Soğuk kış günü Sırtında bir palto bile yokken İstiklal Marşımızı yazan ve para teklifini reddeden, "Allah bu millete bir daha İstiklal marşı yazdırmasın bu milleti esir etmesin" diye dua eden Milli şairimiz Mehmed Akif Ersoy'u saygı ve rahmetle anıyoruz.
Ruhu şad mekanı Cennet olsun
İSTİKLAL MARŞI
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal...
Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
'Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va'dettigi günler hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı:
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şuheda fışkıracak toprağı sıksan, şuheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na'şım;
O zaman yükselerek arsa değer belki başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!
Mehmet Akif ERSOY
Mehmet Akif Ersoy'a ait olan bu şiir 12 Mart 1921 tarihinde TBMM tarafından ulusal marş olarak kabul edildi.
MİLLİ ŞAİRİMİZ MEHMET AKİF ERSOY'UN ÖZLÜ SÖZLERİ:
"Asımın nesli diyordumya nesilmiş gerçek, çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek"
*
"Asrın idrakine söyletmeliyiz Kuran'ı"
*
"Adam ol ırkına çek"
*
Milli şair Mehmet Akif Ersoy yazdığı şiirinde; Din bezirganlarını, Allah ile aldatanları, dini çıkarlarına alet edenleri çok güzel tanımlamış
Sofuluk satıyorsun,
Elinde boy boy tespih,
Çevrende dalkavuklar,
Tapınır gibi la-teşbih!
Sarık, cübbe ve şalvar,
Hepsi istismar, riya,
Şekil yönünden sanki,
Ömer'in devri güya!
Herkes namaz, oruçta,
Hepsi sözünü dinler,
Zikir, Kur'an sesinden,
Yerler ve gökler inler!
Ha bu din, iman, takva,
İnan ki hepsi yalan,
Sen onları kendine,
Taptırırsın vesselam!
Derdin davan sadece,
Hep nefsi saltanatın,
Bunların putu sensin,
Tapılan menfaatin!
Hey kukla kafalı adam,
Dinle sözümü tut,
Senin dilinde var hak,
Ama kalbin dolu put!
*
Aldanma insanların samimiyetine,
Menfaatleri gelir herşeyden önce.
Vaad etmeseydi Allah cenneti,
O'na bile etmezlerdi secde.
*
“İz bırakanlarla senin aranda basit bir fark var sadece. Onlar ömür boyu gayret ediyorlar; sen ömür boyu hayret ediyorsun.”
*
“Atiyi karanlık görerek azmi bırakmak, alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak.”
*
“Ağlarım, ağlatamam, hissederim, söyleyemem. Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım.”
*
“İslâm’ı elinden tutacak, kaldıracak yok. Nâ-hak yere feryat ediyor: âcize hak yok! Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi? Ağzım kurusun. Yok, musun ey adl-i ilâhî!”
*
“Adamın biri Akif’e yaklaşarak sorar: Affedersiniz, sizin için baytar diyorlar. Akif hiç istifini bozmadan cevap verir: Evet, yoksa bir yeriniz mi ağrıyordu.”
*
“Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli, ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.”
*
“Biri ecdadıma saldırdı mı hatta boğarım, boğamazsam hiç olmazsa kovarım.”
*
“Azıcık kurcala toprakları, seyret ne çıkar: dipçik altında ezilmiş, parçalanmış kafalar!”
*
“Eski dünya, yenidünya, bütün akvam-ı beşer kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mahşer yedi iklimi cihanın duruyor karşısında, Ostralya ile beraber bakıyorsun: Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk; sade bir hadise var ortada: vahşetler denk.”
*
“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi.”
*
“Ne ibrettir kızarmak bilmeyen çehren, bırak kardeşim tahsili; git önce edep, hayâ öğren.”
*
“Irzımızdır çiğnenen, evlâdımızdır doğranan. Hey sıkılmaz, ağlamazsan bâri gülmekten utan. “
*
“Bir dost meclisinde Mehmet Akif gayet hararetli bir şeyler anlatmaktadır. Sonradan görme zenginin biri bu meclise gelir selam verir ancak herkes Akif’i dinlediğinden kimse duymaz selamı ve almazlar dolayısıyla. Adam Akif’e sataşmak için: O üstat ne sallıyorsun yine der. Akif istifini bozmadan: Senin ne kadar iyi bir insan olduğunu sallıyorum.”
*
“Konuşmak bir mana ise susmak bin bir mana. Herkes konuşmasına konuşur lakin sükut yürekli olana.”
*
“Şehamet dini, gayret dini, ancak Müslümanlıktır. Hakiki Müslümanlık en büyük kahramanlıktır.”
*
“Zannetme ki ecdadın asırlarca uyudu, nereden bulacaktın o zaman eldeki yurdu!”
*
“İslam’ı öyle yaşa ki akıllar dursun. Sen ona buna değil Allah’a kulsun. “
*
“Bekayı hak tanıyan, sa’yi bir vazife bilir, çalış, çalış ki beka sa’y olursa hak edilir.”
*
“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz. Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz.”
*
“Ya rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı, mahşerde mi biçarelerin, yoksa felahı.”
*
“Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim, inan ki, her ne demişsem görüp de söylemişim.”
*
“Aslını gizleyemez insan, giydiği kaftanlarla. Bilmez ama kendini kandırır, söylediği yalanlarla! “
*
“Budur cihanda en beğendiğim meslek; sözün ödün olsun hakikat olsun tek.”
*
“Artık ikiyüzlüleri sevmeye başladım. Çünkü yaşadıkça yirmi yüzlü insanlar görmeye başladım.”
*
“Medeniyet dediğin açmaksa bedeninin her yerini… Desene hayvanlar senden daha medeni.”
*
“Cehennem de olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz, bu yol ki hak yoludur dönmek bilmez yürürüz.”
*
“Tek hakikat var, evet, bellediğim dünyadan, elli, altmış sene gezdimse de, şaşkın şaşkın: hepimiz kendimizin, bağrı yanık, aşıkıyız; sade, i’lanı çekilmez bu acaip aşkın!”
*
“Sahipsiz vatanın batması haktır, sen sahip çıkarsan bu vatan batmayacaktır.”
*
“Ey âdemoğlu bu devir ve Devran’da içinizde hakkı ve hukuku bilen çoktur. Yaptığınız işte hile çok İslamiyet’i sorup da arayan ve yaşayan yoktur.”
*
“Adam mısın: ebediyen cihanda hürsün, gez; yular takıp seni bir kimsecikler sürükleyemez. Adam değil misin, oğlum: Gönüllüsün semere; küfür savurma boyun kestiğim semercilere.”
*
“Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır. Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.”
*
“Sade bir sözdür fakat hikmetlerin en mücmeli: bir halas imkânı var: ahlakımız yükselmeli, yoksa pek korkunç olur katmerleşip hüsranımız… Çünkü hem dünya gider, hem din, eğer yapmazsanız.”
*
“Nasihatim sana: herzeyle iştigali bırak; adamlığın yolu nerdense, bul da girmeye bak.”
*
“İnmemiştir Kur’an, bunu hakkıyla bilin, ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için.”
*
“Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, bir hilâl uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyor.”
*
“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.”
*
“Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar; hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi.”
*
“Girmeden tefrika bir millete düşman giremez. Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.”
*
“Şarka bakmaz, garbi bilmez, edepten yok payesi bir kızarmaz yüz, bir yaşarmaz göz bütün sermayesi.”
*
“Aldanma insanların samimiyetine, menfaatleri gelir her şeyden önce. Vaad etmeseydi Allah cenneti, o’na bile etmezlerdi secde.”
*
“Hatırlar mısın? Doğduğun zaman, sen ağlardin gülerdi alem. ÖyIe bir yaşam sür ki, mevtin sana hande olsun. Halka matem.”
*
“Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
*
“Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi… Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.”
*
“İki çeşit insan vardır. Zaman geçtikçe hatalarıyla yüzleşen, zaman geçtikçe yüzsüzleşen.”
*
“Gamsız insanlara eğlence gelirmiş yaşamak; Yüreğin hisli mi, işkencedesin , talihe bak!”
*
“Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam; hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.”
*
“İki üç balta ayırmaz bizi mazimizden. Ağacın kökü mademki derindir cidden, dalı kopmuş, ne olur gövdesi gitmiş, ne zarar o, bakarsın, yine üstündeki edvarı yarar, yükselir, fışkırıp, afak-ı perişanımıza; yine bir vaha serer kavrulan imanımıza.”
*
“Bize çağ dışı diyorlar doğrudur; çağlar açtık, çağlar kapattık. Çağlar bizden geri.”
*
"Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemal'e versin"
Mehmet Akif Ersoy.
MEHMET AKİF ERSOY KİMDİR?
Büyük bir Türk şairidir. İstanbul’da doğdu. Fatih Medresesi müderrislerinden Mehmet Tahir Efendi’nin oğludur. Babasından ve babasının arkadaşları olan medrese ileri gelenlerinden Arapça ile Farsça’yı, dini bilimleri öğrendi. Fatih Rüştiyesi’ni, İstanbul İdadisi’ni bitirdi. Genç yaşta babasını kaybetti. Halkalı’daki sivil Yüksek Baytar Mektebi’ne girdi. Burada Fransızca öğrendi, 1894’te sınıfının birincisi olarak okulu bitirdi. İmparatorluğun Rumeli, Anadolu, Suriye eyaletlerinde ödevlerde bulundu.
Mehmet Akif 1908 Meşrutiyeti’nden hemen sonra yazı ve şiir hayatına atıldı. «Sırât-ı Müstakîm» ve onun devamı olan «Sebîlu’r-Reşâd» dergilerinde başyazarlık etti; sonradan, 1911’de, kitap halinde topladığı şiirlerini burada yayınlamaya başladı. «İslâmcı» denen akımın en tanınmış lideri haline geldi. Halkalı Yüksek Ziraat Mektebi’nde, Edebiyat Fakültesi’nde müderris (ordinaryüs profesör) olarak edebiyat okuttu. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’ya inceleme gezisine gönderildi; döndükten sonra gözlemlerini yayınladı.
Kurtuluş Savaşı başlayınca Mehmet Akif Ankara’ya geçti, I. Büyük Millet Meclisi’nde Burdur milletvekili oldu. Kurtuluş Savaşı’nı bütün gücüyle destekleyerek, ateşli yazıları ile halkı canlandırdı, aydınlattı. Yazdığı İstiklâl Marşı, 1921’de B. M. M. tarafından Millî Marş olarak kabul edildi. 1925’te Kahire ye gitti, orada üniversitede Türk Edebiyatı okuttu. Ancak 11 yıl sonra, 1936’da, İstanbul’a döndü. 27 aralık 1936’da öldü. Halkın ve gençliğin katıldığı muazzam bir kalabalıkla Edirnekapı Şehitliği’ne gömüldü.
İSTİKLÂL MARŞI
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl...
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl!
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,
"Medeniyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Huda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.
Ruhumun senden, İlâhi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne nâ-mahrem eli.
Bu ezanlar -ki şehadetleri dînin temeli-
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,
Her cerîhamdan, İlâhi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-ı mücerred gibi yerden na'şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl!
MEHMET AKİF ERSOY
TEŞKİLAT-I MAHSUSA FEDAİSİ MEHMET AKİF ERSOY
“Cemal Kutay'ın "Necid Çöllerinde Mehmed Akif" adlı bir kitabı vardır. Akif'in adeta bir destan kahramanı olarak yüceltildiği bir kitap. "Teşkilat-ı Mahsusa" lideri Eşref Sencer Kuşçubaşı'nın anlattıklarına dayanılarak yazılmıştır.”
“Bilindiği gibi Akif, Birinci Dünya Savaşı sırasında görevli olarak Almanya'ya ve Hicaz'a gitmişti. İngilizler ve Fransızlar, sömürgelerinden topladıkları müslüman askerleri, "İstanbul'u işgal edip halifeyi esir aldılar!" propagandasıyla aldatarak Osmalı Devleti'nin müttefiki olan Almanların üzerine sürüyorlardı. Batı cephelerinde yapılan muharebelerde Almanlar, yüz bine yakın müslümanı esir almış, bunlar için Vunsdorf yakınlarında özel kamplar inşa etmişlerdi. Bütün benliğiyle "İşgal altındaki Türk Vatanının kurtuluşu " idealine sarılmış olan Akif, kendisine Teşkilat-ı Mahsusa aracılığıyla gelen teklifi tereddüt etmeden kabul etti ve Almanya'ya giderek Tunuslu Şeyh Salih'le birlikte, farkında olmadan Osmanlı Devleti'ne karşı savaşan bu müslüman esirleri aydınlatmaya çalıştı.”
“Cemal Kutay'ın anlattığına göre Akif, Almanların Vunsdorf'da müslüman esirler için inşa ettikleri camide heyecanlı vaazlar verdi. Plaklara kaydedilen bu vaazlar, müslüman askerlerin bulunduğu cephelerde hoparlörlerle tekrar tekrar yayımlandı. Bu hitabeleri dinleyen çok sayıda müslüman askerin ilk fırsatta saf değiştirdiklerini kaydeden Kutay, Akif'in kendisine verilen vazifeyi parlak bir şekilde yerine getirdiğini, hatta hitabelerin Almancaya çevrilerek gazetelerde yayınlandığını söylüyor ve şöyle devam ediyor: "Akif, seyahatinin daha çok devam etmesi yolundaki ricalara rağmen, Şeyh Şerif Tunusi'ye söylediği gibi, ezan sesinin hasretini çekiyordu. Sadece bu da değil, Almanya onun hassas kalbinde kendi yurdunun sahibi olmadığı medeniyetin hasretinin acısını, ifasız yara halinde ayaklandırmıştı. Safahat'ın en güzel, en içli bölümlerinden birisi olan 'Berlin Hatıraları' bu duygunun ifadesi idi."
“Akif, İstanbul'a dönüşünden kısa bir süre sonra, yine Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Ceziretü'l-Arab'a gönderilmiştir. 1916 yılının başlarında gerçekleşen bu seyahat, Hicaz Emiri Şerif Hüseyin Paşa ile oğullarının isyan hazırlıkları dolayısıyla planlanmıştı. Necid'e doğru yola çıkan ekipte Mehmet Akif'ten başka Tunuslu Şeyh Salih, Teşkilat-ı Mahsusa reisi Eşref Sencer Bey ve Enver Paşa'nın başyaveri Mümtaz Bey vardır.”
“Arkadaşlarıyla birlikte kızgın çölleri aşıp Osmanlı Devleti'ne sadık kalan İbnürreşid'le görüşmek üzere Riyad'a kadar giden Akif'in olağanüstü iklim şartlarına nasıl dayandığını Cemal Kutay şöyle anlatıyor:
"Gündüz elli dereceye kadar yükselen hararet geceleri sıfıra iniyordu. Bu inanılmaz ve havsala kabul etmez iklim farkı, alışmamış bedenleri harab ediyordu. Bu arada Mehmet Akif, inanılmaz bir mukavemet gösteriyordu. Pehlivanlığını unutmuyor, hatta iki metreye yaklaşan boyunu, levent endamını ve bilhassa mükemmel ahlak ve terbiyesini takdir ederek 'Eşref Bey'in emireri zenci Musa / Omuz vermiş, göğe çıkmış Nebi İsa' dediği zenci Musa ile güreşiyor, ok atıyor, ata biniyor, Arap usulü kılıç kullanmasını öğreniyordu. Bu arada da Safahat'ın o unutulmaz ve berceste bölümü olan Necid Çöllerinde'yi yaratıyordu."
“Cemal Kutay, "Necid Çöllerinden Medine'ye" şiirinin yazılış macerasını anlatırken çok heyecanlı bir üslup kullanıyor, diyor ki: "Mehmet Akif, sam fırtınasıyla kasıp kavrulan çölden ruhlarındaki imanı, o inancı verebilmiş olan beşeriyetin muhakkak ki görüp göreceği en büyük insan olan İslam peygamberinin manevi huzuruna iletebilmek için ademoğlunun dayanabileceği en çetin şartlara göğüs germişlerin destanını yaratıyordu."
“Kitabının bir yerinde diyor ki: "Damadı merhum üstad Ömer Rıza Doğrul, o mükemmel eseri Asr-ı Saadet'i tamamladığı zaman, vatanından uzak Mısır'da yaşayan Mehmet Akif, Ömer Rıza'dan önce muhterem Eşref Edip'i tebrik etmek ihtiyacını duydu. Bir hakikattir ki, eğer üstad Eşref Edip'in o yorulmak bilmez, fütur getirmez azmi olmasaydı, medeni cesareti, manevi hayatımızı bergüzar eserlerle değerlendirmek cehdi olmasaydı, bugün maneviyatımızı inşa edecek eserler bakımından daha fakir olurduk, hatta birçoklarından ebediyen mahrum kalırdık."
Cemal Kutay'dan birkaç cümle daha: "Akif'e saldıranlar, onun İstiklal Marşı'nı dinleyerek bayrağı selamladılar: Hala da öyle!" "Ne Safahat unutuldu, ne de Mehmet Akif!"
"Bugün bütün Türkiye'nin vefakar kalpleri onun resmine bir 'heyula gibi' değil, bir daha kavuşulmasına imkan olmayan bir iman ve ilham devrinin aziz hatırası gibi bakıyorlar. Kabrine inen nur ise bütün milletin ebedi minnetidir. Anasından emdiği süt kadar helal olsun..."
Çanakkale Şehitleri Şiirini Mehmet Akif Ersoyun Teşkilatı Mahsussa fedaisi Kuşçubaşı Eşref beyle Necid çöllerinde gizli görevliyken binlerce kilometre uzaktan savaşı sanki görmüş gibi yazması:
....
Ne Mehmet Akif ne Eşref Bey o gece uyuyabildiler... Mehmet Akif daha sonra, yine beraber geçen hayat safhalarında o geceyi daima hatırladı. Çünkü o gece Mehmet Akif, Çanakkale destanını yazmadan canını almaması için Allah'a yalvardı: Bu, bir çocuk yakarışı idi. Masum, tertemiz, hiçbir fâni hissin ucuna dokunamadığı bir yalvarış...
Eşref Bey anlatır: Hayatımda, Mehmet Akif kadar vakar ve ciddiyetini muhafaza eden insanlara az rastlamışımdır: Bu, mücerret bir tevekkül duygusunun neticesi değildi: Kadere rıza gösterme felsefesinin yanında, dünya nimetlerine olan istiğnanın da tezahürü idi. Biz İstanbul'dan çıkarken, ailesine, Teşkilât-ı Mahsusa'nın hiçbir murakabe ve teftişe tâbi olmayan müstakil kasasından para bırakması için öyle ısrar etmiştim ki, beni reddederse kıracağını anladıktan sonra muvafakat etmiş ve emin olunuz, kızararak:
- Siz ne isterseniz yapınız. Rica ederim, bu mevzulara beni muhatap yapmayınız., demişti. Fâni nimetler için bu kadar müstağni bir insanın, şahsî mevzular üzerinde hassas olmaması mümkün müydü?
El-Muazzam istasyonundaki o çöl gecesi, heyecan ve edebî kudretini, vatanının ve milletinin saadeti, istiklâli, fazileti uğruna vakfetmiş büyük bir şairin, rabbani ve ilâhî olduğuna şüphe olmayan heyecan ve vecdi andıran istiğrakına şahit oldu. Akif, âdeta cezbe hâlinde idi... Çok az konuşan bu büyük şair, şimdi, bir çağlayan hâlinde idi. Benimle değil, âdeta kendi kendisine konuşuyordu: Milletinin büyüklüğüne, kahramanlığına, yiğitliğine inanmıştı. İnanıyordu... Medeniyet ve teknik, işte bütün vasıtalarıyla Çanakkale'ye yığılmıştı: Para, vasıta, malzeme, insan, her şey boldu. Ya biz? Biz bunların sadece birisinden değil, her şeyinden mahrumduk. Neyimiz vardı? Mehmetçiğin imânı.... Âsım'ın nesli dediği ve babasının talebesi Köse İmam'ın oğlu olan Âsim, 1914-1918 Birinci Dünya Harbi'nin ve daha sonra 1918-1932 Millî Mücadele devrinin destanını yaratmış olan o eşsiz, o fedakâr, o kahraman neslin bir örneği idi: Çanakkale'de, Sarıkamış'ta. Galiçya'da, Filistin'de, daha sonra İnönü'de, Sakarya'da, Dumlupınar'da kahramanlık destanı yaratmış olan o bulunmaz nesil, Âsım'ın nesli idi... Akif o gece. bu neslin maddî manevî terkibini, gelecek nesillere anlatmadan canını almaması için Allah'a yalvardı. Hem nasıl yalvarış!.. Kalın, davudi, erkek bir sesi vardı. Kelimelerin ve harflerin hakkını vererek konuşurdu. Âdeta, kendi nefsine karşı ant içiyor ve bu ahdi, gönülden inandığı Tanrının yüce varlığına iletiyordu:
- Yarabbi!.. Bana bu destanı bir âciz kulunun ifadesinin azamîsi içinde yâd edebilmenin saadet ve imkânını bahşet. Bu ulvî vazifeyi bana nasip et, sonra emanetini al. Yarabbi!.. Bana bu lütfü çok görme. În'am ve ikramının namütenahi hazinesinden bu âciz kulunun şu duasını bargâh-ı ulûhiyetinde kabul eyle...
Ve, duası, hıçkırıklarla kesiliyordu. Sabahı böylece bulduk. Onu teskin etmek ne mümkündü ne de aklıma böyle bir müdahale geliyordu. Bu, bir heyecan ve ilham manzarası idi ve ben onu görebilmiş olmakla mübâhi mahdut fânilerden idim. Sesim değil, nefesim çıkmıyordu:
Şimdi sizlere bir hakikati iblâğ edeyim... Çanakkale Destanını Mehmet Akif, Hicaz yolculuğu devam ederken, daha yolda yazdı ve ancak ondan sonradır ki, tabiî hüviyetine girebildi.
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- “Bu bir Avrupalı!”
Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi… Mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâ’ûna da zuldür bu rezil istilâ!
Ah, o yirminci asır yok mu, o mahhlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyle sefil,
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,
Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlâhî o metin istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme” dedi.
Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.
Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar…
Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına;
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât!
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.
Mehmet Akif Ersoy
Ruhu şad mekanı Cennet olsun...
Yorumlar
Yorum Gönder