarak başı-boş salıverilen hayvanlardır. Bu tür kurbanlara eski Türkler "ıduk"demişlerdir. Bunun kelime karşılığı "salıverilmiş", "gönderilmiş"demektir. Terim olarak "tanrıya gönderilmiş, tanrıya bağışlanmış hayvan"anlamını taşır. Bu hayvana yük vurulmaz, sütü sağılmaz, yünü kırpılmaz. Kansız kurbanlardan olan saçı ise bütün Türk boylarında müşterektir. Bu Türkçe kelime mogolcaya "saçu"şeklinde girmiştir.
Saçıya dini terim olarak saçılga veyahut çaçılga da denir. Saçı her boyun kendi emeğiyle kazandığı en kıymetli ve kutlu saydığı nimetlerden biri olur. Konar-göçer Türklerde bu süt, kımız, yağ; çiftçi Türklerde de buğday, darı, şarap; tüccarlarda ise para olabilir. Bu saçı adetini dünyanın başka kavimlerinde de görebiliriz. Birisi hakkında hayırlı haber verilirken "darısı başımıza"temmennisi de bu eski töreden gelmektedir. Kök Tengri dininin geleneklerini yaşatan bugünkü bazı Türk boylarıyla, müslüman Türklerde evlenme hadisesi sırasında da saçı saçılmaktadır. Burada saçının amacı, yabancı bir soydan gelen gelinin, kocasının ailesi tarafından kabul edilmesi için yapılan gelenektir. Gelinler için birçok şeyler tabu sayılır. Kocasının ve onun soyuna mensup erkeklerin adını söylemek, kayınpederi ve kaymlarıyla konuşmak ayıp karşılanmakta idi. Bu geleneğin son yıllara kadar yaşadığını bizzat ben annemden dinledim. Her tören için kanlı veya kansız kurban sunulması gerekir.
En önemli kurban attır. Attan sonra koyun gelir. Gerek bugün Kök Tengri dinini devam ettiren Türklerde, gerekse müslüman olmuşlarda kurban için en makbul hayvan erkek olanlardır. Dede Korkut hikayelerinin kahramanları Oğuz Türkleri kurban olarak "attan aygır, deveden buğra, koyundan koç"kesmişlerdir. Kırgız ve Kazaklarda da aynı motiflere rastlanılır. Kurban kesilen hayvanların kemikleri kırılmaz. Köpeklere verilmez. Ateşe atılır veya yere gömülür. Bazı özel törenlerden soma kurban kemikleri toplanarak, bir kaba konulup, kayın ağacına asılır. At kurbanlarının kafatası ise bir sırık üzerine konulur. Altay Türkleri ve Sahalar kurban olarak kestikleri âtın derisini bir sırığa geçirip, tıpkı at şekline sokarlar. Buna Altay Türkleri haydara, Saha Türkleri tabık derler Sonbahar bayramı kötü ruhlardan korunmak için yapılırdı. Bu bayrama abası ısıga (kötü ruhlara saçı) adı verilirdi. Bu isme rağmen törenin ilk gününde aydınlık ruhlardan Ulu Toyon, ikinci günde kötü ruhların lideri Arsan Dulay namına ayin gerçekleşirdi.
Kamların diğer insanlar üzerinde tesirler bırakan bu hareketlerinde başarılı olmasının bazı şartları bulunmaktadır. Bu şartlar, kam olma konusunda kendini gösterir. Buna göre kam olmak için ya bir kam ailesinden gelinmeli veya doğrudan doğruya kendi yeteneklerine göre halk tarafından seçilmelidir. Kamlık sanatı öğrenilmekle elde edilemez. Kamlar bağlı oldukları toplulukların gelenek ve göreneklerini iyi bilmelidir ki, ona göre tedavilerde bulunabilsinler. Bunun için genç kamın mutlaka yaşlı ve tecrübeli bir kam tarafından yetiştirilmesi lazımdır.
Sahalarda oyun namzedi mesleğe girmeye hazırlanırken mensup olduğu oymak toplanıp bir dağa veya tepeye çıkar. Namzedin üzerine kumu giydirirler, eline at kılları bağlanmış bir asa tuttururlar. Adayın sağ tarafında dokuz delikanlı, sol tarafında dokuz kız, bunların ortasında da bir ihtiyar oyun yer alır. Yaşlı oyun mesleğe sadakat yemini olan duayı okur ve aday da bunu tekrarlar. Kamlar seleflerinin okudukları duaları ezberlemek zorunda değildir. Çünkü kamların ayin ve vecd halindeyken söylediklerini tesbit etmek de çok zordur. Törenden sonra kendisi de söylediklerini tekrarlayamaz. Bir sürü ruhlara sahiptirler. Bunların bir kısmı kamı korurken, bir kısmı da ona yardım etmekle vazifelidir. Bu ruhların hepsinin kişisel isimleri, özel bir şarkısı ve kendine Özgü simgeleri vardı.
Bu ruhlar büyük çoğunlukla hayvan biçimindedirler. Sibirya kavimlerinde bunlar ayı, kurt, geyik, tavşan ve çeşitli kuşlar, özellikle kartal, baykuş ve karga şeklinde görülebilirler. Mesela yeraltına inerken yanında "ayı perisi", gökyüzüne çıkarken "at ruhu"ndan yardım görür. İhtiyaç halinde o dünyanın her tarafından yardımcı ruhlar çağırır. Bu daveti davulunu veya defini çalarak yapar. Yardımcılarının geldiklerini onların seslerini çıkararak belirtir. Tunguz samanının baş yardımcısı yılan sesini, Eskimo şamanı kurtu, Japon şamanı ren geyiğini taklit eder.
Samanların bu hayvanların gizli dillerini de öğrendikleri söylenmektedir. Davulunu çalarak cinleri ve perileri toplayan oyunun elindeki ip veya asa bir kozmik bölgeyi diğerine bağlayan yoldur . Esasen kamın mistik seyahatlarında kullandığı başka araçlar da vardır. Mesela kayın ağacından yaptığı dokuz basamaklı merdiven, gök kuşağı gibi Genellikle gerçek kamlar dünya malına düşkün değildirler. Onlar hakkında söylenen menkıbelere göre fakir insandırlar. Kamların kendileri de böyle yaşamaya inanmışlardır. Onlar birer hokkabaz olmadıklarını törenler sırasında ekstaz halleriyle gösterirler: Bunu başaramayanlara şarlatan gözüyle bakarlar. Bazı kamlar aynı zamanda kabile veya oymağın öğütçüsü görevini de yüklenir. Öğüt vermek kamın tekamülünü gösterir. Hayatı boyunca kamlar cinsi münasebetten uzak, günahtan arınmış, oruç tutmaya ve susuz kalmaya dayalı bir yaşam tarzını sürdürmek zorundaydı.
Her kamın kendisinin özel ruhları olduğunu söyledik. Altaylı kamlar bu özel ruha "tös"(töz), Sahalar "iyekil"derler. Töz kültüyle, Moğolca ongon kültünün alakası mevcuttur. Töz, bugünkü Türk lehçelerinde asıl, kök, menşe demektir. Eski Türklerin ve bugünkü Altay Türklerinin bu heykelciklere töz adını vermeleri, bunların ataların hatırası için yapıldığını göstermektedir. Gerçekte böyledir. Altaylılar bunlar hakkında "bu babamın tözü, bu anamın tözü"derler. Büyük ve ünlü kamların hatırasına yapılmış tözler de vardır. Moğolların ongon kültüyle alakalı araştırmalar yapan D.Banzarov bu kültün ölü kültüyle ilgisi olduğunu söylemektedir.
1253 senesinde Fransa kralı IX. Ludwig tarafından Moğolistan'a Mengü Han'ın huzuruna elçi olarak gönderilen Rubruk'un bir budist Uygur tapınağında gördüğü putlar hakkındaki malumatından, bu tözler aslı hususunda bir netice çıkarmak mümkündür. Rubruk; "Uygurlar bir Tanrıya inanırlar. Tanrının insan veya başka bir cisim halinde tasvir edilmesini kabul etmezler. Onlara niçin bu kadar putunuz var diye sorduğumda, bizimkilerden birinin herhangi bir yakını öldüğü zaman, onun suretini yapar ve buraya koyar. Biz de bunları ölünün hatırası olarak saklarız"demektedir. Ebu'1-gazi Bahadır Han da tözler hususunda açıklamalar yapmaktadır. Onun anlattığına göre; "bir kişinin oğlu, kızı veya kıymetli bir yakını öldüğü zaman suretini (kugurçak) yapar, evinde saklardı. Ara-sıra bu heykelciği öpüp, severlerdi. Bu suretin önüne yemeklerinin ilk lokmalarını korlardı. Onları okşayarak, koklarlardı. İşte böylece haberleri olmaksızın puta tapmaya başladılar", diyor.
Ebu'lgazi'nin kugurçak dediği nesne, bebek (oyuncak) demektir. Altaylıların tözlerinin büyük çoğunluğu da bebeklerden ibarettir. Ongon kelimesini Çagataylılar, mogolcadan alarak damga, ayırıcı belge anlamında kullandılar. Reşideddin vasıtasıyla bu kelime Osmanlı Türkçesine de geçti. Ongon kelimesini Moğollar, Türkçedeki ıduk yerine de söylerler. Moğollar töz ile ıduku ayırmazlar. Müslüman Türklerde de eski töz ve ongon kültünün izlerine rastlanılır. Doğu Türkistanlı bakşılar hastaları tedavi ederken birçok kugurçakdan (kukla) faydalanırlar. Başkurt ve Tobol bakşıları sıtma hastalığını paçavradan yaptıkları korçaklara (kukla) nakledip, uzaklara götürürler. Özellikle Türklerde ve Mogollarda ongon olarak kuşlar tercih edilmiştir. Kuş gibi tasvir edilen ruhlar daha çok Sahalarla, Dolganda bulunur. İlkbahar ve güz mevsimleri kartalın temsil ettiği ruhun iradesine bağlıdır. Kartal bir defa kanatlarını sallarsa buzlar erimeğe başlar, ikinci defa sallarsa bahar gelir.
Reşidedin'in naklettiği Oguz-name'ye göre Irkıl Hoca Oğuz boylarından herbirine bir kuşu ongon olarak seçmiştir. Orta Asya Türklerince meşhur olan Çingiz-name'de de, Çingiz Han, on iki Türk boyuna, nişan olarak birer kuş, damga ve uran (savaş parolası) ve ağaç tayin etmişti.
Kamlar gerek erkek, gerek kadın olsun bir kast halinde bulunmazlar. Mensup oldukları boy, oymak veya köyün bir üyesi olarak halk içinde yaşarlar. Onların diğer insanlardan üstünlüğü ancak ayin sırasındadır. Ekstaz hali geçtikten sonra diğer ölümlülerden hiçbir farkları kalmaz. Eski Türk dininin izlerini taşıyan bir de efsun olayı vardır ki, Türkçede buna arvaç veya arbag denir. Yılan ve akrep gibi zararlı böcekler tarafından ısırılanlar olursa müslüman Türkler bu efsuncuları çağırarak, okuturlar. Türk folklor bakiyelerinden öğrendiğimize göre öyle arbagçılar vardır ki, ısıran haşaratı kendi yanına kadar çekebilirlermiş. Bazı ha şaratlar ve yılanlar bu arbagçmın yanına ölürler. Bu efsuncular bakşı, kam ya da oyun değildirler: Ocaklı olan her adam efsun öğrenmişse okuyabilir. Arbagçılar, efsunla birlikte faydalı otları kullanmayı da unutmazlar.
Eski Türk dininin geleneklerinden birisi de falcılıktır. Fal eski Türkçede ırk kelimesiyle ifade edilmiştir. Kaşgarlı Mahmud bu kelimeyi "falcılık, kahinlik ve yürektekini dışarı çıkarmak"diye açıklamaktadır3 . Türkiye'nin birçok yerinde "ırk bakmak"deyimi de, fala bakmak demektir. Oğuz destanında geçen Irkıl Hoca'nın adı da bu "ırk"tan geliyor olmalıdır. Sahaların ilk oyununun ismi Argıl'dır ki, bu kelimeyle alakalıdır. Bu şahısların da gelecekten haber verdikleri şüphesizdir. Altaylıların inancında kamdan sonra "ırımcılar"gelir. Bunların saraları tuttuğunda gelecekten haber verirlermiş. Kamlar arasında fal anlamına kullanılan başka bir kelime de tölgedir. Ünlü Kırgız destanının baş şahsiyeti Manas'in arkadaşı Kara-Tölek adlı bir tölgeçidir. Bugünkü Asya Türkleri ve müslüman Türkler de dahil olmak üzere en meşhur fal bakma usulü kürek kemiğiyledir. Etnografya arştırmaları bu tür fala bakmanın aşağı-yukarı bütün dünya milletlerinde olduğunu göstermektedir. Kürek kemiği falı Moğol saraylarında çok önemliydi. Rubruk'un verdiği malumata göre, Mengü Han bir işe girişmeden evvel kürek kemiği falı açtırırdı. Bunun için önce kemik ateşte kızdırılır, sonra bunun üzerinde meydana gelen çizgilere bakılarak yorum yapılırdı. Mesela Mengü Kağan, kemiğin üzerindeki çizgiler düz ise sefere çıkar, değil ise çıkmazdı.
Konar-göçer Türkler aşık kemiğiyle de fal açarla Türk boylarında eski devirlerden beri yaşayan yaygın bir inanç da, Türk Tengrisi'nin Türklerin büyük atasına yada denilen sihirli bir taş armağan etmesidir. Bu taş ile istendiği zaman yağmur, kar, dolu yağdırılır, fırtına çıkartılır. Bu taş her devirde Türk kamlarının ve Türk komutanlarının elinde bulunmuştur. Altay ve Saha Türklerinin inancına göre günümüzde de bu taş büyük kamların ve yadacıların elindedir. Türk lehçelerinde çeşitli şekillerde adlandırılır (sata, cada, cay vs.). İslam kaynaklarında Türklerin bu sihirli taşma "yağmur taşı"ve "cada taşı"denilmektedir. Saha Türklerine göre bu taş at, inek, ayı, kurt gibi hayvanların içinde bulunur. En kuvvetli yada (sata) taşı kurdun karnından çıkarılandır. Onların itikadına göre bu taş canlıdır. İnsan kafasına benzer. Yüzü, gözü, kulağı, ağzı çok açık bellidir. Kadın veya bir yabancının eli veya gözü dokunursa ölür, kuvvetini yitirir. Canlı yada taşı yukarı doğru kaldırılırsa derhal soğuk bir rüzgar eser, yağmur veya kar yağar'.
Türkiye'nin bazı bölgelerinde yağmur yağdırmak için taş okuyup suya atmak adeti, bu yada taşı ile irtibatlıdır. Görülüyor ki, bugünkü Türk inancı bir dinden ziyade, temel prensibi ruhlara, cinlere, perilere emir ve kumanda etmek, gelecekten haber vermek düşüncesi olan bir sihirdir. Bütün bu anlatılanlar sadece Asyalı Türk topluluklarına ait değildir. Ufak tefek değişiklikleri olmakla beraber Şamanizm denilen bu yaşayış Mogollarda, Japonlarda, Eskimolarda, Malezya'da, Avustralya'da, Kafkaslarda, İzlanda ve Kuzey Amerika'da ve Afrika'nın birçok yerinde görülür. Tarihin dini inançları ve telakkileri değişikliklere uğratarak bazan zenginleştirip, bazan da fakirleştirerek akıp gittiğini söyleyen araştıramacılar her dinin içerisinde şamanik unsurların bulunduğunu söylemektedirler. Ve yine araştırmacılar Samanlığın Orta ve Kuzey Asya topluluklarının gerçek itikatları olmadığını da iddia etmişlerdir. Buna göre Şamanizmin özünde asabi hastalıklar yatmaktadır. Kuzey kutbuna yakın bölgelerde şiddetli soğukların, uzun gecelerin, yalnızlığın ve vitaminsizliğin insanların sinir sisteminde tahribata yol açtığı bilinmektedir. Kamların sar'a nöbetine maruz kalmaları buna bağlanmaktadır. Ancak bunlar hakiki hastalardan farklı olarak kendi arzularıyla bu duruma gelmektedirler. Çünkü kamlar kendileri hasta olmaktan ziyade, hastaları iyileştiren kişilerdir. Bu yüzden sağlıklı olmak zorundadırlar. Hatta toplum içinde en akıllı kişilerdir de diyebiliriz. Bütün bu olumsuz şartlarda ortaya çıkan kam aciz durumdaki halkı, ruhlarla temasa geçerek rahatlatırlar. Ayin sırasında kamın ağzından çıkan teselli edici sözlerle avunurlar. Onlar şifahi destan edebiyatının da koruyucularıdırlar. Buryatlarda olduğu gibi, Saha oyununun söz hazinesi 12 bin kelimeyi bulduğu halde, halkın konuştuğu kelime sayısı 4 bini geçmez. Kazak ve Kırgızlarda baksılar şarkıcı, şair, müzisyen, kahin, hekim ve halk menk ı belerinin yaşatıcı farıdırlar.
Daha öncede belirttiğimiz gibi Samanlığın izlerine güney yarım küre ülkelerinde de rastlanmış ve bundan dolayı menşeini sıcak bölgelerde arayanlar da olmuştur. Bunların başında M.Eliade gelmektedir.Mesela, bazı Orta Asya Topluluklarında Ak-Kam, Kara-Kam ayırımının İran tesirli olduğu düşünülmektedir. Altaylılar Ak-Kam, Kara-kam; Sahalar Ayı-Oyun (iyi oyun), Abası-Oyun (şeytani oyun) şeklinde adlandırmalar yaparlar. Ak-Kamlar, cübbe veya külah taşımazlar, davul kullanmazlar. Kötü ruhlar ve karanlık dünyaya ayin yapmazlar, kanlı kurbanlar vermekten sakınırlar. KaraKamlardan ayrı olarak, gündüzleri iyilik ruhları şerefine ayin ve tören icra ederler. Ayin yaptırmak için halk daha çok kara-kamlara müracaat ederler. Bunun sebebi de aydınlık dünyasının ruhlarının insanlara daha az zarar vermelerine inanış olsa gerek.
Saha Türklerinin bereket ve doğum tanrıçası Ayzıt'ın durumu, dokuz erkek ve dokuz kız evlatlı Bay- Ülgen'in hali toprağa bağlı kültürlerin tasavvurlarıdır denilmektedir. Örneğin, kamın aynasının da güney kökenli olduğu, davulunun Budizm yoluyla Hindistan'dan geldiği iddia edilmektedir. Şimdi toparlayacak olursak:
Kamlık bir din değildir. Saha Türklerinin birçok tören ve adetlerinde oyuna iş düşmez. Ancak bugün Şamanizm olarak bilinen itikad ve gelenekler Sibirya kavimlerinin sosyal bünyelerine o derece tesir etmiştir ki, bunları söküp atmak mümkün değildir. Saha Yeri'nde oyunizm bir inançtan ziyade bir meslek durumuna gelmiştir. Saha Türklerinin hayatında Kök Tengri dini çok önemli bir rol oynamış, bugünde Şamanizm olarak adlandırılan bu merasimler oynamaya devam etmektedir. Saha bilim adamlarına göre bugünkü Kut-Sür, eski Türk dininin felsefî, sanat ve tıbbi yönlerini göstermektedir. Hastalara bakmağa ve tedavi etmeğe çağırılan Saha oyunu, eve girdiği zaman tör yerine, yani baş köşeye kurulup oturur. Boz at derisinden yapılan post üzerine bağdaş kurar. Çünkü Sahalarda boz at derisi kutlu sayılan nesnelerdendir. Oyuna akşama kadar birçok çeşit yiyecek ikram edilir.
Saha Türkleri için önemli bir özel ayin de ev yapmak için seçilen yerde yapılan törendir. Sahalar yeni ev kurmak için kutlu bir arsa arar. Bu törene de oyun karışır. Saha oyunizmine ait ilk bilgilerin yüzyıldan kalma olduğu söylenmektedir. Rus işgalinden sonra, süratli bir şekilde Hrıstiyanlık propagandası yapılmasına rağmen, eski Türk dininin izlerini silememişlerdir.
Oyunizm Sovyet dönemiyle birlikte Savaşçı Ateizm ile büyük bir mücadeleye girişmişti. Eski Türkler tabiatta bazı gizli kuvvetlerin varlığına inanmışlardır. Bunlar kutsal (yani ıduk) idiler. Tabiat güçlerine itikad, hemen hemen bütün halk dinlerinde mevcuttur. Fiziki çevrede bulunan dağ, deniz, ırmak, ateş, fırtına, gök gürültüsü, ay, güneş, yıldızlar gibi tabiat şekillerine ve hadiselerine karşı hayret ve korkuyla karışık bir saygı hissi eskiden beri olmuştur". Mesela ziraatçı kavimlerde daha çok bereket tanrıları olarak bazı kuvvetler bulunur.
Savaşçı kavimlerde ise, zafer tanrıları birinci plandadır. Çoban topluluklarda hayvanların yavrulaması veya koyun kırkma zamanlarında özel törenler düzenlenirdi. İşte halk dinlerinin mahalli özelliklerine karşılık, yüksek dinlerde bütün cihana şamil olan hususiyetler vardır. Eski Türklerde ruhların insan biçiminde tasavvurları olmadığından putları da olmamıştır. Fakat ruhlara karşı bir saygı bulunduğundan, kahinlik ve falcılık gibi mesleklere Türkler arasında da tesadüf edilmektedir. Avrupa Hunlarındaki falcılığı Latin kaynakları kaydetmiştir. Ayrıca orijinal Kök Türk harfleriyle yazılı lrk-Bitig adlı fal kitabı ilgi çekicidir. Ancak falcılık ve kahinlik eski ve orta çağ kavimlerinin hepsinde mevcuttur.
Türklerin dini diyebileceğimiz, ancak şimdiye kadar bu dinin ismi hakkında bir belgeye rastlamadığımız, fakat kitabelerden yola çıkarak Kök Tengri dini olarak adlandırabileceğimiz bu inancın temelinde ölmüş atalara saygı, onlar için kurbanlar kesilmesi (ki bu babaerkil toplumlara mahsustur), baba hakimiyetinin ailedeki belirtisi olarak sayılmaktadır. Bu itikata göre insanların ruhu öldükten sonra bile yaşamaktadır. Din tarihi araştırıcıları ve etnologların Türk halkları üzerine yapmış oldukları incelemeler, Kuzey Asya ve eski Orta Asya kavimlerinde Atalar Kültü'nün bulunabileceğini ortaya koymuştur. Asya Hunları her yılın mayıs ayı ortalarında "Kutlu Atalar Mezarlığında kurban keserlerdi.
Türklerde atalara olan saygı, onların mezarlarına yapılan hakaretlerin şiddetli bir şekilde cezalandırılmaları şeklinde de görülür. Mesela Attila'nın Balkan seferi (442), Hun hükümdarlarına ait mezarların, hrıstiyan papazlar tarafından soyulması yüzündendir38. Türkler için büyük hakaret olan bu davranışa hrıstiyan hırsızları, Türk mezarlarına ölülerin değerli eşyalarıyla gömülmeleri sevketmiştir. Çünkü Türkler öbür dünyaya, yani ölümden sonra ikinci bir hayatın varlığına inanıyorlardı. Eski Türkçede "ruh, can"manasına gelen Tin kelimesi kullanılıyordu. Bu aynı zamanda "nefes"demekti. Ölümü nefesin kesilmesi, ruhun bedenden çıkıp uçması şeklinde tasavvur ediyorlar, bazan ölü yerine "uçmak"tabirini kullanıyorlardı. Bugüne kadar kitabeler üzerine yapmış olduğumuz incelemelerde, altı yazıtta biz uçmak terimine tesadüf ettik. Uçmak'ı Türkler aynı zamanda cennet için de kullanmışlardır.
Bazan Türklerin evlerinde atalarının suretlerini tasvir eden töslere rastlanılmıştır. Mesela 13. yüzyılın ikinci yarısında Moğolistan'a giden elçi Rubruk, bir Uygur mabedinde puta benzeyen bazı nesneler görmüş ve putlar nedir diye sormuştur. Uygurlar da bunlar tanrı tasvirleri değil, içimizden biri öldüğü zaman yakınları onun suretini yapar ve tapınaklara koyar, biz de bunları ölünün hatırası olarak saklarız, diye cevap vermiştir. Yani bu durumun ne totemcilikle, ne de kamlıkla bir alakası yoktur. Ancak bu husus bazı diğer kavimlerde ölen kudretli insanların sonradan ilahlaştırılıp, yarı tanrı durumuna sokulacak kadar ileri götürülmüştür. Ölünün daha mutlu yaşayacağına inanılan bazı Hind-Avrupa kavimlerinde ölünün mezarına eşyaları konur, hatta önemli ölülerin akrabaları da öldürülerek yanına gömülürdü. Kuzey Avrupa topluluklarının kutsal hayvanları domuz için yaptıkları ' törenlerde insan kurban ettikleri bilinmektedir. İnsan kurbanı esasen Sami kavimlerinde ehemmiyet taşıyordu. Arabistan'ın kuzey bölgesinde bereket ile ilgili olarak, tabiatı idare eden tanrılara insanlar kurban edilirdi. Tanrının hiddetini yatıştırmak için cahiliye devri Araplarca en kıymetli evlat olan erkek çocuk takdim olunurdu.
Hz. İsa'nın insanlığı kurtarmak için kendisini feda eltiği telakkisi gibi, İslamiyette kutlanan Kurban Bayramı, Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'i kurban etme hikayesidir. Eski Türklerde en büyük kurban, bozkırlı Türk'ün ençok kıymet verdiği hayvan at idi. Orta Asya'nın Türk bölgelerinde, özellikle Altaylardaki kurganlarda, birçok at iskeleti bulunmuştur. Hatta çok enteresandır ki, bugünkü Kazak ve Kırgızların bazılarının Kurban Bayramında dahi at kurban ettikleri söylenmektedir. İnsan kurbanı bozkır kültürünün değil, ziraat kültürünün belirtisidir. Bu mühim noktayı dikkate alan tanınmış kültür tarihçisi W.Eberhard, Türklerde böyle bir adetin mevcut bulunmadığını ve hatta Türkler kendi hakimiyeti altında bulunan bazı kavimlere bunu yasak etmiştir, demektedir.
Türklerin eski inancı Kök Tengri itikadı idi. Kök Tengri bozkır kavimleri inancında tek yaratıcı olarak görünmekte ve din sisteminin merkezinde yer almış bulunmaktadır. Bütün Türk boylarında kurban sunulan en yüksek kutsal varlık Kök Tengri olmuştur. Tanrı tam iktidar sahibidir. Aynı zamanda semavi mahiyeti olduğu için Kök Tengri adı ile zikredilmiştir. İlim adamları Kök Tengri inancını doğrudan doğruya bütün Türklerin ana kültü olarak vasıflandırmıştır.
Kök Tengri itikadının esaslarını aşağı-yukarı Orkun kitabelerinden tesbit etmek mümkündür. Bu yazıtlarda kağan ve begler, Türk milletine yaptığı yardımlardan dolayı, Tanrıyı içten gelen minnet ve şükranlarla anmaktadırlar. Türk kağanlarına siyasi hakimiyetin temeli olan kut Tanrı tarafından verilir. Tanrı izin verdiği için düşmanlar perişan edilmiş ve devlet sahibi olunmuştur. Kitabelerde birçok yerde zikredilen Tengri'ye bazan Türk Tengrisi şeklinde de tesadüf edilmektedir. O zaman milli bir hüviyeti ortaya çıkıyor. Aşinaların hanedanlık kurmaları Tanrı tarafından olmuştur. Bumın ile İstemi'yi Tanrı tahta çıkarırken, Türk milleti yok olmasın diye İlteriş ile İlBilge Katun'u halk içerisinden çekip, yükselten O'dur. Halk kağanı terkettiği zaman Tanrı onları cezalandırmıştır. Savaşlar onun sayesinde kazanılmıştır. Tanrı Kut'a ve Ülüg'e layık olmayanların elinden de bunları almıştır. Yani Tanrı Türk milletinin geleceğini belirleyen en yüce varlıktır. Bütün bunlar Tann'nın eşi ve benzeri olmayan, insanlara yol gösteren, onların varlıklarına hükmeden bir Ulu yaratıcı olduğunu göstermektedir. Açıkça görülmektedir ki, bu semavi Tanrı inancının Şamanik düşüncelerle hiçbir alakası yoktur. Şurası da bir gerçektir ki, ne Şamanizm, ne de diğer Hak dinler Türk'ün bu milli dinine etki yapamamış, yani onu kendi gayelerine hizmet edecek şekle sokamamışlardır.
8. yüzyılda Hazar Türklerinin "bir yaratıcı Tanrı"tanıdıkları, hrıstiyanların "üçlü inancına"karşılık, onların tek Tanrıya iman ettikleri kaynaklarda yazılıdır. 10. yüzyılda bazı Türk boyları arasında dolaşan İbn Fadlan, Oğuzların içlerinden biri zulme uğrar veya sevmediği birşey görürse başını semaya kaldırıp "bir Tanrı"dediklerini söylemektedir. Dini itikad olarak varlığının m.ö. 5. yüzyıla kadar indiği söylenen Kök Tengri'nin Asya Hunları arasında bile tek bir ulu varlığı temsil ettiği kayıtlıdır. Gökyüzündeki tabiat varlıklarının büyük rol oynadığı eski halk dinlerinde güneş, ay ve yıldızların tanrı olarak tanınmalarına karşılık, Türkler göğü bütün olarak sembolleştirmişler ve Kök Tengri itikadı ortaya çıkmıştır. Bu yüzden bu inanç sistemi sadece Türklere özgüdür. Kök Tengri yalnızca kendisine itaat edilmesi gereken, koruyucu bir kudret olduğu halde, diğer varlıklar (güneş, ay, yıldızlar) için önemli bir fonksiyon mevcut değildi.
Mesela Bizans kaynaklarında, Kök Türkler ülkesinde Kök Tengri'nin tek yaratıcı varlık olduğuna; Türklerin ateş, su gibi bazı şeylere kutsallık atfetmelerine rağmen, ancak yer ve göğün yaratıcısı Tanrı'ya taptıkları kaydedilmiştir. Dinler tarihinde tesbit edilen bir hususa göre, hiçbir din saf halde kalmamış, Tanrı herzaman kutsal sayılan ikinci derecede yan varlıklar ile çevrili bulunmuştur. Tarihin en büyük dinlerinde durum böyledir. Hrıstiyanlıkta bir yerine üç olan Tanrı kişiliğinden başka, Meryem Ana, melekler, azizler ve ölü ruhları kutsaldır. İslamiyette, İhlas Suresi'nde "Allah'ın birliği ve vasıfları din felsefesi ve edebiyatında görülmemiş bir şekilde belirtilmiş"olduğu halde Amentü Suresi'nde peygamberlere, kitaplara, meleklere iman vardır. Kök Tengri dininin Türklere mahsus bir inanç olduğu Tanrı kelimesinden de anlaşılmaktadır. Bu kelime bütün Türk dillerinde olduğu gibi, Türkçeden birçok Asyalı kavmin diline de geçmiştir. Eski Türkçedeki Tengri kelimesi bugünkü çeşitli Türk lehçelerinde, her lehçenin fonetik özelliklerine göre tengri, tengere, tangrı, tangara, türe şekillerinde söylenir. Türkçenin asli kelimesi olan Tann'ya yazılı kayıt olarak, en eski M.Ö. 3. yüzyılda rastlanmaktadır. Hiç şüphesiz bundan önce de mevcut idi. Zamanımızdan 2500 yıl evvel, başta eski Yunanlılarda olmak üzere ölümlü ve ölümsüz birçok Tanrının olduğunu görenler, Türklerde tek bir ilahın ve yaratıcı yerine geçen Tanrı kelimesinin varlığına inanmamışlar ve bunu kabul edememişlerdir.
Çinlilerin Türklerden aldığı kesin olan bu kelime eski kayıtlarda (M.Ö. 5. yüzyıl) T'ien şeklinde, Tann manasına kullanılmıştır. Yani Türkler Tanrı'yı dinlerinin en yüksek varlığı olarak kullanmışlardır. Altaylı kamlar Tann'ya dua ederken "yüksekte bulunan büyük atamız tengere, yaratıkları yaratan tengere, yıldızlarla dünyayı süsleyen tengere"diye hitap ederler. Eski Türkçede "gök"(sema) ve "en büyük yaratıcı"mefhumları tek bir kelimeyle ifade edilmiştir. İslam dinini kabul eden Türkler ise gök kelimesini sema, Tengri kelimesini de "Allah"mefhumuna tahsis ettiler. Eski Türkçede hava anlamına gelen "kalıg", İslamdan sonra "gök-sema"manasına kullanılmak istenmişse de, tutunamayarak, sonraları büsbütün unutulmuştur. Tanrı kelimesi yerine Oğuzların kullandığı "çalap"terimi de yaşama imkanı bulamadı. Günümüzde yaşamaya çalışan eski Türk dininin zaman zaman ıslah edilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Son teşebbüs 20. yüzyılın başında Altay Dağlarında görüldü. Bu harekete dünya literatüründe Burhanizm denmektedir. Altay Türkleri ise Ak-Yang (Ak din) demişlerdir. Bu hareket yalnız bozulmuş Şamanizme karşı değil, Rus emperyalizmine karşı da bir baş kaldırı idi.
Burhanizmin kesin başlangıç tarihi belli değildir. Ancak bu inancın Rus hükümeti tarafından ortaya çıkarılması 1904 yılının başlarına rastlar. Bu itikadın temeli bozulmuş, yani içerisine budizm, maniheizm ve sonra bazı semavi dinlerin karıştığı Türk dini ile Rus egemenliğine düşmanlıktır. Burhanizmin belki ilk şeyhi diyebileceğimiz kişi Altaylı bir Türk olan Çet-Çelpen'dir. Karısı ile beraber, 14 yaşında bir kız evlatlığı olan bu Türk Üst-kan kasabasından 20 km uzaklıkta bulunan bir ormanlık bölgede yaşıyor ve burada ibadet ediyordu. Yanına gelenlere bu Akyang'ın ilkelerini öğretiyor ve nasihatlarda bulunuyordu. Çet-Çelpen'in öğretisine göre, Ruslarla beraber yemek yemek, onlarla dost olmak yasaktı. Hatta Rus parası bile kullanılmamalıydı. 20. yüzyılın kamları Kök Tengri Dininin içine birçok akla ve mantığa sığmayan hurafeler soktukları için onlar şeytan işleriyle uğraşıyorlardı. Onların davullarını, cübbelerin'i ve asalarını ateşte yakarak gerçekleri görmeye zorlamak lazımdı. Tanrıya hoş kokulu otların dumanı, süt, şarap ve kımız gibi saçılar da kurban sayılabilirdi. Eğer bu din etrafında birleşirlerse, Rus zulmünden de kurtulmak mümkün olacaktı. Çet-Çelpen bütün vaazlarını çok güzel bir hitabeti olan kızı vasıtasıyla yapıyordu. Bu kızı dinlemek için binlerce kişinin toplandığı oluyordu. Zamanla Çet- Çelpen'in onbinlerce taraftan oldu. Bu Rus hakimiyetinin Altaylarda tehlikeye girmesi demekti. 1904 temmuzunda binlerce Altay Türkü tören için Çet-Çelpen'in çadırı etrafında toplanmışlar, genç kızın ateşli nutkunu ve ilahilerini dinlerlerken, ibadetle meşgul bu silahsız insanlar Rus askerleri tarafından baskına uğradılar. Çet-Çelpen, karısı, kızı ve ileri gelen yirmi kadar müridi tutuklandı. Rus hükümeti Altaylı Burhanistlerin mallarını ve mülklerini yağmaladı. Çet-Çelpen ve arkadaşları ağır ceza mahkemesinde yargılandılar. O zaman Rus devlet dumasında bulunan bazı liberal görüşlü kişiler ve avukatlar onların savunmalarını üstlendiler. Böylece ölüm cezasından kurtuldular. İki yıl sonra Çet-Çelpen Biysk hapisanesinde öldü. Burhanizm hareketi böylece sona ermiş oldu. (ŞAMANİZM VE ESKİ TÜRK DİNİ SHAMANİSM AND OLD TURKİSH RELİGİON adlı Makale Prof.Dr.Sadettin GÖMEÇ/PAÜ. Eğitim Fak.Derg. 1998, Sayı:4)
Türklerin Gök-Tanrı inancı ile ilgili "Gök-tanrı İnancına Sahip Eski Türklerde Oluş/Yaratılış, Evren Kavramı Ve Dokuz Katlı Gök İle Gök-tanrıcı Oluş/Yaratılış İnancının Bilimsel Temelleri"adlı makalem incelenebilir…
Yorumlar
Yorum Gönder