ESKİ ÇAĞDA TÜRKLER
(PROTO-TÜRK VARLIĞI)
Bütün bunlar bize gösteriyor ki, Türk tarihinin de bir eskiçağı vardır. "Türkün Eski Çağı" çalışmamızın I. Bölümünde de ifade ettiğimiz gibi, M.Ö. 3200'lerde Sümerler’in keşfettiği yazı, ile başlar ve 10. yüzyıl ortalarında bir kısım Türkler'in İslam dinine girmesine kadar devam eder.
M.Ö. 3200'lerden M.S. 10. yüzyıl ortalarına kadar uzanan zaman dilimi içerisinde, Türkler’in dünya medeniyet tarihine çok önemli hizmetleri ve katkıları olmuştur.
Zannedildiği gibi tarihte bilinen en eski Türk kavmi Hunlar olmadığı gibi, Türk tarihi de Hunlar'la başlamaz. Görüldüğü üzere, dünyanın çeşitli coğrafyalarında egemen olmuş olan ve değişik adlarla anılan Türk devlet ve topluluklarının mevcudiyeti, çivi yazılı kaynaklardan öğrenilmektedir.
Tarihimizde kurduğumuz devletler arasında, "Türk" adını taşıyan ilk siyasi teşekkül, Göktürk Devleti değildir. Akkad çivi yazılı belgelerinden öğrenildiğine göre, günümüzden yaklaşık 4200 yıl önce Doğu Anadolu'da kurulmuş olan Türki Krallığı, "Türk” adını taşıyan en eski Türk devletidir.
M.Ö. 2. binyıl başlarına ait Asur çivi yazılı kaynaklarında sık sık "Turukkular" adı verilen bir kavimden bahsedilmektedir ki, burada da "Türk" adını açıkça görmek mümkündür.
Sümerler'in gerek filolojik, gerek antropolojik, gerek teolojik ve gerekse arkeolojik belgelerle, en eski Türk kavimlerinden biri olduktan, bugün artık bilinmektedir. Dolayısıyla, tarihi devirlerin başlamasını mümkün kılan yazıyı icat etme şerefi de, bu Türk gurubuna aittir.
Mezopotamya'nın coğrafi şartlarının zorlaması neticesinde "emekte ve nimette müştereklik" esasına dayanan ve Batılı tarihçiler tarafından "Teokratik Sosyalizm" ya da "Mabet Sosyalizmi" denilen rejimi meydana getirenler de onlardır. Bir başka ifade ile ilk sosyalist rejimin mucidi Sümerlerdir.
Yine Mezopotamya'da M.Ö.2650-2550 yılları arasına tarihlenen Er Sülaleler II devrinde, Sümer kentlerinde din ve devlet işleri birbirinden ayrılarak, dünya tarihinin ilk LAİK devlet sistemi meydana getirilmiştir. Bu yetki paylaşımından sonra "LUGAL" unvanını taşıyan krallar sadece devlet işleriyle uğraşmışlar, din işlerini ise tamamıyla rahipler sınıfına bırakmışlardır. Görülüyor ki, günümüz dünya devletlerinin büyük bir kısmının benimsediği lâik devlet sisteminin ilk yaratıcıları yine Türkler olmuştur.
Gelenek hukukunu yazıya geçirerek ilk yazılı kanunları meydana getirenler de yine Mezopotamya medeniyetinde onurlu bir paya sahip olan Sümerler'dir. Urukagina Kanunları (M.Ö. 2375'ler), Ur-Nammu Kanunları (M.Ö.2o6o’lar), Ana İttuşu Kanunları (M.Ö.2060-1960) ve Lipit-İştar Kanunları (M.Ö.1900'ler), Sümerce olarak kaleme alınmış olan kanunlardır. M.Ö. 1750lere tarihlenen Babil kralı Hammurabi’ye ait olan ve onun adım taşıyan kanunların ilham kaynağı, işte bu Sümer kanunları olmuştur.
Aynca Sümerler; sütun, kemer ve kubbe gibi Batı dünyasına ancak binlerce yıl sonra girmiş olan mimari öğeleri, günümüzden 5000 yıl önce başarıyla kullanmışlardır. Başka bir deyişle, tarihte ilk kemer ve kubbe Sümerler'de görülür.
Mezopotamya’da M.Ö. 2350-2150 yılları arasında büyük bir imparatorluk kurmuş olan Sami orijinli Akkadlar'ı yıkan Gutiler'in ya da diğer adıyla Gudların Guzlar yani Oğuzlar olduğu, dolayısıyla Oğuz Türkleri’nin tarihinin günümüzden binlerce yıl öncesine dayanmış olduğu gerçeği de tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmaktadır.
Mezopotamya medeniyetinde rol oynamış kavimlerden Kaslar'ın ve Elamlar'ın da Türkler'le akraba oldukları çünkü bu iki kavmin de, Türkçe'ye yakın ve hattâ avnı dili konuştukları, filolojik delillerle ortaya konmuştur.
Anadolu, 26 Ağustos 1071’de kazanılan Malazgirt Zaferinden sonra Türk yurdu olmuş değildir. Anadolu'da M.Ö. 6 binyıldan itibaren Türk kültürünün izlerini görmek mümkündür. Çünkü, yazılı kaynaklara göre, M.Ö. 3 bin yıldan itibaren Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da yaşadıkları anlaşılan Hurriler'in Türk kökenli oldukları anlaşıldığı gibi, bölgede M.Ö. 5000-3000 yılları arasına tarihlenen Kalkolitik kültür ile M.Ö. 6000-5000 yılları arasına tarihlenen Neolitik kültürün de Hurri Türkleri'ne ait olduğu tespit edilmiştir.
M.Ö. 9-6. yüzyıllar arasında Van Gölü ile İran'daki Urmiye gölü arasındaki toprakları yurt tutarak, burada güçlü bir devlet kuran Urartular da Hurriler'in torunlan olup, bölgedeki Türk varlığını devam ettirmişlerdir.
Anadolu'dan İtalya’ya göç eden Troyalılar ile Avrasya’dan İtalya'ya gelen Saka Türklerı, İtalya'da karışıp kaynaşarak Etrüskler ya da Tursakalar adı verilen kavmi meydana getirmişlerdir ki, Roma medeniyeti, bu Türk kavmine her bakımdan çok şey borçludur.
Bu bilgiler ışığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Orta Asya, Türkler'in yegane anayurdu değildir. Anadolu da Türkler'in en eski vatanlarından biridir. Bizler Anadolu'ya sonradan gelmediğimizi, tam tersine binlerce yıldan beri bu topraklarda oturduğumuz gerçeğini kabul etmeli ve bunu tarih ders kitaplarına taşımalıyız.
Bir kere daha hatırlatmak istiyoruz ki, yukanda da ifade ettiğimiz gibi Türkler'in de bir eskiçağı vardır ve bu konulann çok iyi öğrenilmesi gerekmektedir. Bunun da tek yolu vardır. Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı okullarda okutulan tarih ders kitaplanndaki yanlış bilgileri düzeltmek, hattâ bu kitapları, yeni bilgilerin ışığında tekrar yazmak.
(Kaynak: Eski Çağda Türkler / Prof.Dr.Ekrem MEMİŞ / Çizgi Kitapevi Sayfa:135-136-137)
(PROTO-TÜRK VARLIĞI)
Bütün bunlar bize gösteriyor ki, Türk tarihinin de bir eskiçağı vardır. "Türkün Eski Çağı" çalışmamızın I. Bölümünde de ifade ettiğimiz gibi, M.Ö. 3200'lerde Sümerler’in keşfettiği yazı, ile başlar ve 10. yüzyıl ortalarında bir kısım Türkler'in İslam dinine girmesine kadar devam eder.
M.Ö. 3200'lerden M.S. 10. yüzyıl ortalarına kadar uzanan zaman dilimi içerisinde, Türkler’in dünya medeniyet tarihine çok önemli hizmetleri ve katkıları olmuştur.
Zannedildiği gibi tarihte bilinen en eski Türk kavmi Hunlar olmadığı gibi, Türk tarihi de Hunlar'la başlamaz. Görüldüğü üzere, dünyanın çeşitli coğrafyalarında egemen olmuş olan ve değişik adlarla anılan Türk devlet ve topluluklarının mevcudiyeti, çivi yazılı kaynaklardan öğrenilmektedir.
Tarihimizde kurduğumuz devletler arasında, "Türk" adını taşıyan ilk siyasi teşekkül, Göktürk Devleti değildir. Akkad çivi yazılı belgelerinden öğrenildiğine göre, günümüzden yaklaşık 4200 yıl önce Doğu Anadolu'da kurulmuş olan Türki Krallığı, "Türk” adını taşıyan en eski Türk devletidir.
M.Ö. 2. binyıl başlarına ait Asur çivi yazılı kaynaklarında sık sık "Turukkular" adı verilen bir kavimden bahsedilmektedir ki, burada da "Türk" adını açıkça görmek mümkündür.
Sümerler'in gerek filolojik, gerek antropolojik, gerek teolojik ve gerekse arkeolojik belgelerle, en eski Türk kavimlerinden biri olduktan, bugün artık bilinmektedir. Dolayısıyla, tarihi devirlerin başlamasını mümkün kılan yazıyı icat etme şerefi de, bu Türk gurubuna aittir.
Mezopotamya'nın coğrafi şartlarının zorlaması neticesinde "emekte ve nimette müştereklik" esasına dayanan ve Batılı tarihçiler tarafından "Teokratik Sosyalizm" ya da "Mabet Sosyalizmi" denilen rejimi meydana getirenler de onlardır. Bir başka ifade ile ilk sosyalist rejimin mucidi Sümerlerdir.
Yine Mezopotamya'da M.Ö.2650-2550 yılları arasına tarihlenen Er Sülaleler II devrinde, Sümer kentlerinde din ve devlet işleri birbirinden ayrılarak, dünya tarihinin ilk LAİK devlet sistemi meydana getirilmiştir. Bu yetki paylaşımından sonra "LUGAL" unvanını taşıyan krallar sadece devlet işleriyle uğraşmışlar, din işlerini ise tamamıyla rahipler sınıfına bırakmışlardır. Görülüyor ki, günümüz dünya devletlerinin büyük bir kısmının benimsediği lâik devlet sisteminin ilk yaratıcıları yine Türkler olmuştur.
Gelenek hukukunu yazıya geçirerek ilk yazılı kanunları meydana getirenler de yine Mezopotamya medeniyetinde onurlu bir paya sahip olan Sümerler'dir. Urukagina Kanunları (M.Ö. 2375'ler), Ur-Nammu Kanunları (M.Ö.2o6o’lar), Ana İttuşu Kanunları (M.Ö.2060-1960) ve Lipit-İştar Kanunları (M.Ö.1900'ler), Sümerce olarak kaleme alınmış olan kanunlardır. M.Ö. 1750lere tarihlenen Babil kralı Hammurabi’ye ait olan ve onun adım taşıyan kanunların ilham kaynağı, işte bu Sümer kanunları olmuştur.
Aynca Sümerler; sütun, kemer ve kubbe gibi Batı dünyasına ancak binlerce yıl sonra girmiş olan mimari öğeleri, günümüzden 5000 yıl önce başarıyla kullanmışlardır. Başka bir deyişle, tarihte ilk kemer ve kubbe Sümerler'de görülür.
Mezopotamya’da M.Ö. 2350-2150 yılları arasında büyük bir imparatorluk kurmuş olan Sami orijinli Akkadlar'ı yıkan Gutiler'in ya da diğer adıyla Gudların Guzlar yani Oğuzlar olduğu, dolayısıyla Oğuz Türkleri’nin tarihinin günümüzden binlerce yıl öncesine dayanmış olduğu gerçeği de tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmaktadır.
Mezopotamya medeniyetinde rol oynamış kavimlerden Kaslar'ın ve Elamlar'ın da Türkler'le akraba oldukları çünkü bu iki kavmin de, Türkçe'ye yakın ve hattâ avnı dili konuştukları, filolojik delillerle ortaya konmuştur.
Anadolu, 26 Ağustos 1071’de kazanılan Malazgirt Zaferinden sonra Türk yurdu olmuş değildir. Anadolu'da M.Ö. 6 binyıldan itibaren Türk kültürünün izlerini görmek mümkündür. Çünkü, yazılı kaynaklara göre, M.Ö. 3 bin yıldan itibaren Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da yaşadıkları anlaşılan Hurriler'in Türk kökenli oldukları anlaşıldığı gibi, bölgede M.Ö. 5000-3000 yılları arasına tarihlenen Kalkolitik kültür ile M.Ö. 6000-5000 yılları arasına tarihlenen Neolitik kültürün de Hurri Türkleri'ne ait olduğu tespit edilmiştir.
M.Ö. 9-6. yüzyıllar arasında Van Gölü ile İran'daki Urmiye gölü arasındaki toprakları yurt tutarak, burada güçlü bir devlet kuran Urartular da Hurriler'in torunlan olup, bölgedeki Türk varlığını devam ettirmişlerdir.
Anadolu'dan İtalya’ya göç eden Troyalılar ile Avrasya’dan İtalya'ya gelen Saka Türklerı, İtalya'da karışıp kaynaşarak Etrüskler ya da Tursakalar adı verilen kavmi meydana getirmişlerdir ki, Roma medeniyeti, bu Türk kavmine her bakımdan çok şey borçludur.
Bu bilgiler ışığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Orta Asya, Türkler'in yegane anayurdu değildir. Anadolu da Türkler'in en eski vatanlarından biridir. Bizler Anadolu'ya sonradan gelmediğimizi, tam tersine binlerce yıldan beri bu topraklarda oturduğumuz gerçeğini kabul etmeli ve bunu tarih ders kitaplarına taşımalıyız.
Bir kere daha hatırlatmak istiyoruz ki, yukanda da ifade ettiğimiz gibi Türkler'in de bir eskiçağı vardır ve bu konulann çok iyi öğrenilmesi gerekmektedir. Bunun da tek yolu vardır. Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı okullarda okutulan tarih ders kitaplanndaki yanlış bilgileri düzeltmek, hattâ bu kitapları, yeni bilgilerin ışığında tekrar yazmak.
(Kaynak: Eski Çağda Türkler / Prof.Dr.Ekrem MEMİŞ / Çizgi Kitapevi Sayfa:135-136-137)
M.Ö. 3. Binyıl Ortalarından İtibaren Anadolu-Mezopotamya İlişkileri ve Türk Krallığı
Daha ônce de ifade ettiğimiz gibi, Eski Doğu üçgenini oluşturan üç medeniyet merkezinden Mısır ve Mezopotamya, M.Ö. 4. binyılın sonlarında, kendilerine has birer yazı icat ederek tarihi devirlere girdikleri halde, Anadolu yazıya ancak M.Ö. 2. binyıl başlarında kavuşabilmiştir. Buna rağmen, M.Ö. 3. binyılın son çeyreğinde (M.Ö. 2250‟lerden itibaren) Anadolu‟da neler olup bittiğini dolaylı olarak ôğrenebiliyoruz. Zira, Mezopotamya‟daki Sümer sitelerini teker teker yenerek Mezopotamya‟nın ilk siyasal birliğini sağlayan, ardından da İran, Anadolu ve Mısır gibi ülkelere seferler düzenleyerek Eskiçağın ilk sômürgeci imparatorluğu olmayı başaran Akkadlar, Anadolu üzerine düzenlemiş oldukları seferler hakkında bize ayrıntılı raporlar sunmaktadırlar. Bu raporlardan biri, Akkad imparatorlarından Naram-Sin‟in M.Ö. 2200‟lerde Anadolu‟ya yapmış olduğu askeri bir seferi anlatmaktadır. “Şartamhari Metinleri” adıyla anılan bu yazılı raporda, adı geçen Akkad imparatorunun Sedir Ormanları‟nı (Amanoslar) ve Gümüş Dağları‟nı (Toroslar) aşarak Anadolu‟ya girdiği ve Hatti kralı Pampa‟nın ônderliğindeki şehir devletinden oluşan Anadolu koalisyonuna karşı savaştığı anlatılır. Şartamhari metinlerinin Hattuşaş arşivinde ele geçirilen kopyasının (KBo III, 13 numaralı metin), ilk 7 satırı kırık olup, metin, 8. satırdan itibaren Şôyle devam etmektedir:
8. Bana karşı bütün memleketler isyan ettiler.
9. GuŞua kralı Anmanailu, Pakki kralı Bumanailu
10. Ulluwi (Ullama) kralı Lupanailu, sonra…. kralı…………inmipailu
11. Hatti kralı Pampa, Kaniş kralı Zipani….kralı Nur-Dagan
12. Amurru kralı Huwaruvaş, Paraşi kralı Tişenki
13. Armanu kralı Mudakina, Sedir dağları kralı İşgippu
14. Larak kralı Ur-Larak, Nikku kralı Ur-Banda
15. Türki kralı İlşu-Nail, KuŞaura kralı Tişkinki
16. Toplam 17 kral, ki onlar savaşa girdiler ve ben onları vurdum
17. Hurrilere karşı bütün orduyu seferber ettim ve sonra (tanrılara) şarap takdim ettim.
18. O zaman savaşçılarıma, binlerce düŞman askeri hiç mukavemet etmedi.
Metnin çok bozuk olan arka yüzünde, geceleyin düşman karargahına bir baskın yapıldığı ve onların yenilgiye uğratıldığı anlatılmakta, alınan ganimetlerden eksik cümleler halinde bahsedilmektedir.
Gôrülüyor ki bu metin, Anadolu kôkenli olmamakla beraber, Anadolu hakkında bilgi veren en eski yazılı vesikadır. Bu metinden anlaşıldığı kadarıyla, M.Ö. 3. binyılın sonlarında Anadolu‟da büyük bir devlet yoktu. Ancak, her şehirde küçük bir krallık hüküm sürmekte idi. Aralarında hakimiyet mücadelesi yaptıklarına şüphe olmayan bu şehir devletleri, dıştan gelen tehlikeler karşısında, içlerindeki en güçlü şehir kralının liderliği altında birleşerek, tek bir güç halinde mücadele etmesini de biliyorlardı. Gerçekten, bu vesikada da belirtildiği üzere, Akkad imparatoru Naram-Sin, 17 Anadolu kralının oluşturduğu koalisyona karşşı savaşmış ve onları mağlup etmişti. Bu krallardan biri de metnin 15. satırında geçen Türki kralı İlşu-Nail‟di. Burada geçen “Türki” kelimesinin Türk olduğuna Şüphe olmadığı gibi, İlşu-Nail ismi de kulağa pek yabancı gelmemektedir.
Demek ki, günümüzden yaklaşık olarak 4200 yıl ônce Anadolu‟da değişik ırklardan muhtelif kavimler yaşamakta olup, bunlardan biri de Asya kôkenli Türk kavmi idi.
Öyle sanıyoruz ki, M.Ö. 3500‟lerde Sümer Türkleri Mezopotamya‟ya yerleşirken, muhtemelen aynı tarihlerde Kafkaslar üzerinden gelen bir başka Türk kütlesi de Doğu Anadolu‟ya yerleşerek burada bir Şehir devleti vücuda getirmişti ki, bu, yukarıda adı geçen Türki Krallığı idi. Ancak, M.Ö. 4. ve 3. binyıllarda Anadolu‟da yazı mevcut olmadığı için, bunların yaşantıları hakkında yeterince bilgi edinemiyoruz. Bereket versin ki, yukarıda sôzü edilen çivi yazılı metin (KBo III, 13), hiç değilse M.Ö. 3. binyılın son çeyreğinden itibaren Anadolu‟nun siyasal yaşantısına, bu arada dolaylı olarak Anadolu‟daki Türk varlığına da ışık tutmaktadır.
Bu arada okuyucularımızın kafasında meydana gelmesi kaçınılmaz gibi gôrünen bir meseleye dikkatleri çekmek istiyoruz. Acaba, yukarıda tercümesini verdiğimiz çivi yazılı metnin 13. satırında geçen “Armanu memleketi”nin, bugünkü Ermenilerle herhangi bir bağlantısı var mıdır? Gerçekten ilk bakışta, sôz konusu metnin 13. satırında geçen Armanu memleketi kralının (Lugal Kur. Uru Ar-ma-nu), Ermeni kralı olduğu zannedilebilir. Fakat bu, doğru değildir. Çünkü Ermeniler, Doğu Anadolu bôlgesine M.Ö. 6. yüzyılın başlarında, yani Urartu Devleti‟nin yıkılmasından sonra gelmişlerdir. Öyle sanıyoruz ki onlar, M.Ö. 8. yüzyılda Anadolu‟da güçlü bir devlet kuran Friglerin akrabaları idiler. İki asra yakın kabileler halinde başıboş dolaştıktan sonra, Urartu Krallığı‟nın yıkılmasını fırsat bilerek, gelip onların topraklarına yerleşmişlerdi. Zira, Ermeni adına ilk defa M.Ö. 6. yüzyılda Pers kralı Darius‟un kitabelerinde rastlanıyor. Ermeniler kendilerine hiçbir zaman “Ermeni” dememişler, bilakis kendilerini “Haikh” (Tekil olarak Hai-Hay) olarak adlandırmışlardır. Ermeni ismi tamamen Pers kralının, bôlgenin adına izafeten uydurmuş olduğu bir isimdir. Çünkü bôlgeye, M.Ö. 3. binyıldan itibaren Armanu ya da Armenia denilmekte idi. İşte Pers kralı, hegemonyası altında bulunan ve batıdan gôçmen olarak gelen bu yabancılara, “Armenia bôlgesinde oturanlar” anlamına “Ermeniler” ismini vermişti.Şu hususu da açıklığa kavuşturmakta fayda gôrüyoruz: Ermeniler, kendilerinden ônce bu topraklar üzerinde oturmuş olan Urartuları (M.Ö. 9-6. yüzyıllar) ataları olarak gôstermek istemektedirler. Halbuki, yapılan filolojik tetkikler neticesinde, Ermenilerin kullandığı dilin, Hint-Avrupa kôkenli dillerden olduğu anlaşılmıştır. Buna karşılık Urartuların dili, M.Ö. 3. binyılda Doğu ve Güneydoğu Anadolu bôlgelerinde oturan Hurri kavminin diliyle akraba olup, Asya kôkenli dillerdendir.
O halde, Ermenilerin bôyle bir iddiada bulunmaları, tamamıyla yersiz ve yanlıştır. Çünkü, filolojik açıdan, bôyle bir gôrüŞün haklılığına asla imkan yoktur.
O halde Şunu rahatlıkla sôyleyebiliriz ki, Anadolu, 26 Ağustos 1071‟de kazanılan Malazgirt Zaferi‟nden sonra Türk yurdu olmuş değildir. Türkler, günümüzden yaklaşık 4200 yıl ônce Anadolu‟ya yerleşerek, bu toprakları kendilerine yurt edinmişlerdir.
Şu noktayı da ôzellikle vurgulamak istiyoruz: Biz eğer Anadolu‟yu, Malazgirt Zaferi‟nden sonra yurt edindiğimiz şeklindeki eski bilgileri durmadan tekrar eder ve binlerce yıldan beri bu toprakların bize ait olduğu gerçeğini gôrmezlikten gelirsek, Rumlar ve Ermeniler başta olmak üzere, pekçok Türk düşmanı ortaya çıkar ve bize: “Mademki siz Anadolu‟ya sonradan geldiniz. O halde, geldiğiniz yere (Türkistan/Orta Asya) defolup gidin” diyebilirler. Bu tür yanlışlıklara düşmemek için, tarihimizi çok iyi bilmemiz ve yeni araŞtırmaları mutlak surette gôzden geçirmemiz icap etmektedir.
Prof. Dr. Ekrem Memiş
Türkler Ansiklopedisi Cilt-1
Eski Anadolu’da Türkler ve Türkler’in Anayurdu Sorunu
Ekrem Memiş*
Öz
Bilindiği üzere Anadolu, Eski Yakın Doğu’nun önemli uygarlık merkezlerinden biridir. Üç tarafı denizlerle çevrili bir yarımada olan Anadolu, dünyanın en önemli boğazlarına da sahiptir. Yeraltı ve yerüstü servetleri bakımından son derece zengin bir ülke olan, aynı zamanda değişik iklim türlerinin bir arada yaşandığı Anadolu yarımadası, Asya ve Avrupa kıtalarını da birbirine bağlamaktadır.
Tarihin erken dönemlerinden itibaren, doğudan ve batıdan birçok kavimler göçüne maruz kalan Anadolu toprakları, Doğu ve Batı kültürlerinin içiçe karışıp kaynaştığı ahenkli bir yapı arz etmektedir.
Tarih boyunca Anadolu, pek çok uygarlığın beşiği olmanın yanı sıra, birçok kavmin de yurdu olmuştur. O kavimlerden biri de Türklerdir. Çivi yazılı kaynaklardan öğrenildiğine göre, Türkler’in Anadolu’daki mevcudiyeti günümüzden beş bin yıl öncesine dayanmaktadır. Ancak eğer arkeolojik verileri de dikkate alacak olursak, Türkler’in Anadolu’daki varlıkları günümüzden sekiz bin yıl öncesine dayanmaktadır ki, bu da Anadolu’nun en eski Türk yurtlarından biri olduğu anlamına gelir. Hatta bu durum, Türkler’in gerçek anayurdunun Anadolu mu yoksa Orta Asya mı olduğu meselesinin tartışmaya açılmasına sebebiyet vermiştir.
İşte biz bu çalışmamızda, yazılı ve arkeolojik kaynaklara dayanarak, Türkler’in ne zamandan beri Eski Anadolu’da mevcut olduklarını ve Anadolu’nun Türkler’in gerçek anayurdu olup olmadığı meselesini tartışmaya açacağız.
Anahtar Kelimeler: Eski Anadolu, Türkler, Türkler’in Anayurdu, Orta Asya, Eski Yakın Doğu.
*Prof. Dr., Sinop Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Tarihi Anabilim Dalı, Sinop-TÜRKİYE.
ememis2010@hotmail.com
Turks in Ancient Anatolia and The Problem of Their Homeland
Ekrem Memiş*
Abstract
As it is known, Anatolia is one of the important civilization centers of Ancient Near East. Being a peninsula surrounded by seas on three sides, Anatolia also has the most important straits in the world. The Anatolian Peninsula, which is an extremely rich country in terms of under ground and surface wealth, and where different climate types live together, also connects the Asian and European continents.
Anatolian lands, which have been exposed to the migration of many peoples from the east and west since the early periods of history, present a harmonious structure in which Eastern and Western cultures are intermingled.
Throughout history, Anatolia has been the home of many peoples as well as being the cradle of many civilizations. One of those peoples is the Turks. As it is learned from cuneiform sources, the existence of Turks in Anatolia dates back to five thousand years ago. However, if we take into account the archaeological data, the existence of the Turks in Anatolia dates back to eight thousand years ago, which means that Anatolia is one of the oldest Turkish homelands. In fact, this situation led to the discussion of whether the real homeland of the Turks was Anatolia or Central Asia.
In this study, we will discuss the issue of how long the Turks have been present in Ancient Anatolia and whether Anatolia is the real homeland of the Turks, based on written and archaeological sources.
Keywords: Ancient Anatolia, Turks, The Homeland of the Turks, Central Asia, Ancient Near East.
*Professor, Sinop University, Faculty of Arts and Sciences, Department of Ancient History, Sinop-Turkey.
ememis2010@hotmail.com
Giriş
Bilindiği üzere, Eski Yakın Doğu’nun önemli uygarlık merkezlerinden biri de Anadolu’dur. Anadolu, Avrupa ve Asya kıtalarını birbirine bağlamanın yanı sıra, Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları tarafından da çevrelenmiştir. Üç tarafı denizlerle kuşatılmış bulunan ve Çanakkale ve İstanbul Boğazları gibi dünyanın en önemli su yollarına sahip olan Anadolu’da, değişik iklim türlerini bir arada görmek mümkündür. Birçok akarsu ve göle de ev sahipliği yapan Anadolu toprakları, yeraltı ve yerüstü servetleri bakımından da son derece zengindir.
Kuzeyden ve güneyden yüksek sıradağlarla kuşatılmış olan Anadolu topraklarına ancak doğudan ve batıdan giriş yapılabilir. İşte bu yüzdendir ki, tarihin erken dönemlerinden itibaren Anadolu, doğudan ve batıdan birçok kavmin istilasına maruz kalmış, pek çok uygarlığa beşiklik etmiştir. Dolayısıyla Anadolu, Doğu ve Batı Kültür unsurlarının içiçe karışıp kaynaştığı bir bölge durumuna gelmiştir. Nitekim daha MÖ. 3. Binyıldan itibaren değişik kökenli birçok kavmin bir arada yaşaması ve bu durumun asırlarca devam etmesi, bunun en somut göstergesidir.1
Anadolu’nun tarihi devirlere girmesi, ancak MÖ. 2. Binyılın başlarında mümkün olabilmiştir. Çünkü sözünü ettiğimiz dönemde ticaret yapmak amacıyla Mezopotamya’dan Anadolu’ya gelen Asurlu tüccarlar, beraberlerinde Asur çivi yazısını da getirmişler, böylelikle Anadolu’da da tarihi devirlerin başlamasını mümkün kılmışlardır.2 Halbuki Eski Yakın Doğu’nun Mezopotamya ve Mısır gibi iki önemli merkezinde MÖ. 3200’lerde, aşağı yukarı eş zamanlı olarak yazı keşfedilmiş ve tarihi devirlere girilmiştir. Yazının keşfinden itibaren de her şey kayıt altına alınmaya başlanmıştır. Anadolu’da ise her şeyin kayıt altına alınmaya başlanması, az önce de ifade ettiğimiz gibi, ancak MÖ. 2. Binyılın başlarından itibaren mümkün olabilmiştir. Demek oluyor ki, tarihi devirler, her coğrafyada farklı zamanlarda başlamıştır.
Fakat gerçek olan şudur ki, insanoğlunun kayıt altına alınmış tarihi, yaklaşık 5000 (beş bin) yıllık kısa bir zaman diliminden ibarettir. Halbuki yazının keşfinden önce yaşanmış olan ve literatürde “Prehistorik Devirler” ismiyle zikredilen tarihöncesi devirlerin, yüz binlerce yıl sürdüğü anlaşılmaktadır. Örneğin Anadolu’da taş devri kültürlerinin en eski aşamasını oluşturan Paleolitik döneme ait buluntuların, günümüzden yaklaşık 600 bin yıl önceye ait olduğu hesaplanmıştır. Paleolitik ve onu takip eden Mezolitik devirlerde, insanoğlu kültür seviyesi bakımından toplayıcılık ve avcılık aşamasındadır. Başka bir anlatımla Paleolitik ve Mezolitik devir toplumları, tüketici toplumlardır. Taş devri kültürlerinin üçüncü aşaması ise “Yeni Taş Devri” anlamına gelen Neolitik devirdir.
Gerçekten, adından da anlaşılacağı üzere, Neolitik devir, taş devri kültürleri içerisinde bir yenilik, bir inkılap dönemidir. Kültür tarihçileri de doğal olarak, Neolitik devri, insanlık tarihinin devrim niteliğindeki dönüm noktalarından biri olarak kabul ederler. Çünkü bu devirde insanoğlu, pek çok yeniliğin altına imza atmıştır. Fakat bu yenilikler içerisinde dört tanesi ön plana çıkmaktadır ki, onları aşağıdaki şekilde sıralamak mümkündür:
Ateş, insanoğlu tarafından kontrol altına alınmıştır,
Pişirme tekniği ile seramik imali başlamıştır,
Ziraat keşfedilmiştir,
Yerleşik hayata geçilmiştir.
Görüldüğü üzere, yukarıdaki keşif ve icatların her biri, bir diğerinden kaynaklanmıştır. Gerçekten, Paleolitik ve Mezolitik devirlerden beri mevcudiyeti bilinen ateş, Neolitik devirde insanoğlu tarafından kontrol altına alınmış ve buna bağlı olarak da o güne kadar elde yapıldıktan sonra güneşte kurutulan çanak çömlekler, ateşte pişirilmek suretiyle daha sağlam ve daha kullanışlı hale getirilmiştir.
Neolitik döneme kadar yiyeceğini doğadan temin eden insanoğlu, bu devirde ilk defa olarak ekip biçmeye başlamıştır. Ancak tarımın başlaması, bir başka problemi de beraberinde getirmiştir. Çünkü ekili alanların, yabani hayvanlardan ve dış düşmanlardan korunması gerekiyordu. Bu yüzden, Neolitik devir insanı, ekip diktiğini beklemek için, tarla ve bahçelerin bir köşesine küçük kulübeler kurmuştur. Böylece Neolitik devirde ilk yerleşik hayat başlamış, ilk köy toplumları ortaya çıkmıştır.3
Doğrusunu söylemek gerekirse gerek Eski Doğu gerekse Eski Batı dünyalarında, Neolitik devirde yaşanan gelişmeler, neredeyse birbirinin benzeridir. En azından ziraatın keşfi ve ilk köylerin ortaya çıkması gibi yenilikleri, hemen her yerde görmek mümkündür. Bu devir, Anadolu’da yaklaşık olarak MÖ. 8000-5000 yılları arasına tarihlenmektedir.4 Eski Yakın Doğu’nun diğer coğrafyalarında da Neolitik devir aşağı yukarı bu tarihler arasında ya da bu tarihlere yakın zaman dilimlerinde yaşanmış görünmektedir.
Cilalı Taş Devri olarak da adlandırılan Neolitik devirden sonra, taş aletler yanında az miktarda madenin de kullanıldığı Kalkolitik devir gelir. Az miktarda kullanılan maden, bakır madenidir. Bu yüzden Kalkolitik devire, Bakır-Taş Devri de denilmektedir. Yaklaşık olarak MÖ. 5000-3000 yılları arasına tarihlenen bu devirde, köyler biraz daha büyümüş ve kasaba diyebileceğimiz yerleşim birimleri ortaya çıkmıştır. Üstelik ilk defa olarak bu devirde şehir surları ile karşılaşılmaktadır. Güvenlik nedeniyle ortaya çıktığı sanılan şehir surları, aynı zamanda bağımsızlığın da bir göstergesi olarak kabul edilmektedir.5
Kalkolitik devir, aslına bakılacak olursa, bir geçiş dönemidir. Çünkü bu devir, taş devri kültürleri ile gerçek anlamdaki maden devri kültürleri arasında yaşanmış bir ara dönemdir. Nitekim bu devirden sonra gelen Tunç Devri ile birlikte Anadolu insanı, yepyeni bir döneme girecek, ilk kentler ve ilk kent devletleri ortaya çıkacaktır.
Eski Tunç Devri’nde Anadolu Kavimleri ve Anadolu-Mezopotamya İlişkileri
Anadolu’da Eski Tunç Devri, MÖ. 3000-2000 yılları arasında yaşanmıştır. Eski Tunç Devri’nin ilk aşamasını oluşturan MÖ. 3000-2500 yılları arasında Anadolu’da neler olup bittiğini, yazılı vesikalara sahip olmadığımız için bilmiyoruz. Ancak bu ilk dönemde, araç ve gereçlerin yapımında o kadar çok bakır kullanılmıştır ki, bu yüzden arkeologlar, Eski Tunç Devri’nin bu safhasını “Bakır Çağı” olarak da adlandırmaktadırlar.6
MÖ. 2500-2000 yılları arasına tarihlenen ikinci dönemde ise Anadolu’da gerçek anlamda bir şehir kültüründen söz etmek mümkündür. Mezopotamya kökenli Şartamhari metinlerinden öğrenildiğine göre, bu devir Anadolu’sunda birçok şehir vardır ve bu şehirlerin her biri, birer devlettir. Bu şehir devletleri arasında amansız bir egemenlik mücadelesi yaşanmaktadır.7 Başka bir anlatımla, MÖ. 3. Binyılın ikinci yarısında Anadolu’da üniter bir devlet yapısından söz etmek mümkün değildir. Çünkü her şehirde bir küçük krallık hüküm sürmekte ve bu krallıklar sürekli olarak birbirleriyle çatışmaktadırlar. Ancak ortak çıkarlar ya da bir dış tehdit söz konusu olduğunda, içlerindeki en güçlü şehir devletinin önderliğinde, birlikte hareket etmeyi de bilmektedirler.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Anadolu, MÖ. 2. Binyıl başlarında yazılı devirlere kucak açacaktır. Halbuki Mısır ve Mezopotamya’da MÖ. 3200’lerde yazı icat edilmiş ve tarihi devirler çoktan başlamıştır. Mezopotamya’ya göçmen olarak gelen ve buradaki köy kültürünü şehir kültürüne dönüştüren, daha sonra da yazıyı keşfederek tarihi devirlerin başlamasını mümkün kılan Orta Asya kökenli Sümerler8, şartlar son derece müsait olmasına rağmen, bir araya gelerek merkezi bir devlet kuramamışlar, tam tersine birbirleriyle sürekli mücadele eden şehir devletleri halinde yaşamayı tercih etmişlerdir.
Halbuki MÖ. 2500’lerden itibaren Mezopotamya kentlerine sızmaya başlayan ve bugünkü Araplar’ın en eski atalarından biri olarak kabul edilen Akkadlar9, bir süre sonra Sümer kentlerinde nüfus çoğunluğunu ellerine geçirmişler ve MÖ. 2350’lerde de Sargon’un önderliğinde kendi devletlerini kurmuşlardır. Bu devlet, çok geçmeden dünya tarihinin tanıdığı ilk imparatorluğa dönüşecektir.10 MÖ. 2350-2150 yılları arasında yaklaşık 200 yıl hüküm süren Akkadlar, sadece Mezopotamya, Suriye ve Elam bölgelerini değil, Anadolu’yu da sömürmüşlerdir. Bu sömürü hem ticaret kolonileri kurmak suretiyle hem de Anadolu üzerine yapılan askeri seferlerle gerçekleştirilmiş gibi görünmektedir. Gerçekten, ticari amaçlarla Anadolu’da kurulan ilk koloniler Asurlu tüccarlara değil, Akkadlı tüccarlara aittir. Ancak elbette ki bu dönemde gerçekleştirilen ticaret, “Asur Ticaret Kolonileri Çağı” denilen ve genellikle MÖ. 2000-1750 yılları arasına tarihlenen dönemdeki ticaret kadar canlı ve sistemli değildi. Fakat anlaşılan odur ki, Akkad krallarının Anadolu üzerine yaptıkları askeri seferleri anlatan çivi yazılı metinler, sadece Anadolu tarihi açısından değil, Anadolu’daki Türk tarihi açısından da oldukça önemlidirler.11
Bu metinlerden biri, Hattuşaş arşivinde bulunan ve sonradan Hititçe’ye çevrildiği anlaşılan KBo III, 13 numaralı metindir. Söz konusu metinde Sargon’un torunu Naram-Sin’in Anadolu’daki şehir devletleri üzerine gerçekleştirdiği bir cezalandırma seferinden söz edilmektedir. Çünkü her iktidar değişikliğinde olduğu gibi, Naram-Sin’in tahta çıktığı sıralarda da vasal devletlerin önemli bir kısmı, bağımsızlıklarını tekrardan kazanabilmek umuduyla ayaklanmışlardı. Ayaklanmayı ilk başlatanlar, Akkad egemenliğinden kurtulmak isteyen ve Kiş şehrinde bir araya gelen Mari, Ur, Uruk, Nippur, Umma, Lagaş vs. gibi Sümer kentleri olmuş, aynı zaman dilimi içerisinde Anadolu kentleri de Hatti kralı Pampa’nın önderliğinde bir araya gelerek, Sargon zamanında kaybettikleri bağımsızlıklarını yeniden kazanabilmek amacıyla ayaklanmışlardı.12 Toplam 17 şehir devletinin oluşturduğu bu Anadolu ittifakına karşı Akkad kralı Naram-Sin’in verdiği mücadele, az önce sözünü ettiğimiz KBo III, 13 numaralı metinde, bütün ayrıntılarıyla gözler önüne serilmektedir.
Antik Çağ tarihçilerine göre, söz konusu ayaklanmanın, MÖ. 2250’lerde vuku bulduğu tahmin edilmektedir. İlk 7 satırı kırık olan metnin 8. satırından itibaren, Anadolu şehirlerinin oluşturduğu ittifaka karşı verilen savaş, Akkad kralı Naram-Sin’in ağzından şöyle anlatılmaktadır13:
8- Bana karşı bütün memleketler isyan ettiler.
9- Guşua kralı Anmanailu, Pakki kralı Bumanailu,
10-Ulluwi (Ullama) kralı Lupanailu, sonra………….kralı İnmipailu,
11-Hatti kralı Pampa, Kaniş kralı Zipani, …………kralı Nur-Dagan,
12-Amurru kralı Huwaruwaş, Paraşi kralı Tişenki,
13-Armanu kralı Mudakina, Sedir dağları kralı İşgippu,
14-Larak kralı Ur-Larak, Nikku kralı Ur-Banda,
15-Türki kralı İlşu-Nail, Kursaura kralı Tişbinki,
16-Toplam 17 kral, ki onlar savaşa girdiler ve ben onları vurdum.
17-Hurrilere karşı bütün orduyu seferber ettim ve sonra (tanrılara) şarap takdim ettim.
18-O zaman savaşçılarıma binlerce düşman askeri hiç mukavemet etmedi.
Yukarıdaki ifadeler, çivi yazılı metnimizin ön yüzünde yer alan ifadelerdir. Metnin çok bozuk olan arka yüzünde ise geceleyin düşman karargahına bir baskın yapıldığı ve onların yenilgiye uğratıldığı anlatılmakta, alınan ganimetlerden eksik cümleler halinde bahsedilmektedir.14
Görülüyor ki bu metin, Anadolu kökenli olmamakla beraber, Anadolu hakkında bilgi veren en eski yazılı vesikadır. Bu metinden anlaşıldığı kadarıyla, MÖ. 3. Binyılın sonlarında Anadolu’da büyük bir devlet yoktu. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, her şehirde küçük bir krallık hüküm sürmekte idi. Aralarında hakimiyet mücadelesi eksik olmayan bu şehir devletleri, dıştan gelen tehditlere karşı içlerindeki en güçlü şehir beyinin liderliği altında birleşerek tek bir güç halinde mücadele etmesini de biliyorlardı. Gerçekten, bu vesikada da belirtildiği üzere, Akkad imparatoru Naram-Sin, 17 Anadolu kralının oluşturduğu ittifaka karşı savaşmış ve onları mağlup etmişti. Anadolu ittifakının içinde yer alan krallardan biri de metnimizin 15. satırında ismi zikredilen Türki kralı İlşu-Nail’di.15
Demek oluyor ki, günümüzden yaklaşık olarak 4250 yıl önce Anadolu’da muhtelif kavimler yaşamakta olup, bunlardan biri de Türk kavmi idi. Burada bahsi geçen Türk krallığı yerli bir krallık mıydı yoksa Orta Asya’dan gelen Türkler tarafından mı kurulmuştu? Aslında bu sorunun cevabı, sözünü ettiğimiz Şartamhari metinlerinin içerisinde saklıdır. Çünkü yukarıda ismi zikredilen Akkad kralının Anadolu seferini anlatan bu metinde, MÖ. 3. Binyıl Anadolu kavimlerinden de söz edilmektedir. Bu kavimler; Hattiler, Luviler ve Hurriler’dir. Türki Krallığı, Hurriler’in oturduğu Doğu Anadolu Bölgesi’nde kurulan krallıklardan biridir. Peki, Hurriler kimlerdir?
Hurriler’in Kimliği Meselesi ve Türki Krallığı
MÖ. 3. Binyılın son çeyreğinden itibaren, Eski Yakın Doğu dünyasının en eski yazılı kayıtlarında Hurriler16 adıyla anılan bir halk grubundan bahsedilmeye başlanır. Hurriler’in asıl anayurtlarının neresi olduğu sorusunun kesin bir cevabı yoktur. Bazı bilim insanları Transkafkasya’daki Kura-Aras Bölgesi’ni önerirken, bazıları da onların anayurdunun Doğu Anadolu Bölgesi olduğunu öne sürerler. Bu arada şunu da belirtelim ki, eskiden Hurri kültürünün kökeninin Transkafkasya ve Kuzeybatı İran’da olduğu iddia ediliyordu. Dolayısıyla bu kültürün kuzeyden Doğu Anadolu Bölgesi’ne ve buradan da güneydeki Kuzey Suriye’ye kadar indiği sonucu çıkarılıyordu. Ancak Transkafkasya ve Kuzeybatı İran’da yapılan kazılarda, en eski kültürün Kalkolitik devre ait olduğu ve bundan daha eskiye, yani Neolitik devire gidemediği kesinlikle tespit edilmiştir. Buna karşılık Elâzığ bölgesindeki höyüklerde yapılan arkeolojik kazılarda, Kalkolitik devirden önceki Neolitik devir kültürünün mevcudiyeti kanıtlandığı gibi, Neolitik-Kalkolitik ve Tunç Devri kültürleri arasında da hiçbir kopukluğun olmadığı anlaşılmıştır. Üstelik bu üç kültürün aynı karakteri taşıdığı, dolayısıyla bu kültürlerin yaratıcılarının aynı kavim olduğu sonucuna varılmıştır. Prof. Dr. Kılıç KÖKTEN’in Eşkini-Sefini’de bulduğu Paleolitik öncesine ait aletler, bu bölgedeki yaşamın, Paleolitik devir öncesine indiğine işaret ettiği gibi, Pulur ve Tepecik’te rastlanan Neolitik tabakalar, bölgenin kültür tarihini MÖ. 6000’lere kadar geriye götürmektedir. Kazılarda çıkan hububat çeşitleri ve ehli hayvan kalıntıları ise burada MÖ. 5000’lerden itibaren geniş çaplı bir tarım kültürünün varlığını ortaya koymaktadır. Prof. Dr. Afif ERZEN’e göre, yukarıdaki bulgular şu sonucu ortaya çıkarmaktadır:” Çok geniş bir coğrafi alana yayılan Erken Hurri Kültürü’nün köklerinin Doğu Anadolu Bölgesi’nde olduğu ve böylece buradan güneyde Kuzey Suriye’ye, kuzeyde Transkafkasya’ya ve doğuda da Kuzeybatı İran içlerindeki Urmiye Gölü’ne kadar yayıldığı, bugün artık kesinlikle anlaşılmıştır.”17
Prof. Dr. Afif ERZEN, yukarıdaki bilgileri bize Türk Tarih Kurumu Yayınları arasında neşredilen Doğu Anadolu ve Urartular isimli eserinde aktarmaktadır. Afif ERZEN, adı geçen eserinde (s.16) ayrıca Hurriler’in konuştuğu Hurrice’nin de tıpkı Türkçe ve Sümerce gibi Asyenik dillerden olduğunu ve Ural-Altay dil grubuna girdiğini vurgulamaktadır ki, bu, çok önemli bir tespittir. Zira bu durum, Hurriler’in en eski Türk kavimlerinden biri olduğunu ve Anadolu’nun da en az 8000 (sekiz bin) yıldan beri Türk yurdu olduğunu kanıtlamaktadır. Bir başka ifade ile Proto-Türk kavimlerinden biri olduğu anlaşılan Hurriler, Anadolu’nun en eski sahiplerinden biridirler. Bu kavmin Anadolu’daki kültürel geçmişinin 8000 (sekiz bin) yıl geriye gitmesi, Anadolu’nun Türk’ün ikinci vatanı değil, Orta Asya ile birlikte en eski Türk yurtlarından biri olduğunu göstermektedir. Hatta bize öyle geliyor ki, Akkad metinlerinden tanıdığımız Doğu Anadolu’daki Türki Krallığı’nı kuranlar da Hurriler’den bir gruptu.
O halde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Anadolu, Türk’ün en eski yurtlarından biri olmanın yanı sıra, Türk adını taşıyan ilk devletimiz de Anadolu toprakları üzerinde kurulmuştur. Üstelik Anadolu’nun 26 Ağustos 1071’de kazanılan Malazgirt Zaferi’nden sonra Türk yurdu olduğu tezi de kesinlikle doğru değildir. Malazgirt Zaferi’ni kazananlar, Müslümanlığı kabul etmiş olan Türkler’dir. Şunu unutmayalım ki, İslamiyet’ten önce de Türkler vardı ve onlar dünya tarihinde çok önemli başarıların altına imza atmışlardı. Bu nedenle, İslam dinine girmeyi milat olarak kabul eden ve İslam öncesi dönemlerde yaşayan Türk devlet ve topluluklarının başarılarını görmezden gelen tarih anlayışına kesinlikle karşı olduğumuzu, bir kez daha vurgulamakta fayda görüyoruz.
Proto-Türk kavimlerinden biri olduğu anlaşılan ve Anadolu’nun en eski kavimleri arasında gösterilen Hurriler, MÖ. 16. yüzyılın ortalarında GAP Bölgesi’nde güçlü bir devlet olarak ortaya çıkan Mitanni Devleti’nin kuruluşunda da etkin bir rol üstlenmişlerdir.18 Öyle ki, MÖ. 14. yüzyılın süper güçleri arasında Mitanni Devleti de vardır.
MÖ. 13. yüzyılın sonları ile 12. yüzyılın başları arasında cereyan eden ve yaklaşık 50 yıl sürdüğü anlaşılan Ege Göçleri (Deniz Kavimleri Göçü)19 sonunda Hitit Devleti başta olmak üzere, Mitanni ve III. Babil (Kaslar) devletleri yıkılmışlardır. Firavunların yönetimindeki Mısır Devleti ise vermiş olduğu uzun soluklu ve amansız mücadele sonunda güçlükle ayakta kalmayı başarırken, Asur Devleti, göç yolları üzerinde bulunmadığı için, hiçbir zarar görmeden ayakta kalmayı başarmıştı.20 Şimdi o, Eski Yakın Doğu’nun en güçlü devleti olarak kendisini görüyordu ve yegâne amacı, Anadolu’ya hâkim olmak ve Akdeniz ticaretinde de söz sahibi olabilmekti.21
Fakat Asur Devleti, kolaylıkla gerçekleştirebileceğini sandığı bu amacının tahakkukunda ummadığı yeni bir bela ile karşılaşmıştı. Bu bela, Arami Göçleri idi.22 Gerçekten de Ege Göçleri’nin sebep olduğu kaos ortamından çöl sakinleri de yararlanmağa kalkışmışlar ve kültür merkezlerine doğru akın etmeğe başlamışlardı. Tarihte Sami kavimlerin üçüncü büyük göçünü teşkil eden Arami Göçleri’nin karakteri, Ege Göçleri gibi yakıp yıkıcı bir akın şeklinde değil, tersine aralıksız bir sızıntı halinde asırlarca devam etmesidir. İşte bu yüzdendir ki, Asur Devleti, gelişimini istikrarlı bir şekilde sürdürememiş, bazen ilelerken bazen de geri adım atmak zorunda kalmıştır. Özellikle MÖ. 11. ve 10. asırlar, tam anlamıyla Aramiler’in pek çok bölgeyi istila ettiği bir zaman dilimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu zaman dilimi içerisinde Aramiler’den Bit-Zamani Kabilesi doğuda Diyarbakır civarına, Bit-Adini Kabilesi Fırat nehrinin büyük kıvrımı içerisine, Bit-Agusi Kabilesi Fırat ile Karasu arasına, Bit-Gabbar Kabilesi Gaziantep civarına, Bit-Brutaş Kabilesi de Kayseri civarına kadar sokulmuş idiler.23 Eğer Asur kralları, bu bedevilere karşı amansız bir mücadele vermeselerdi, belki de Anadolu’nun tamamı Arami çapulcularının eline geçecekti. Gerçekten, başta Asur kralı I. Tiglat-Pileser (MÖ.1114-1074) olmak üzere, MÖ. 11. ve 10. yüzyıllarda iktidar olan tüm Asur kralları, Arami yürüyüşünü durdurabilmek için büyük çaba harcamışlardır. Ancak Asur krallarının onları durdurma konusunda kesin bir başarı elde ettikleri söylenemez.
MÖ. 9. yüzyıl ortalarında ortalık durulduğu zaman, Asur Devleti, rafa kaldırdığı hayallerini yeniden gerçekleştirmeye koyuldu. Fakat bu, biraz zor olacak gibi görünüyordu. Çünkü bu iki asırlık zaman dilimi içerisinde Eski Yakın Doğu’nun ve özellikle de Anadolu’nun siyasi tablosu tamamen değişmişti. Gerçekten, bir zamanlar Hurriler’in yaşadığı Doğu Anadolu Bölgesi’nde şimdi güçlü bir devlet olarak Urartular sahneye çıkmışlardı. Orta Anadolu Bölgesi’nde Frig Devleti hakimdi. Frig Devleti ile Urartu Devleti arasındaki topraklarda ise kendilerini Hititler’in bakiyesi olarak kabul eden Geç Hitit Şehir Beylikleri vardı. Ayrıca Kuzey Suriye’de bir zamanlar Hitit tabiyetinde yaşamış olan Halep ve Karkamış gibi büyük şehir devletleri de mevcudiyetlerini devam ettiriyorlardı.24 Asur’un Anadolu’yu ele geçirebilmek ve sıcak denizlere inebilmek için, şimdi bütün bu güçlere karşı mücadele etmesi gerekiyordu. Ancak Asur’a karşı en büyük direnci, Urartular gösterecektir. Bu yüzden, Urartular’ı biraz daha yakından tanımakta fayda vardır.
Urartular ve Hurri-Urartu Bağlantısı
Urartu dili üzerinde yapılan filolojik tetkikler göstermiştir ki, bu dil, Hurri dilinin bir devamı olup, Asya kökenli dillerdendir. Başka bir anlatımla Urartular, Hurriler’in torunlarıdır ve Batılı birtakım sözde bilim insanlarının kasıtlı olarak uydurdukları gibi Urartular’la Ermeniler arasında hiçbir bağ yoktur. Çünkü az önce de ifade ettiğimiz gibi, Urartu dili Hurri dilinin devamıdır ve Türkçe’ye akraba dillerden biridir.25 Daha da açık söylemek gerekirse, Urartular da Proto-Türk kavimlerinden biridirler ve onlar, MÖ.9.-6. yüzyıllar arasında Doğu Anadolu’daki Van Gölü’nden İran’daki Urmiye Gölü’ne kadar uzanan topraklar üzerinde yaklaşık üç asır egemen olmuşlardır.
Van bölgesinde kazı ve araştırmalar yapan Prof. Dr. Afif ERZEN, Prof. Dr. M. Taner TARHAN, Prof. Dr. Oktay BELLİ, Prof. Dr. Veli SEVİN, Prof. Dr. Altan ÇİLİNGİROĞLU ve daha birçok Türk bilim insanının gayretleriyle Urartu tarihini aydınlatacak yazılı ve arkeolojik belgeler ortaya çıkarılmıştır. Ayrıca çağdaş Asur krallarının bırakmış olduğu kitabeler de Urartular’a ilişkin bilgilerimizi önemli ölçüde artırmıştır.
Söz konusu belgelerden öğrenildiğine göre, Urartular, MÖ. 13. yüzyılın başlarından MÖ. 9. yüzyıl ortalarına kadar, “Nairi” ve “Uruatri” adlarını taşıyan iki ayrı konfederasyonun çatısı altında küçük beylikler halinde yaşamışlardır. Bu döneme, “Urartu’nun Proto Tarihi” ya da “Urartu’nun Arkaik Çağı”26 gibi isimler verilmektedir. Bu toplumların ırki kökenleri, yukarıda da belirttiğimiz gibi, MÖ. 3. Binyılda Anadolu’da yaşayan Hurri halkına dayanmaktadır. MÖ. 13. yüzyılda, gelecekteki Urartu Devleti’nin temellerini oluşturan “Uruatri” ve “Nairi” adlarını taşıyan iki büyük siyasi birliğin, “Feodal Beylikler Konfederasyonu” şeklinde tarih sahnesine çıkmasının en başta gelen sebebi, Asur tehlikesi idi.27
Gerçekten, MÖ. 2. Binyılda Kerkük civarı merkez olmak üzere, Kuzey Mezopotamya’ya hâkim olan Hurri-Mitanni Devleti’nin28, Hitit kralı I. Şuppiluliuma (MÖ. 1380-1335) tarafından yıkılması ve parçalanması neticesinde, bu politik güç tarih sahnesinden çekilmiş, Asur kralı I. Salmanassar (MÖ. 1274-1245) da varlığını devam ettirmeye çalışan bu devletin kalıntısına son darbeyi indirmişti.29 MÖ. 13. yüzyılın sonları ile 12. yüzyılın başlarında olmak üzere iki aşamada cereyan eden Ege Göçleri ise, bu tampon devletin tamamen ortadan kalkmasına neden olmuştu. Bu olayla birlikte Eski Yakın Doğu’nun siyasi dengesi bozulmuş ve göçlerin yıkıcı etkisinden coğrafi konumunun uzaklığı dolayısıyla kurtulan Asur Devleti, Eski Yakın Doğu’nun “Süper Gücü” olabilmek için çaba sarf etmeye başlamıştı. Eğer Asur bu hayalini gerçekleştirebilirse, tarihi boyunca değişmez bir doktrin olarak gönlünde yaşattığı Doğu Akdeniz Bölgesi’ni ve ticaretini ele geçirdiği gibi, Anadolu topraklarının zenginliklerine de yeniden kavuşabilirdi. Bu doktrine işlerlik kazandırabilmek için, her şeyden önce ekonomik yönden güçlü olmak gerekiyordu. Ekonomik yönden güçlü olmak için de ilk aşamada, Asur’a daha yakın olan Doğu Anadolu’nun madenlerine sahip olmak ve onları işletmek, yapılabilecek en akıllıca işti. Ayrıca bu bölgede oturan kavimler vergiye bağlanarak iyi bir gelir temin edilebilirdi.30
Doğu Anadolu üzerine yapılan seferlerle ilgili Asur kaynakları incelendiğinde görülecektir ki, bu seferlerin temel gerekçesi, ekonomik kaygılardır. İşgale yönelik devamlı ve kalıcı bir Asur egemenliği söz konusu değildir. Böylece, bu tarihe kadar aralarında herhangi bir siyasi birlik bulunmayan Doğu Anadolu’daki bağımsız “Feodal Beylikler”, güneyden gelen bu yeni tehlike ile yani Asur tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardı. Bu tehlike onları, aralarında birleşerek güç birliği yapmaya zorlamış ve önce “Uruatri”, kısa bir zaman sonra da “Nairi” adı altında tarih sahnesindeki yerlerini almışlardı. Bu olay, MÖ. 13. yüzyıldan itibaren, Asur etkisine yönelik bilinçli bir karşı tepki olarak yorumlanabilir.31
Asur Devleti, Anadolu’yu her bakımdan ele geçirmeyi planladığı MÖ. 11. yüzyıl ortalarında, daha önce sözünü ettiğimiz Arami tehlikesi ile karşı karşıya kalmış, bu tehdidi bertaraf edebilmek için yaklaşık iki asır uğraşmak zorunda kalmıştır. Bunun doğal bir sonucu olarak, MÖ. 11. yüzyıl ortalarından MÖ. 9. yüzyıl ortalarına kadar, Asur kralları, Doğu Anadolu ile ilgilenmeye fırsat bulamamışlardır. Bu ise Uruatri ve Nairi konfederasyonlarının işine yaramış, giderek güçlenmelerini ve hakimiyet alanlarını genişletmelerini mümkün kılmıştır.
Uruatri ve Nairi feodal beyliklerinin veya kabilelerinin birleşmek suretiyle bir devlet meydana getirmeleri, MÖ. 9. yüzyılın ortalarında gerçekleşebilmiştir. I. Sarduri (MÖ.840-830), “Birleşik Urartu Devleti’nin gerçek kurucusudur”.32 Başkent Tuşpa (bugünkü Van) da bu kral tarafından kurulmuştur. Bundan sonra Urartu tahtına İşpuiniş ve Menua adlı krallar çıkmıştır.
Menua, askeri başarılarının yanı sıra imar faaliyetlerinde de bulunmuş, stratejik noktalara kaleler inşa ettirmiş, bu kaleleri birbirine bağlayan yollar yaptırmıştır. Ayrıca bugün “Şamran Suyu” olarak bilinen ve Van’ın içme suyunu taşıyan su kanalı da Menua tarafından inşa ettirilmiştir. 51 kilometre uzunluğundaki bu kanal, Urartu su mühendisliğinin gerçek bir şaheseridir.33 Gerçekten, bu kanalın ünü günümüze kadar ulaşmış ve hatta ismi türkülerimizde bile geçer olmuştur. O türkülerden birinin sözleri şöyledir:
“Edremit Van’a bakar,
İçinden Şamran akar.
Öyle bir yar sevdim ki,
Her gören ona bakar.”
Menua’dan sonra Urartu tahtına oğlu I. Argişti, I. Argişti’den sonra da II. Sarduri (MÖ. 764-735) geçmişlerdir. II. Sarduri zamanında Urartu Devleti en geniş sınırlarına ulaşmış, Önasya dünyasının en güçlü krallığı haline gelmiştir. Ancak Urartu kralı I. Rusa zamanında, MÖ. 714 yılında, Asur kralı II. Sargon’un Musasir kentini ele geçirmesi ve burada muhafaza edilen tüm Urartu hazinesine el koyması, Urartu Devleti’ni ekonomik yönden zayıflatmış, ekonomik zayıflık ise siyasi çöküşü hızlandırmıştır. Ancak Asur, bu fırsatı yeterince değerlendirememiştir. Çünkü tam bu sıralarda Kafkaslar üzerinden Doğu Anadolu’ya giren Türk kökenli İskit34 ve Kimmer35 kavimleri bir taraftan Urartu Devleti’ni yıpratırken diğer taraftan da Asur’u hayli meşgul etmişler ve Asur’un Anadolu üzerinde mutlak bir denetim kurmasına engel olmuşlardır. Kimmerler daha sonra Orta Anadolu içlerine yürüyerek, MÖ.690 yılında Frig Devleti’ni ortadan kaldırmışlardır. Batıya doğru yürüyüşlerini sürdüren Kimmer akıncıları, İyonya’nın zengin şehirlerini de yağmalamışlardır. Doğrusunu söylemek gerekirse, Kimmer istilası 80 yıl kadar sürmüş ve bu 80 yıllık dönemde, Anadolu halkları Kimmerler karşısında tir tir titremişlerdir. Lidya kralı Alyattes, MÖ. 609 yılında Kimmer istilasına son vermiştir.36 Herodotos’un naklettiği bilgilere bakılacak olursa, Kimmerler’in arkasından Anadolu’ya giren İskitler ise 28 yıl Doğu Anadolu’ya hükmettikten sonra geri dönmüşler ve Kırım yarımadası merkez olmak üzere, Kimmerler’in boşalttığı Güney Rusya topraklarında Büyük İskit İmparatorluğu’nu kurmuşlardır.37 Bu devlet yaklaşık bin yıllık bir ömür sürdükten sonra, MS. 2. yüzyılda Gotlar tarafından yıkılmıştır.38
Bütün bunlar bize gösteriyor ki, özellikle MÖ. 1. Binyıl Anadolu’sunda Türk kökenli kavimler çok faal bir rol üstlenmişlerdi. Urartu Devleti’nin, üç yüz yıl boyunca o dönemin süper gücü olarak kabul edilen Asur’a kafa tutması, Kimmerler’in 80 yıl Anadolu’ya hükmetmeleri, İskitler’in Asur hudutlarını sürekli olarak taciz etmeleri, bu hareketliliğin en somut göstergeleridir. İşte bu kargaşa ortamında önce Asur İmparatorluğu MÖ. 612 yılında Babilliler ve Medler’in ortak hareketi sonunda yıkılmış,39 kısa bir süre sonra, MÖ. 609 yılında Urartu Devleti de tarih sahnesinden çekilmiştir.40 MÖ. 7. yüzyıl sonlarından MÖ. 6. yüzyıl ortalarına kadar (MÖ. 612-550 yılları arasında), Anadolu’nun doğu yarısı Medler’in egemenliği altında yaşamış ise de MÖ. 550 yılında Pers kralı II. Kyros, Med egemenliğine son vererek Anadolu’nun doğu kesiminin yeni sahibi olmuş, MÖ. 547 yılında Lidya kralı Kroisos’u da yenilgiye uğratıp, tüm Anadolu’yu Pers hakimiyeti altına almıştır.41
Anadolu Persler’den sonra Büyük İskender ve haleflerinin, ardından Romalılar’ın egemenliği altında yaşamış, daha sonra ise Bizans’ın hakimiyet sahası içerisinde yer almıştır. İşte bu dönemde Anadolu, özellikle Avrupa Hun Devleti’nin mükerrer saldırılarına maruz kalmış, Bizans imparatorları Hun hakanlarına ağır vergiler ve savaş tazminatları ödemek zorunda kalmışlardır.
Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere, 1071 hadisesinden çok daha önceleri de Anadolu, Türkler’in yurt tuttuğu ve çoğu zaman da at koşturduğu bir coğrafyadır. Başka bir anlatımla, Anadolu coğrafyası, Türkler’e yabancı bir coğrafya değildir. Türkler binlerce yıldan beri bu topraklar üzerinde oturmaktadırlar. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, 26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferi’ni kazananlar, İslam dinini kabul etmiş olan Türkler’dir. Ancak onların kazandığı zaferde bile Müslüman olmayan Türkler’in önemli payları olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü Bizans ordusunda bulunan Türk kökenli Uzlar, Peçenekler ve Kumanlar, Müslüman olmamalarına rağmen, Selçuklu Türkleri’nin kendileri ile aynı dili konuştuğunu görerek, Bizans ordusunu terk edip Türkler’in safına geçmişler ve Alp Arslan’ın Romen Diyojen karşısında galibiyete ulaşmasında büyük pay sahibi olmuşlardır. Böylece anlıyoruz ki, kavimleri ya da insanları birbirine bağlayan en önemli faktör, “din birliği” değil, “dil birliğidir”.
Anadolu’da yaşayan Proto-Türk kavimlerini ana hatlarıyla da olsa, tanıtmaya gayret ettik. Tarihçilerin çözüm bulması gereken önemli sorunlarımızdan biri de Türkler’in gerçek anayurdunun neresi olduğu meselesidir.
Orta Asya Türkler’in Gerçek Anayurdu mudur?
Bugün dünya coğrafyasında Türk’ün yaşamadığı yer, hemen hemen yok gibidir. Öyle zannediyoruz ki, bu coğrafi yaygınlık, Türk milletinin tarih sahnesine çıktığı en eski dönemlerden itibaren, belirli bir bölgeden dünyanın farklı bölgelerine gerçekleştirdiği sayısız göç hareketiyle izah edilmektedir. Türk’ün, göçlere başlamadan evvel oturduğu bu bölgenin, genellikle Orta Asya olduğu kabul edilir. Fakat burada sorgulanması gereken asıl mesele şudur: Orta Asya gerçekten Türk’ün yegâne anayurdu mudur yoksa Türk’ün başka anayurtları da var mıdır? Daha da önemlisi, başka milletler pek az göç hareketinin içerisinde yer alırken ya da hiç göç etmezken, Türkler’in çok sayıda göç hareketinin içerisinde faal olarak rol oynamalarının sebepleri nelerdir? Türkler Avrupalı bilim insanlarının iddia ettiği gibi, medeniyetten nasibini almamış barbar ve göçebe bir kavim midir?
Yerli ve yabancı birçok bilim insanı, Orta Asya’yı, Türk’ün anayurdu olarak kabul etmektedirler. Ancak hemen belirtelim ki, Türkler Orta Asya’nın tamamında değil, belirli bir bölgesinde oturuyorlardı. Bu bölgenin sınırları da tam olarak belli değildir.42 Bununla birlikte, son araştırmalar, Türkler’in ağırlıklı olarak Altay dağlarının eteklerinde yaşadığını göstermiştir.43 Filolojik tetkiklerden anlaşıldığına göre Türkler, tarihi kesin olarak tespit edilemeyen bir dönemde doğuya, batıya ve güneye doğru göç etmişlerdir.
Birçok bilim insanı, bu göçlerin muhtemel sebeplerini sıralarken, iklim şartlarının değiştiğine, büyük bir kuraklık felaketinin yaşandığına, hayvanlar için elzem olan otlak yerlerinin azaldığına ve eskiden mevcut olan bir iç denizin kuruduğuna dikkat çekmektedirler. Bu olumsuzluklara doğal afetler ve dış baskılar gibi nedenleri de ekleyen bilim insanları, bazı Türk gruplarının ister istemez dünyanın farklı bölgelerine göç etmek zorunda kaldıklarını da ifade ederler.
Yukarıda sıralanan bu tahmini nedenlerin bir kısmını kabul etmekle birlikte, bir kısmının kabul edilemez olduğu kanaatindeyiz. Örneğin, eskiden mevcut olan bir iç denizin kuruması yüzünden bazı Türk gruplarının göçe kalkışmasını anlamak mümkün değildir. Çünkü günümüzden binlerce yıl önce deniz suyunu arıtarak içme suyu haline getiren teknoloji mevcut değildi. Tuzlu olan deniz suyunu sulama amaçlı olarak da kullanmak mümkün olmadığına göre, iç denizin kuruması, bir göç hareketinin temel nedenlerinden biri olamaz. Üstelik böyle bir denizin gerçekte var olup olmadığı da tartışmalıdır. Göç nedenleri arasında gösterilen kuraklık hadisesi de kafaları karıştırmaktadır. Eğer gerçekten büyük bir kuraklık felaketi yaşandıysa ve bu durum uzun yıllar devam ettiyse, o bölgede oturan bütün Türk gruplarının göç etmesi gerekirdi. Halbuki bazı Türk grupları göçe zorlanırken, bazıları bölgedeki yaşantılarını devam ettirmişlerdir.44
O halde, anayurt kabul edilen bölgeyi terk eden Türk grupları için daha mantıklı bir senaryo oluşturmamız gerekmektedir. Bize göre, en mantıklı senaryo şöyle olabilir: Altay dağlarının eteklerinde yaşayan Türkler, genellikle hayvancılıkla geçiniyorlardı. Zaman içerisinde o kadar çoğaldılar ki, bu topraklar onlara yetmez oldu. Çok geçmeden Türk grupları arasında otlak kavgaları başladı. Mücadeleyi kaybeden gruplar, bölgeyi terk etmek zorunda kaldılar. Böylece Orta Asya’dan dünyanın diğer yörelerine göçler başladı. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bu göçlerin ne zaman başladığını tam olarak bilemiyoruz. Ancak Orta Asya’dan gerçekleştirilen göç hareketinin bir defaya mahsus olmadığı, belirli zaman aralıklarıyla bu göçlerin devam ettiği anlaşılıyor.45
Türk grupları, dünyanın muhtelif bölgelerinde yeni kültürlerle temasa gelirken, anayurt kabul edilen bölgede de birtakım Türk kültürlerinin ortaya çıktığı görülüyor. Bu kültürler; Afanesyovo Kültürü46(MÖ. 2500-1700), Andronovo Kültürü47(MÖ. 1700-1200), Karasuk Kültürü48(MÖ. 1200-700), Tagar ve Taştık Kültürü49(MÖ.700-100) ve Anav Kültürü50(MÖ. 4000-1000) gibi adlarla anılmaktadırlar.
Bu kültürler içerisinde Anav Kültürü’nün önemli bir ayrıcalığı vardır. Batı Türkistan’da Aşkabad yakınlarındaki Anav bölgesinde yapılan arkeolojik kazılardan anlaşıldığına göre, bu kültürün insanları güneşte kurutulmuş tuğlalardan yapılmış evlerde oturuyor; koyun, sığır gibi hayvanlar besliyor, ayrıca çiftçilik de yapıyorlardı. Başka bir anlatımla, Anav insanları, hayvancılık ile ziraatı bir arada yürütüyorlardı.51
Diğer taraftan, Anav insanının Mezopotamya ve Hindistan istikametinde yayılarak, Sümer ve Mohenja-daro kültürlerini yarattıkları tahmin edilmektedir.52
Ancak aktarmış olduğumuz bütün bu bilgiler, Orta Asya’nın en eski Türk yurdu olduğunu kabul etmemiz için yine de yeterli değildir. Çünkü her şeyden önce, Orta Asya’dan gerçekleştirilen büyük göçün zamanı tam olarak bilinmemektedir. Kaldı ki, Orta Asya’da Türkler’e ait olduğu iddia edilen buluntular da MÖ. 5. Binyıldan daha eskiye gidememektedir. Daha ziyade hayvancılıkla geçinen ve otlak yerleri bulabilmek telaşıyla devamlı olarak yer değiştirmek zorunda kalan toplumlardan günümüze kalıntılar bırakmalarını beklemek de çok akılcı bir yaklaşım değildir. Orta Asya’daki en eski Türk Kültürü Anav Kültürü olup, o da MÖ. 4000’lere kadar geriye gitmektedir. Halbuki Anadolu’daki Türk kültürüne ait kalıntılar, günümüzden 8000 yıl öncesine aittir. Demek oluyor ki, eldeki mevcut kanıtlar, Anadolu’daki Türk kültürünün daha eskiye gittiğine işaret etmektedir. Bu şartlar altında, “Orta Asya Türkler’in yegâne anayurdudur” diye kesin ifadeler kullanmak, bilimsel gerçeklerle bağdaşmaz. Eğer eldeki bulgulara göre bir hüküm vermemiz gerekirse, en eski Türk yurdunun Anadolu olduğunu söylememiz icabeder. Fakat biz yine de daha temkinli bir ifade kullanmayı tercih ediyor ve diyoruz ki, Orta Asya’nın dışında da Türk yurtları vardır ve bunların en eskilerinden biri de Anadolu’dur.
Sonuç
Bütün bu bilgiler ışığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Anadolu, binlerce yıldan beri Türkler’in yurt tuttuğu bölgelerden biridir. Türkler’e ait maddi kalıntıların MÖ. 6. Binyıl başlarına kadar geriye gitmesi, Anadolu’nun yaklaşık 8000 (sekiz bin) yıldan beri Türkler’in yurdu olduğunu göstermektedir. Hatta bize göre, Anadolu belki de Türkler’in gerçek anayurdudur. Orta Asya da Türkler’in en eski yurtlarından biridir. Ancak bu bölgeyi, Türk’ün yegâne anayurdu olarak göstermek ve bütün Türkler’in dünyaya Orta Asya’dan gerçekleştirilen göçlerle yayıldığını iddia etmek, bilimsel gerçeklerle bağdaşmaz. Üstelik Orta Asya’dan yapılan göç hareketi için tarih ders kitaplarında sıralanan nedenlerin önemli bir kısmının da sorgulanması icabeder.
Bütün bunlar bir yana, “Türk” adını taşıyan ilk devletimiz de Anadolu toprakları üzerinde kurulan ve çivi yazılı metinlerde de ismi zikredilen Türki Krallığı’dır. Başka bir ifadeyle, çoğumuzun zannettiği gibi “Türk” adını taşıyan ilk devletimiz, Orta Asya’da Ötüken bölgesinde kurulan Göktürk Devleti değildir.
Türkler’in Anadolu’yu 26 Ağustos 1071’de kazanılan Malazgirt Zaferi’nden sonra yurt edindikleri şeklindeki yaygın kanaatin de bize göre hiçbir geçerliliği yoktur. Bu hadiseyle Türkler’in Anadolu’yu kendilerine ikinci vatan yaptıkları tezi, tamamen uydurmadır ve Batılılar’ın bir dayatmasıdır. Böylelikle bizim Anadolu’yu işgal ettiğimizi kanıtlamaya çalışmaktadırlar. Halbuki daha önceki sayfalarda da ifade ettiğimiz gibi, Anadolu toprakları, bizim en eski vatanımızdır. Çivi yazılı belgeler de zaten bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Turukki Krallığı
Turukki veya Turuk, MÖ 20. ve MÖ 19. yüzyıllarda Güney Azerbaycan ile Hazar'ın güney kısmında yaşamış olan Türk boyu.Guti devletinin parçalanmasından sonra Azerbaycan arazisinde -daha sonra Medya erken devletinin şekilleneceği yerde- küçük çarlıklarını kurmuşlardır.
Milattan önce bin yıllar boyu antik Azerbaycan'da yaşayan Türk boyları 3-4 bin yıl önce çeşitli kollara ayrılmış, bir kolu Türkistan tarafına göçmüş, diğer kolu ise Urmu gölü havzasında kalmıştır. Doğuya giden Türkler V. asırdan sonra Büyük Göktürk İmparatorluğu'nu kurmuşlar. Bu Türkler hakkında Çin kaynaklarında, Orhon-Yenisey Türk anıtlarında ve diğer kaynaklarda yeterli malumat vardır. Çeşitli dillerde yazılmış belgelerde tukyu (Çin), türküt (Moğol), tork (Fars, Ermeni) ve kendi dillerinde türük, türk biçiminde adlandırılan Türklerin şark kolu bilimsel literatürde geniş olarak aydınlatılmıştır, lakin ata vatanda kalan Türkler hakkında bu söylenemez, çünkü şimdiye kadar bu sahada araştırma yapılmamış, yalnız Akkad yazılarında bir-iki yerde adı turukki şeklinde okunan toplulukların Türk olması fikri söylenmiştir.
Antik Azerbaycan'da Türk adlı boylar MÖ 3 bin yılda kurulan Aratta, Guti, Lulu devletleri zamanında görünürde olmasalar da, bu devletlerin kurulmasında diğer Türk boyları ile birlikte katılmışlar. Guti sülalesinin hakimiyette olduğu çağda (XXIII asırda) Akkad ordusunun Kuzey bölgelerde çarpıştığı 17 topluluktan biri de tourki veya Turki şeklinde anılan boydur. Dicle çayının yukarı kolunda Subarların Turxu adlı şehri de sonraki Asur yazılarında kaydedilir. Mari belgelerinde adı geçen Türkler ise Dicle'nin sol yakalarında, Urmu gölü yakınında yaşıyorlardı. Guti devleti dağıldıktan sonra ortaya çıkan Türk adlı boylar bu arazilerde Guti, Lulu, Subar, Kuman adlı diğer Türk boyları ile birlikte II bin yıl boyu Asur, Hurri–Mitanni, Kassi, Babil ve Elam devletlerine karşı çarpışmışlar.
Şimdiki Irak–Suriye sınırı yakınında Fırat çayının batı yakasında Fransız bilginlerinin yürüttüğü kazı eski Mari şehrinin çar arşivini ortaya çıkarmıştı. Çivi yazısı ile yazılmış tabletlerin (kil levhaların) metinleri yirmi yıl sonra 1950 yılından başlayarak, Georgies Dossin tarafından Louvre Müzesi haberlerinde seriler halinde yayımlandı. Yirmiden fazla metinde turukku şeklinde okunmuş boy adı vardı. İlk defa bu adın Türklerle ilgili olduğunu söyleyen H. Z. Koşay iki tablette turukku sözü olan satırı 1982 yılında Bükreş'te yayımlanan bir ilmî bültende bastırmıştır. 1989 yılında S. Bayram turukku sözü olan daha 11 tablet olduğunu kaydetmiştir. Azerbaycan tarihçilerinden Z. Yampolski, Yusif Yusifov [12], S. Əlyarov (1996) da Asur metinlerinde hatırlanan turukku veya turukki boyunu türk saymış ve bu adın çeşitli zamanlarda ve çeşitli dilli yazılarda türük//török//turuk//türki şeklinde kullanıldığını kaydetmişler.
Kaynakça
^ Fritz Hommel – Geschichte Babyloniens und Assyriens, 2016 (ilk yayım: 1885)
^ F. Cəlilov – Azər xalqı, II. nəşri Bakı, 2006
^ Q. Qeybullayev – Azərbaycan türklərinin təşəkkül tarixindən, Bakı, 1994
^ Z. Bünyadov, Y. Yusifov – Azərbaycan tarixi, Bakı, 2006
^ Azərbaycan tarixi, Bakı, 1994, s.80.
^ Ziyafet Eyvazova - "LÂTİN ALFABESİNDEN KİRİL ALFABESİNE, KİRİL ALFABESİNDEN LÂTİN ALFABESİNE GEÇİŞ SÜREÇLERİNDE AZERBAYCAN BASINI" - Ankara-2008. s.26.
^ Зийадхан Нябибяйли - "ЗЯНЭЯЗУРУН АЛТУН ТАЪЫ ЛАЧЫН" - Бакы - 2009. s.156, 253.
^ Азярбайжан Милли Елмляр Академийасы Ялйазмалар Институту вя «Елм вя тящсил» няшриййаты - Филолоэийа мясяляляри No. 8. Бакы – 2013. ISSN 2224-9257. s.6-13.
^ Казымов Г.Ш. Мцасир Азярбайъан дили. Морфолоэийа. Бакы, «Нурлан», 2010. s.4-6.
^ German Archaeological Institute. Department Teheran, Archaeologische Mitteilungen aus Iran, Vol. 19, Dietrich Reimer, 1986, p. 90
^ F. Cəlilov – Azər xalqı, II nəşri Bakı, 2006, səh 40 – 46
^ Y. Yusifov – Qədim Şərq tarixi, Bakı, 1994
-Anadolu ve Yunanistan’ın en eski halkı sayılan Pala*lar kimlerdi? Ünlü Hititolog ve Asurolog Emil Forrer*, 1920 yılında doktora hocası Eduard Meyer’e yazdığı mektupta şöyle der: “Luvilerin (Işık Ülkesi/Doğu’nun Çocukları) [ataerkil] Hititler’den çok daha önemli bir ulus olduğu anlaşılmaktadır. [Anaerkil] Hatti Krallığı Kültürü taşıyan Luviler’in, bu kültürü Anadolu’da geliştirip, [ataerkil] Hititler tarafından devralındığı da giderek belli olmaktadır.“ (L:1056) Luwi’ler Yunan kaynaklarında Anadolu halkıdır, Hattu’lar da öyle. Demek ki, Neolitik’te Kızılırmak kavsi içindeki bereketli topraklara yerleşen halk Hat-tu** olarak okunmuş olsa da, Palalar /Bala’lardı.
*Kuş yavrusu. Gökyüzüne, Gök-tanrıya uçarak ulaşabilen şaman inancına bağlı dişiler ve yavruları.
**Kh-at-tu olarak hecelenirse, “ölümsüz göksel kızlar”.
Anadolu’nun Ege Denizi kıyıları, yani Batı Anadolu [Batı] Luwiler’in Ülkesi’dir. Ancak, paylaştığım haritada doğuda da bir Luwi ülkesi bildirimi var ki, başkenti Hattuşa görülüyor. O halde burada da, yine bir dışlama-dışlanma var ve anaerkil Hattu’lar, verimsiz topraklara doğru Kızılırmak kavsinin dışına Luwi’leri attılar ve sonra da, güneyden kendilerini rahatsız eden asi Luwi’ler’i kuzeyden Hitit ordusu ile bastırarak itaat altına aldılar.
*Yun. Palaios (eski) halk; paleo-litik (eski taş)
H’omeros Dönemi*ndeki Yunanlılara göre Pelasgların nasıl bir millet olduklarını ve Ilyada yazarının onlara hangi gözle baktığını ortaya koymak da faydalı olacaktır: "İlliade-Odysse"de, Truva'nın müttefiklerinden biri olarak adı geçen Pelasglar “ölümsüz” (tanrısal/anaerkil) halktır. "Larissa şehrinin beslemiş olduğu, sağlam süngülü Pelasg kabileleri de vardır. Yunanlı kahraman Akhillos arkadaşı Patrokl'u savaşa gönderirken, onun sağ-salim dönmesi için Pelasgların Baştannsına dua eder. (P:476) Odyssea'da Pelasgların adı, Girit adasında oturan milletler aras~ında yer alır. Burada da Pelasglar "tanrısal" diye nitelenmiştir. H’omer'in Pelasglar’a derin hayranlık beslediği muhakkak gibi görünmektedir.(P:477)
* İzmir, Mö. 9. Yüzyıl.
En eski zamanlarda Pelasgların dini bir çeşit Animizm idi. Bilindiği gibi, insanlık tarihlerinin ilk döneminde tabiat kuvvetlerine tapmış ve tanrılarına “dağ tanrısı” , "orman tanrısı ", "sabah tanrıçası ", "Gecenin ruhu", "eşiğin koruyucusu" gibi adlar vermişlerdi.(P:478) Görüyoruz ki, palasg/pala/bala’lar, en eski (paleolitik) halklardandır. En eski halklar ise, Ortayontmataş’tan itibaren Altay-Yenisey-Lena’da yaşamakta ve çeşitli göçlerle dünya karalarına yayılmaktadır. Sümer, Mari, Elam, Hatti, Hurri, Hiksos, Kassit, Luristan demircileri bunlardandır(TAK:61). Palasglar da Türk-Altay Antropolojik Tipi (TAAT) taşımaktadır. Tarihte Pelasglara İtalyada Etrüsk, Anadolu’da balalar olarak rastlanmaktadır. Homer'in Truvalıların müttefikleri arasında saydığı Pelasglar da şüphesiz Anadolu Pelasgları idi.(P:478)
Herodot* kendi zamanında Yunanistan (Grekya) olarak bilinen ülkenin, daha önceki adının "PELASGIA" olduğunu söyler. Herodot'un bu cümlesi bize aşağıdaki sonuçları çıkarmaya hak vermektedir: 1. Pelasglar Yunanistan’ın ilk ahalisi ve ilk sahipleridirler. 2.Pelasglar yer yer bütün Yunanistan’ı işgal etmişlerdir. 3.Herodot'un Yunanistan'ın eski adının Pelasgia olduğunu söyleyiş tarzından, bu gerçeğin o dönemde herkesçe bilindiği anlaşılmaktadır.(P:479)
*Bodrum. Mö. 484.
Pelasgların etnik menşeini tayin edebilmek için şunları alt alta yazalım: I- Pelasgların dili [ataerkil] yunancadan farklı bir dil idi. (P:481) 2-Pelasglar gibi Türkler de [Karadeniz] ve Akdeniz’e kuzeyden gelmiş, hem de bir defa değil, tarihte birçok defalar, çeşitli adlar altında gelmiş bir millettir. 3- Türkler tarihte hep oradan oraya göçmüşlerdir.(P:483) Bu yüzden onlara Sümerlilerde olduğu gibi Kongar’lar denilmektedir. 4. Türklerin imarcı bir millet olduğunu hatırlamak için Anadolu’yu çeşitli mimari eserleri ile ne kadar güzelleştirmiş olduklarını hatırlamak yeterlidir. Hatta bütün Orta Doğuyu, Mesopotamya’yı dolduran [tarihöncesi] mimari eserlerinin kaynağı nedir? Pelasglar Proto-türk idiler ve başka şey olmaları mümkün değildir.(P:484) [Anaerkil] Pelasglar Mö. 4. By’da Yunanistan’a ulaşmışlar [ve Avrupa’ya tarımı iletmişlerdi]. [Ataerkil] Yunanlılar ise Mö. 3. By’da ortaya çıktılar.(P:486) Neden? Çünkü, anaerkil uyumlu ve barışçıl topluluk, yine asi erkekleri dışlamaya başlamış ve bunlar binyıl sonra oldukça kabarık bir nüfus oluşturmuş, yine “ana ve kızkardeşlerinin” başına çöreklenmeye kalkışmışlardı.
Thomson’a göre, Pelasglar ve Pelasg kökenli olan Truvalılar [Tur-ova:Turan], Kafkasya yoluyla kuzeyden Anadolu’ya inmiş bir halktır. Yunanlıların “Tyrsenler” dedikleri Etrüskler de Pelasgların bir koludur (Thomson, cilt 1, s. 192-196-290-308).(AH) Kurt klanı (Luu) soyundan olan Etrüsk ve Troyalılar da, anaerkil Hattu ve Luwi’ler de, Hurriler de aynı ortak kültürün, buralara göçlerle attığı Yenisey-Lena’lı Altay anaerkil halkı ölümsüz As’ların bir kolu değil miydi?
P: PELASGLAR KIM IDILER ? ADILE AYDA. BELLETEN. Temmuz 1982. Cilt: XLVI Sayı : 183. TÜRK TARIH KURUMU.
TAK: Türk-Altay Kuramı. Semih Güneri. Kaynak Yayınları, İstanbul. 2017.
AH: Batı ve Güney Anadolu’nun Arkaik Halkları – Belgesel Tarih. Yağan Ümit ÖZVERİ.
https://www.belgeseltarih.com/bati-ve-guney-anadolunun-arkaik-halklari-2/
TRAKYA VE ANADOLU ‘NUN GİZEMLİ HALKLARI
Mys’ler ve Teukr’lar,”Asya Trakyası”,”Avrupa Trakyası”,Hunlar”
–Türkçenin Beşbin Yılı
"Get'ler (Getac),Traus'lar ve Thesselya'daki Kreston halkının kuzeyindekiler hariç muhtelif isimler taşıyan Trakyalılar her hususta aynı örf ve adetlere sahiptirler.(Herodot V.3).
"Önce Strymon'lılar adı ile Strymon'da oturan 2 Trakyalılar,Asya'ya geçince Bithynler adını aldılar.Onların ifadelerine göre oradan Mys'ler ve Teukr'lar (Teukri=Truvalılar) tarafından çıkarılmışlardır.(VII.75)
Strabon'da bazı ek bilgiler verir:
"Yunanlılar Getlerin (Gotlar) Trakyalı olduklarını zannederlerdi.Bunlar İster (Tuna) ırmağının her iki tarafında da yaşadılar.Aynı bölgede Trakyalı Mys'ler (Mysoi) yaşadılar ki bunlara şimdi (trakyalı) Moes'ler yada (Moesi)deniliyor.Bu Mys'lerden şimdi Lidyalılar ,Frigyalılar ve Truvalılar arasında yaşayan Misyalılar türemiştir.(STRABON III)
Homeros Truva savaşlarında Trakyalıların Truvalıların yanında savaştıklarını söyler.(İLYADA II.)
Ksenophon Boğaziçi'nin heriki tarafında uzanan Asya Trakyası ile Avrupa Trakyasından söz eder.Asya Trakyası hakkında şunları yazar:
Asya Trakyası Byzantium'dan Ereğili'ye( Heraclea )kadar uzanır...Bu iki şehir arasında Yunanlılara dost bir şehir yoktur.Burada sadece Trakalılar ve Bithynler (Bithinia'lılar) yaşarlar.(VI.4)
THYN (<Türkçe HUN) demektir.
Heredot Kral Krezus'un idaresinde bulunan milletler arasında "Trakyalı Thynleri (Thyni) ve Bithynleri gösterir.(I 28.) Ksenephon ise Thyn'lerin Avrupa Trakyası yerlileri olduğunu ve onların her türlü düşman içerisinde gece savaşlarında en tehlikleli düşman olduğunu yazar.(7.II)
Strabon 3 Thynlerin Anadolu Trakyasında da yaşadıklarını söyler:
"Çoğu yazarlar vaktiyle Bithynleri Mys'ler olarak adlandırdıkları halde bu yeni ismi ülkeye yerleşmiş olan Trakyalılardan aldıklarını -Trakyalı Thynler ve Bithynler -kabul ederler ve delil olarak ,bugün bile Trakyada belirli insanların Bithynler olarak çağrıldıklarını ve Thynler içinde Apollenya ve Salmodessos (Boğaziçi ile Sakarya deltası arasındaki şehirler) yakınındaki kıyının Thynia olarak adlandırıldığını ileri sürerler.
Selahi Diker – ANADOLU’DA ONBİN YIL/ TÜRKÇENİN BEŞBİN YILI
Yorumlar
Yorum Gönder