ATATÜRK VE TÜRK BİRLİĞİ :

Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, Türk Vatanının kurtarıcısı, Türk Milletinin büyük Atası; Başbuğ Atatürk, gerçek anlamda bir Türk Milliyetçisi idi ve Türk Birliğine yürekten inanmaktaydı bu görüşünü şu ölümsüz sözlerle ifade etmiştir:

''Milleti millet yapan düşünce gücünün temelini milliyetçilik teşkil etmektedir. Milliyetçilik, milli benlik, milli birlik, milli ahlak, milli ekonomi, uygarlık ahlakı, milli duygu ve insani duygunun birleşmesinden meydana gelmiştir....
Ben her şeyden önce bir Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum. Böyle öleceğim. Türk birliğinin, bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Türk birliğine inanıyorum, onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk birliğiyle açacaktır. Dünya sükununu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türk'ün varlığı bu köhne aleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecek."
Başbuğ ATATÜRK


SON YÜZYILIN DÜNYA DAHİSİ, BAŞBUĞ ATATÜRK'ÜN; TÜRK MİLLETİ VE TÜRKÇÜLER İÇİN DEĞER VE ÖNEMİ:
Yüzyıllar nadir olarak dâhi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki 20. yüzyılın dâhisi Türklere nasip oldu ve kader onu bizim karşımıza çıkardı."(David Lloyd George, İngiltere Başbakanı)
Büyük Yunan filozofu Platon’un “Krallar filozof olsa ve filozoflar kralların tahtına otursaydı” şeklindeki dileği, iki bin yıllık tarihte gerçekleşmedi. Halbuki, 20. yüzyılda ilk defa olarak Atatürk’ün şahsında Platon’un istediği gibi, kelimenin tam anlamıyla bunu görmekteyiz. O, dâhi bir fikir adamı olarak bir milletin, yani Türk milletinin mukadderatını ele almış ve bu milletiyle atıldığı Kurtuluş Savaşı, bu milletin medeni durumunu değiştirmiş bir inkılap ve diğer milletlerin haklarını da koruyan barış ile insanlığa muhteşem bir örnek vermiştir."(Prof. Dr. Herbert Melzig, Tarihçi)
Atatürk, uluslararası anlayış, iş birliği, barış yolunda çaba göstermiş üstün kişi, olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş bir devrimci, sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, yaşamı boyunca insanlar arasında renk, dil, din, ırk ayrımı gözetmeyen, eşi olmayan devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusudur.(UNESCO)
Atatürk düşünce ve fikirleriyle, yaşam  ve mücadelesi, yaptığı Devrimlerle,  Dünya tarihine Türk Damgasını vuran son yüzyılın en büyük lideridir. Ayrıca, Atatürk Osmanlı imparatorluğunun birinci Dünya savaşındaki yenilgisiyle sonuçlanan emperyalist işgale karşı; Milli Mücadeleyi örgütleyen ve Türk milli direnişini başlatan, dağılmış olan Türk ordusunu tekrar kurarak ve Türk ordusuna Başkomutanlık ederek Türk yurdunu düşmana çiğnetmeyip düşmanı denize döken Türk Vatanının kurtarıcısı ve  Türkiye Cumhuriyetinin kurucusudur.
O son yüzyılın en büyük dahisi, en başarılı komutanı ve en büyük devlet adamıdır. Atatürk'ün Türk Milleti için bir diğer önemide Egemenliğin tek bir adamdan ve hanedan ailesinden alınarak gerçek sahibi Türk Milletine vermesidir. Zira Cumhuriyet kurulmadan önce ülke hanedan ailesinin malı millet ise padişahların kulları idi. Atatürk saltanatı kaldırarak ve Cumhuriyet getirerek egemenliği Türk milletine vermiş, Türk milleti Türk Vatanının gerçek sahibi ve (padişah kulu değil) özgür vatandaş olmuştur.
Atatürk; Türkiye Cumhuriyetinin kurucu Atası olduğundan ve şahsında Cumhuriyetimizi temsil ettiğinden dolayı Türk düşmanlarınca onun fikir ve düşünceleri sürekli olarak saldırıya uğramaktadır. Atatürk Demokratik Cumhuriyet rejimimizin fikri önderi ve kurucu Atası olduğu için ona karşı yapılan her düşmanca hareket Türkiye Cumhuriyetine yapılmaktadır. Bu nedenle; bizim için Atatürk'ü müdafa Vatanı ve Cumhuriyeti müdafadır.Atatürk'ü tanımadan onu müdafaa edemeyeceğimiz gibi onun fikirlerini anlamadan da Onu yeterince tanımış sayılmış olmayız. Atatürk'ün  şüpheli ölümü ile başlatılan süreç Türk milleti ile Atatürk arasındaki bağı zayıflatmış aşağıdaki sözlerden de anlaşılacağı üzere Atatürk'ün Türkçü Düşünce sistemi ekseninde Türkçü fikir adamlarının eserleriyle yetişmiş  gerçek bir Türk Milliyetçisi ve Türkçü düşünceye sahip bir lider olduğu Türk milletine kasıtlı olarak unutturulmuştur.
“Bugünkü Türkiye’nin istinat ettiği büyük esas ise, Türklük mefkûresidir, milliyetçiliktir. Devletin dayandığı esas unsur da büyük bir çoğunluğu teşkil eden Türk halkıdır.”(Prof. Dr.Sadri Maksudi Arsal)
"En temiz sargı, hak ve milliyet sargısıdır. Türkçülüğe ve hakka, haklı Türkçülüğe sarılmalıyız. Kendimize istemediğimiz haksızlığı başkasına yapmamalıyız; lakin başkalarının kendilerine istemedikleri haksızlığı da kendimize yaptırmamalıyız."...“Türkiye Cumhuriyetinin kurulması Türkçülük idealinin gerçekleşmesi demektir. Bu ideal bir Türk dehasının kudretiyle gerçek oldu.” (Yusuf Akçura /Türkçülüğün Manifestosu)
Türk kuvvetinin bu tecelli günü,cihan tarihinde yeni bir devrin başlangıcıdır. Bu günü kutlayalım,bu günü bize gösteren Ulu Tanrı'ya yükünelim, ve bu günde "O"nun kuvvetini, "O"nun dilediğini kendisine tecessüm ettiren başbuğumuzu alkışlayalım!(Siyaset ve İktisat, Yusuf Akçura Sayfa 214 - Ötüken Neşriyat)
Kurtuluş Savaşı'nın en ümitsiz günlerinde Meclis kürsüsünden Namık Kemal'e ait "Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini/Yok mudur kurtaracak bahtı kara mâderini?" dizelerini okuyan bir milletvekiline cevaben Atatürk'ün söylediği söz: "Vatanın bağrına düşman dayasa da hançerini/Bulunur kurtaracak bahtı kara mâderini! olmuştur."
”Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir.”...“Bana yol gösteren benden olmalı! Türke baş olamaz Türküm demeyen!”ZİYA GÖKALP
"Evvelce, Türkiye'de Türk milletinin hiçbir mevkii yoktu. Bugün, her hak Türk'ündür. Bu topraktaki hakimiyet Türk hakimiyetidir. Siyasette, kültürde, iktisatta hep Türk Halkı hakimdir. Bu kadar kat'i ve büyük inkilabı yapan zat, Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat, yapmak ve bilhassa muvaffakiyetle neticelendirmek çok güçtür."
ZİYA GÖKALP-Türkçülüğün Esasları
“Bedenimin babası Ali Rıza efendi, hislerimin Namık Kemal, fikirlerimin Ziya Gökalp’tır.” ATATÜRK
“Bizim neslin gençlik yıllarında Osmanlılık telkin ve etkileri hâkimdi. İmparatorluk halkını meydana getiren Türk’ten başka milletlere, bu arada yanlış bir din anlayışıyla Araplara, sarayın, ordu ve devlet ileri gelenleri arasında bulunan soydaşlarının etkisiyle Arnavutlara özel bir değer veriliyor, onlardan söz edilirken “kavm-i necib” deyimi ile sıfatlandırılarak bu duygunun belirtilmesine çalışılıyor, memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz Türkler, ikinci planda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyorduk.
Şair Mehmet Emin Yurdakul’un, ilk defa Manastır Askerî İdadisi’nde öğrenci iken okuduğum “Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur” mısrasıyla başlayan manzumesinde, bana ulusal benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum. Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu çocuğunun gözyaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu..." ATATÜRK
Türkçülük öyle şerefli bir bayraktır ki: Onu vatanın her köşesinde durmadan dalgalandırmak her Türk'ün ilk ve milli vazifesidir.
...
Türkler, bir imparatorluk kurarak yayılıp genişledikçe milli bir devlet olmaktan çıktılar. Çeşitli ırkları dinleri dilleri bir araya toplaması, onun milliyetçi ruhunu öldürdü.
Türkleri bütün dünyaya geri bir millet olarak tanıtan zihniyet; ne yazık ki kendi içimize de girmiştir. Her şeyden önce millete, tarihini, asil bir köke sahip bulunduğunu, bütün dünyaya uygarlıklarının beşiği olan bir kavmin çocukları olduğunu öğretmek gerekir.
Milleti Taasubun pençesinden kurtarıp onun milliyetçilik vasfını uyandırmalı, Ona Türkçülük İmanını aşılamalıyız.
ATATÜRK (Muvaffak İhsan Garan, Milletlerin Sevgilisi Atatürk, s.51)
Osmanlı siyaseti yerine yeni bir siyaset çıktı. O siyaset, milli siyaset, TÜRKÇÜLÜK siyasetidir.’
(Mehmet Önder, Atatürk’ün Yurt Gezileri, s:233 - Prof. Dr. Afet İnan, M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, s:43)
İzmir’de yayınlanan Yanık Yurd Gazetesinin (28 Nisan 1925) 95. sayısında, 23 Nisan 1925 tarihli Türk Ocakları 2. Kurultayı’na katılan delegeleri kabul sırasında, Atatürk’ün beyanatı yukarıda görüldüğü şekilde haber yapılmıştır. Bu haber yukarıdaki belgede hem eski yazı hemde günümüz yazısı ile yer almaktadır. “TÜRK VE TÜRKÇÜLÜK ALEYHİNDE BULUNANLARI EZECEĞİZ!” – Başbuğ Gazi Mustafa Kemal Atatürk
Ben her şeyden önce bir Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum. Böyle öleceğim. Türk birliğinin, bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Türk birliğine inanıyorum, onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk birliğiyle açacaktır. Dünya sükununu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türk'ün varlığı bu köhne aleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecek." ...“Biz doğrudan doğruya milletseveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluluğa dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.”(Başbuğ ATATÜRK)
Bu nedenle; Biz Türkçüler için Atatürk, son derece önemlidir. Çünkü Gazi Mustafa Kemal Atatürk yukarıdaki sözlerden anlaşılacağı üzere gerçek bir Türk Milliyetçisi ve Türkçüdür.Yine Atatürk: Türkçü düşünce sisteminin fikir adamları olan; Namık Kemallerin, Ziya Gökalplerin, Yusuf Akçuraların, Sadri Maksudi Arsalların, Mehmed Emin Yurdakulların yani Türkçü Düşünceye sahip fikir ve düşünce adamlarının fikirleriyle yetişmiş, Türkiye Cumhuriyeti Devletini bu düşünce ve esaslara bağlı kalarak kurmuş; en büyük Türkçü, son yüzyılın en büyük Türk Devlet yöneticisi, fikir önderi ve mücadele adamıdır. Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Türkçü düşünce sisteminin en büyük iki eseridir. Bu nedenle her Türkçü'nün fikir ve kanaat önderi Büyük  Bilge Atamızdır.
Oğuz Kağan, Mete Kağan, Tomris Hatun, Bilge Kağan, Alparslan, Timur, Cengizhan, Fatih Sultan Mehmet Han,Şah İsmail, Babür Şah gibi Türk Başbuğlarımız ne ise; Atatürk bizim için odur ve şahsında on bin yıllık Türk Töresi ve Türk Devlet Geleneğini özdeşleştirmiş Türk Milletine öncülük ve kılavuzluk etmiş yegane liderimiz ve Son Başbuğumuzdur.


ATATÜRK'ÜN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ (TÜRKÇÜLÜK) İLE İLGİLİ SÖZLERİ:



Ne mutlu Türk’üm diyene!
1933 (Atatürk’ün S.D.H, s. 276)

Benim hayatta yegâne övüncüm, servetim Türklük’ten başka bir şey değildir.
(Mahmut Esat Bozkurt, Yakınlarından Hatıralar, 1955, s. 95)

Bana, insanlar üstünde bir doğuş yöneltmeğe kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük, Türk olarak dünyaya gelmemdir.
(Atatürk’ten B.H., s. 15)

Bu memleket tarihte Türk’tü, bugün de Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır.
1923 (Taha Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri, s. 23; Atatürk’ün S.D.H, s. 126)

Türk! Övün, çalış, güven.
1934 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 304)

Türklük esastır. Bu varlığı, tarih içinde araştırmak, birbirini izleyen bir tarih zinciri içinde, belirlenecek Türk uygarlığı ile övünmek yerinde olur. Fakat, bu övünmeye lâyık olmak için, bugün çalışmak gerekir. Her alanda, özellikle uygarlık dünyasına eser vermek için çalışkan olmayı hedef
tutmalıdır.
1934 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 304)

Türk milleti, tarihinle övün; çünkü senin ataların uygarlıklar kuran, devletler, imparatorluklar yaratan bir varlıktır. Sen, Anadolu denilen bu yurda sonradan gelme değil, ilk yerleşip uygarlık kuranların çocuklarısın. Fakat geleceğine güvenebilmek için, bugün çalışman gerekir; çünkü yalnız tarih övüncü bir meziyet sayılmaz.
(Afetinan, Atatürk’ten Hâtıralar,   1950, s. 55 – 56)

Bir Türk, dünyaya bedeldir.
1925 (Mustafa Selim İmece, Atatürk’ün Ş.D.K. ve İS., s. 14)

Türk’ün tanımı
Atatürk ‘e ait el yazısı metin :
Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir seçkin varlığın yüksek belirmesine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin yıllık, en aşağı, bir Türk beşiğidir. Beşik, doğanın rüzgârlarıyla sallandı; beşiğin içindeki çocuk, doğanın yağmurlarıyla yıkandı; o çocuk doğanın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvelâ korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları doğanın babası tanıdı; onların oğlu oldu. Bir gün o doğa çocuğu, doğa oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur: Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.
Türk’ün Tarifi (Hikmet Bayur’ım verdiği vesika), Millet Dergisi,Sayı: 116, 1948, s. 10-11)

Türk’ün soyluluğu:
İngiliz Ataşemiliteri Albay Ros’un "Siz hangi soylu ailedensiniz?" sorusuna verdiği cevap:
– Anasının ve babasının soyluluğuyla övünen Teodoz*, İtalya yarımadasına inmek isteyen Türk Attilâ**’ya barış görüşmesinden önce sormuş: "Siz hangi soylu ailedensiniz?" Attilâ da ona cevap vermiş: "Ben soylu bir milletin evlâdıyım!" îşte benim cevabım da size budur!
(Ruşen Eşref Onaydın, Atatürk T. ve D.K.H., s. 54)

Türk’ün göreneğinde, beyzadelik geleneği yerleşmemiştir. Türk, Türk olduğu için soyludur. Bu Anadolu’nun en ücra köyündeki Mehmetçik, vaktiyle dünyanın yarısını titretmiş bir sınır beyinin soyu olabilir; ama, bundan dolayı hiçbir iddiası yoktur. Çoğumuz, büyük babamızın babasını hatırlayamayız. Bütün soy gururumuzu, Türk olmanın içinde buluruz. İşte onun içindir ki cumhuriyet, Türk’ün en doğal yönetim şeklidir.
(Atatürk’ten B.H., s. 69)

Türk milleti büyük bir aslandır. Biz hepimiz onun tüyleri arasına sıkışmış ve sığınmış göz ile görülmez küçük varlıklarız. O aslanın büyük hareketleri ve atılımları ise devrim hareketleri ve atılımlarıdır. Bu aslanı harekete geçirebilmek… İşte, bizim için övünülebilecek rol budur.
1931 (Asım Us, Hatıra Notları, s. 322)

Türk’ün manevî gücü:
Ben batı milletlerini, bütün dünyanın milletlerini tanırım. Fransızları tanırım, Almanları, Rusları ve bütün dünyanın milletlerini şahsen tanırım ve bu tanışmam da savaş
alanlarında olmuştur, ateş altında olmuştur, ölüm karşısında olmuştur. Yemin ederek size güven veririm ki, bizim milletimizin manevî kuvveti bütün milletlerin manevî kuvvetinin üstündedir. 7920 (Atatürk’ün S.D.l, s. 81)

Türk’ün kahramanlığı:
Türk milleti güzel her şeyi, her uygar şeyi, her yüksek şeyi sever, takdir eder. Fakat kesindir ki, her şeyin üstünde tapındığı bir şey varsa, o da kahramanlıktır. Bu sözlerim, şüphesiz bugünkü  uyanık Türk gençliğinin kulaklarında yüksek ve etkili yankılar yapacaktır. Yüksek özelliklerine önemle baktığım Türk çocuklarından daha az şey istemem.
1931 (Atatürk’ün S.D.UI, s. 91)

Yugoslovya Baş bakanı’na söylemiştir : Benim bir işaretimle bütün Türkler sınırlarda ölmeye hazırdır; bizim sınırlarımızda ve sizin sınırlarınızda…
1937 (Asım Us, Hatıra Notları, s. 153)

Türk’ün çalışkanlığı:
Bizim başka milletlerden hiçbir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, yüksek amaçlar uğrunda ölmesini biliriz.
(Makbule Atadan Anlatıyor, Nükte Fıkra ve Çizgilerle Atatürk İH, Der: NA. Banoğlu, s. 79)

Türk’e olumlu ve iyi bir şey veriniz; bunu reddetmesi olasılığı yoktur.     
1924 (Raşit Metel, Atatürk ve Donanma, s.87)

Türk’ün insanlığı:
Hiçbir millet, milletimizden daha fazla yabancı unsurların inanç ve âdetlerine saygı göstermemiştir. Hattâ denilebilir ki, diğer din sahiplerinin dinine ve milliyetine saygı gösteren tek millet bizim milletimizdir.Fatih İstanbul’da bulduğu dinî ve millî örgütü olduğu gibi bıraktı. Rum patriği*, Bulgar eksarhı** ve Ermeni kategigosu*** gibi Hıristiyan din reisleri ayrıcalığa sahip oldu. Kendilerine her türlü serbestlik verildi. İstanbul’un fethinden beri, Müslüman olmayanların elde ettikleri bu geniş ayrıcalıklar, milletimizin din ve siyaset bakımından dünyanın en güçlük çıkarmayıcı ve yüce gönüllü bir milleti olduğunu gösterir en belirgin kanıttır.
1920 (Nutuk, III, s. 1183)

Hükümetimizin ve milletimizin, Hıristiyan unsurlara karşı adaletli bir şekilde hareket etmekliğimiz, geleneklerimiz ve dinimiz gereklerindendir. Ve gerçekten Hıristiyanlara adaletli davranıldığına en büyük kanıt, memleketimizin her noktasında en ufak köyünde bile Hristiyan unsurların Müslümanlardan daha fazla huzur ve refaha ve servete sahip olmalarıdır. Eğer bunlar hakkında zulüm ile, malını zorla ve hile ile alarak adaletsiz davranılsaydı elbette bugünkü hal ve durumda bulunmamaları gerekirdi. Bu nedenle, bunun için başka bir kanıt ve sebep söylemeye gerek görmüyorum. Fakat bu Hıristiyan unsurların dışarının kışkırtmalarıyla veya ekmeğini yediği toprağa nankörlük ederek millî varlığımızı zedelemek, bozmak girişimlerinde bulunacakların fenalıklarına engel olmak, pek doğal ve gereklidir. Bugün en büyük, ne kuvvetli ve en uygar milletlerin bu gibi sorunlarda bize oranla pek sert ve zorlayıcı davranışlara girişmekte olduğu herkesçe bilinmektedir.
1921 (Atatürk’ün S.D.l, s. 179)

Memleketimizde yaşayan Müslüman olmayan unsurların başına ne gelmiş ise, kendilerinin yabancı entrikalarına kapılarak ve ayrıcalıklarını kötüye kullanarak saygısızcasına izledikleri ayrılma siyaseti sonucudur.
1919 (Atatürk’ün S.D.1I, s. 9)

Türklük bilinci ve ülkedeki gelişimi:
14 Eylül 1931 günü Dolmabahçe Sarayı balkonunda bir sohbet sırasında anlatmıştır :
Bizim kuşağın gençlik yıllarına Osmanlılık telkin ve etkileri hâkimdi. İmparatorluk halkını meydana getiren Türk’ten başka uluslara, bu arada yanlış bir din anlayışıyla Arap’lara, sarayın, ordu ve devlet ileri gelenleri arasında bulunan ırkdaşlarının etkisiyle Arnavut’lara özel bir değer veriliyor, onlardan söz edilirken "kavm-i necib" deyimi ile sıfatlandırılarak bu duygunun belirtilmesine çalışılıyor, memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz Türk’ler, ikinci plânda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyordu.Şair Mehmet Emin Yurdakul’un, ilk defa Manastır Askerî İdadisi’nde öğrenci iken okuduğum "Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur" mısraıyla başlayan şiirinde, bana ulusal benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum. Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu çocuğunun gözyaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu. Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka ulusları öven ve Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusuna kaptırmadım.Bakınız nasıl oldu? Kurmaylık stajı için verildiğim* süvari alayı, Hayfa’da bulunuyordu. Kışla ile deniz arasında geniş bir talim alanı vardı ve piyade acemi eğitim dönemi yeni başlamıştı. Erleri bölgeden toplanmış Arap gençlerinden, öğretici kadro da deneyimli ve Anadolu’lu kıta çavuşları olan Türk delikanlılarından kurulu idi. Katıldığım bölüğün alaydan yetişmiş, Makedonya Türklerinden, ileri yaşlı bir yüzbaşısı vardı.Erlere çavuşlar talim yaptırıyor, biz subaylar arada dolaşarak çalışmaları izliyor ve denetliyorduk. Yüzbaşı, çavuşlarına karşı sert davranıyor, yeni erlere karşı ise fazla sevgi ve ilgi gösterir görünüyordu. Onların herhangi bir şekilde azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmadığını ısrarla söylüyordu. Halbuki talimlerde, Türkçe bilmedikleri için, çavuşların söylediklerini iyi anlayamayan kimi erlerin yanlış hareketlerinin, zaman zaman çavuşların sabırlarını tükettiği, sertçe davranışlarına yol açtığı da oluyordu. Bir gün yüzbaşı, bu yolda hareketten kendini alıkoyamayan bir çavuşunu mimlemiş ve talimden dönüldükten sonra, birlikte oturduğumuz bölük komutanlığı odasına çağırtmıştı.Takım komutanıyla birlikte gelerek yüzbaşısını saygıyla ve askerce selâmlayan çavuş, yirmi beş yaşlarında dinç ve yakışıklı, ince bıyıklı, elmacık kemikleri fazla kabarık, uyanık bir Türk çocuğu idi. Yüzbaşı, onu ulusal onurunu ağır şekilde hançerleyen "…Türk!" sözleriyle azarlamaya başlamıştı. "Sen nasıl olur da kavm-i necib-i Arab’a bağlı, Peygamberimiz Efendimiz’in mübarek soyundan olan bu çocuklara sert davranır, ağır söz söyler, onların kalbini kırarsın. Kendini bil, sen onların ayağına su bile dökmeye lâyık değilsin…" gibi gittikçe anlamsızlaşan, fakat yaşlı yüzbaşının samimî inancından kuvvet alan sözlerle hakaret ediyor, gittikçe asabileşiyordu. Ben dikkatle çavuşun yüz ifadesini izliyordum.Başlangıçta üstünde bir babaya duyulan saygının içtenliği okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen haklı bir isyanın ateşleri gözlerinde okunmaya başlamıştı. Fakat, gerçekten emre uymanın simgesi olan her Türk askeri gibi bu da iç duygularını gemlemesini bildi.Sessizce göz pınarlarından dökülmeye başlayan yaş damlaları, yanaklarında birbirini kovalayarak bıyıkları üstünde toplanıyor ve kendini böylece yatıştırmaya çalışıyordu. Ben, bir taraftan üzgün ve sinirli, bu sahneyi seyreder ve söylenenleri dinlerken, bir yandan da içimde bir isyan duygusu şahlanıyor ve şöyle düşünüyordum: "O erin bağlı olduğu ulus, bir çok bakımdan soyu temiz olabilirdi. Fakat çavuşun, yüzbaşının ve benim bağlı olduğumuz ulusun da tarihleri şerefle dolduran büyük ve soylu bir ulus olduğu da bir an şüphe götürmez bir gerçekti. Türklük hakkındaki o günkü görüş ise, doğrudan doğruya Türk aydınlarının kendi kendini bilmemesinden ve başka uluslarda şu veya bu sebeple üstünlük var sayarak, kendini onlardan aşağı görüp nefsine olan güveni yitirmesindendir. Artık bu yanlış görüşe son vermek, Türklüğümüzü bütün soyluluğu ile tanımak ve tanıtmak gerekmektedir" dedim ve o andan beri inandığım bu gerçeğe bütün Türklerin inanmasını, bununla övünüp kendine güvenmesini ülkü bildim.
1931 (Faik Reşit Unat, Ne Mutlu Türküm Diyene, Türk Dili Dergisi, Sayı: 146, Kasım 1963, s. 77-78)

Türkçülük:
Türkçülük öyle şerefli bir bayraktır ki: Onu vatanın her köşesinde durmadan dalgalandırmak her Türk'ün ilk ve milli vazifesidir.
...
Türkler, bir imparatorluk kurarak yayılıp genişledikçe milli bir devlet olmaktan çıktılar. Çeşitli ırkları dinleri dilleri bir araya toplaması, onun milliyetçi ruhunu öldürdü.
Türkleri bütün dünyaya geri bir millet olarak tanıtan zihniyet; ne yazık ki kendi içimize de girmiştir. Her şeyden önce millete, tarihini, asil bir köke sahip bulunduğunu, bütün dünyaya uygarlıklarının beşiği olan bir kavmin çocukları olduğunu öğretmek gerekir.

Milleti Taasubun pençesinden kurtarıp onun milliyetçilik vasfını uyandırmalı, Ona Türkçülük İmanını aşılamalıyız.

ATATÜRK (Muvaffak İhsan Garan, Milletlerin Sevgilisi Atatürk, s.51)

Osmanlı siyaseti yerine yeni bir siyaset çıktı. O siyaset, milli siyaset, TÜRKÇÜLÜK siyasetidir.’
(Mehmet Önder, Atatürk’ün Yurt Gezileri, s:233 - Prof. Dr. Afet İnan, M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, s:43)



İzmir’de yayınlanan Yanık Yurd Gazetesinin (28 Nisan 1925) 95. sayısında, 23 Nisan 1925 tarihli Türk Ocakları 2. Kurultayı’na katılan delegeleri kabul sırasında, Atatürk’ün beyanatı yukarıda görüldüğü şekilde haber yapılmıştır. Bu haber yukarıdaki belgede hem eski yazı hemde günümüz yazısı ile yer almaktadır.

“TÜRK VE TÜRKÇÜLÜK ALEYHİNDE BULUNANLARI EZECEĞİZ!”

– Başbuğ Gazi Mustafa Kemal Atatürk
Dün Reisicumhur Gazi Paşa Hazretleri Türk Ocakları Umumî Kongresine iştirak eden murahhasları Çankaya’da huzurlarına kabul buyurarak hepsiyle ayrı ayrı konuşmuşlardır. Gazi Paşa murahhaslara vaki beyanlarında “Şark, Türk Ocaklarına istinat etmemenin cezasını çekti. İstinatgâhımız Türk Ocakları ve milliyetperverlerdir. Türk ve Türkçülük aleyhinde bulunanları ezeceğiz!” demişlerdir.

Başbuğ Mustafa Kemal Atatürk / Yanık Yurd Gazetesi / 28 Nisan 1925


Türk Ocakları hakkında:
Bu gibi toplumsal ocaklar hep batı memleketlerinde yoğunlaşmıştır. Şimdi doğu, bu boşluğun cezasını çekmektedir. Türk Cumhuriyeti’nin devrimi ocaklara dayanmaktadır.
1925 (Atatürk’ün S.D.V, s.35)

30 Ağustos Zaferi’ni telgrafla kutlayan İstanbul Türk Ocağı Genel Sekreteri’ne verdiği cevap:
Yeni Türkiye’nin dayanağı olan millet ve milliyet fikrinin gelişmesi için yıllarca başarı ile telkinler ve yayınlarda bulunmuş olan Türk Ocağı’nın, Millî Zafer nedeniyle gönderdiği tebriklere teşekkür eder ve özel temennilerine katılırım.
1922 (Atatürk’ün T.T.B.TV, s.480)Türk Ocakları’nı, Cumhuriyet Halk Partisi ile birleştirme karan hakkındaki demecinden:
Kuruluş tarihinden beri bilimsel alanda halkçılık ve milliyetçilik ilkelerini yaymaya ve duyurmaya bağlılıkla ve imanla çalışan ve bu yolda memnunluğu gerektiren hizmetleri geçmiş olan Türk Ocakları’nın, aynı esasları siyasal alanda ve uygulama alanında gerçekleştiren partimle bütün anlamıyla birlik olarak çalışmalarını uygun gördüm. Bu kararım ise, millî kuruluş hakkında duyduğum itimat ve güvenin ifadesidir. Aynı cinsten olan kuvvetler, ortak amaç yolunda birleşmelidir.
1931 (Atatürk’ün S.D.III, s.90)

 Millî birlik ve beraberlik:
Bir yurdun en değerli varlığı, yurttaşlar arasında ulusal birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık duygu ve yeteneklerinin olgunluğudur. Ulus varlığını ve yurt erginliğini korumak için bütün yurttaşların canını ve her şeyini derhal ortaya koymaya karar vermiş olmak, bir ulusun en yenilmez silâhı ve korunma aracıdır. Bu sebeple, Türk ulusunun yönetiminde ve korunmasında ulusal birlik, ulusal duygu, ulusal kültür en yüksekte göz diktiğimiz ülküdür. Yüksek ve devrimci bir kültür düzeyine varmak için, önümüzdeki yıllarda daha çok emek vereceğiz. Pozitif bilimlerin temellerine dayanan, güzel sanatları seven, fikir eğitiminde yeteneği artmış ve yükselmiş olan erdemli, güçlü bir kuşak yetiştirmek, ana siyasamızın açık dileğidir.
1935 (Atatürk’ün T.T.B.TV, s. 573)

Ulusun, içerde birliğinin hem belli, hem denenmiş olması, gelecek için en büyük güvençtir.
1934 (Atatürk’ün S.D.I, s. 364)

Bugünkü Türk milleti siyasal ve sosyal topluluğu içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat geçmişin istibdat dönemleri ürünü olan bu yanlış adlandırmalar, -birkaç, düşman âleti gerici, beyinsizden başka hiçbir millet bireyi üzerinde üzüntüden başka bir etki yapmamıştır. Çünkü bu millet bireyleri de bütün Türk topluluğu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlâka, hukuka sahip bulunuyorlar.Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevî vatandaşlar, yazgı ve talihlerini Türk milletine vicdanî arzularıyla bağladıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı gözüyle bakılmak, uygar Türk milletinin soylu ahlâkından beklenebilir mi?
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazılar, s. 376 – 378)

Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır.
1932 (Cumhuriyet gazetesi, 5.10.1932; Kadri Kemal Kop, Atatürk Diyarbakır’da, s. 4)

Milli benlik:
Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, evvelâ bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı hissen,fikren, fiilen, bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim .Bilelim ki, millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır.
1923 (Atatürk’ün S.D. 11, s. 143)

Şimdiye kadar pek çok milletler birçok darbelerle karşılaşmışlardır. Bu darbelerin sonucu iki manzara gösterir. Birincisi bu darbeler bir milletin benliğini, varlığını yok eder. İkincisi bu darbeler mevcut şekli yıksa bile esas unsuru ortadan kaldıramaz. Bu gibi darbelerle karşılaşan bir memlekette ikinci sonucun oluşması için o memleketin dayandığı milletin çok kuvvetli olması gerekir. İşte Türk milleti böyledir. Türk milleti karşılaştığı darbeler karşısında varlığını korumuştur. Gerçi dışarıdan gelen bu darbelerin sonuncusu Osmanlı Devleti’ni yıktı; fakat esas unsuru olan Türk milletini ortadan kaldıramadı. Türk milleti varlığını devam ettirebilmenin ne gibi sebep ve şartlara bağlı olduğunu takdir ederek onları hazırladı ve yeni bir devlet oluşturdu.
1923 (Atatürk’ün S.D.1I, s.93)

 Milli varlığın savunulması :
Millî  varlığımıza  düşman  olanlarla  dost  olmayalım.Böylelerine karşı bir Türk şairi*nin dediği gibi: (Karşı duvardaki levhayı işaret ederek)
Türk’üm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi!diyelim. Düşmanlarımıza bu gerçeği ifade ettiğimiz gün,inancımıza, ülkümüze, geleceğimize yan bakan her bireyi düşman saydığımız gün, millî benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek her engeli derhal devirdiğimiz gün, gerçek kurtuluşa erişeceğiz. Ve sizler gibi aydın, kararlı, imanlı gençler sayesinde bu kurtuluşa ulaşacağımıza İnanabiliriz.
1923 (Atatürk’ün S.D.I1, s. 143)

Felâketler, elemler, mağlûbiyetler, milletler üzerinde birtakım etkenlerin oluşmasına sebep olur. Bu etkenlerin başlıcası, öyle kara günlerinden sonra milletlerin uyanması, ağırbaşlılığını kazanması ve kendi benliğini duymasıdır. Uzun yüzyılların elemli sonuçları, nihayet bizim milletimizde de bu duyguları doğurdu. Milletleri yükselten bu özelliklere bir etken daha ilâve edelim: İntikam hissi… Milletlerin kalbinde intikam hissi olmalı. Bu alelade bir intikam değil, yaşamına, yükselmesine, refahına düşman olanların zararlarını yok etmeye yönelen bir intikamdır. Bütün dünya bilmeli ki, karşımızda böyle bir düşman oldukça onu affetmek elimizden gelmez ve gelmeyecektir. Düşmana merhamet, acizlik ve zayıflıktır. Bu, insaniyet göstermek değil, insanlık özelliğinin yok oluşunu ilân etmektir.
1923 (Atatürk’ün s.D. 11, s. 117)

Yalnız mitingler ve benzeri gösteriler, büyük amaçları hiçbir zaman kurtaramaz ve ancak milletin bağrından gerçek olarak doğan ortak güce dayanırsa kurtarıcı olur.
1919 (Reşit Paşa’nın Hatıraları, s. 21)

Geçmişin kararsız, çürümüş düşünüş biçimi ölmüştür. Bütün dünya bilmelidir ki, Türk milleti hakkını, değerini, şerefini tanıtacak güce sahiptir. Türk vatanının bir karış toprağı için bütün millet bir vücut olarak ayağa kalkar. Onurunun bir zerresine, vatanının bir avuç toprağına olacak saldırının bütün varlığına vurulmuş darbe olacağını artık Türk milletinin fark etmediğini sanmak, hatadır.
1924 (Atatürk’ün S.D.V, s. 34)

Gelecekte, millet yaşamını tehdit edecek tehlikelere düşmemek için, ona göre şimdiden hazırlanmak ve çalışmak,vatanını seven bütün millet bireylerinin borcudur. Gerçekten, vatanımıza ve bağımsızlığımıza göz dikenlere yalnız askerlikçe üstün gelmek yeterli değildir. Memleketimiz hakkında istilâ emelleri besleyecek olanların her türlü ümitlerini kıracak şekilde siyaset, yönetim ve ekonomi bakımlarından kuvvetli olmak gerekir. 
1922 (Atatürk’ün S.D.ll, s. 46)Millî varlığın temeli

Yıllar geçtikçe, millî ülkü verimleri, güvenle çalışmada,ilerleme hevesinde, millî birlik ve millî irade şeklinde, daha iyi gözlere çarpmaktadır. Bu, bizim için çok önemlidir;çünkü, biz esasen millî varlığın temelini, millî bilinçte ve millî birlikte görmekteyiz.
1936 (Atatürk’ün S.D.I, s. 372)

Millî parola Türk milletine, Türk Cumhuriyeti Devleti’ne karşı yapmağa mecbur olduğumuz ödevler bitmemiştir ve bitmeyecektir. Bu dünyadan göçerek Türk milletine veda edeceklerin çocuklarına, kendinden sonra yaşayacaklara, son sözü bu olmalıdır: "Benim Türk milletine, Türk toplumuna, Türklüğün geleceğine ait ödevlerim bitmemiştir, siz onları tamamlayacaksınız. Siz de sizden sonrakilere benim sözü mü tekrar ediniz." Bu sözler bir bireyin değil, bir Türk ulusu duygusunun ifadesidir. Bunu, her Türk bir parola gibi kendinden sonrakilere arasız tekrar etmekle son nefesini verecektir. Her Türk bireyinin son nefesi, Türk ulusunun nefesinin sönmeyeceğini, onun ölümsüz olduğunu göstermelidir. Yüksel Türk! Senin için yüksekliğin sınırı yoktur. İşte, parola budur!
1935 (Ulus gazetesi, 12.12.1935)Millî ülkü

Türk milleti!
Kurtuluş Savaşı’na başladığımızın on beşinci yılındayız. Bugün, Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır.
Kutlu olsun!
Bu anda büyük Türk milletinin bir bireyi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.
Yurttaşlarım!
Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bundaki başarıyı Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak kararlı bir şekilde yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla yeterli göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak zorunluğunda ve kararındayız. Yurdumuzu dünyanın en bayındır ve en uygar memleketleri düzeyine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah araç ve kaynaklarına sahip kılacağız.Millî kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkaracağız.Bunun için bizce zaman ölçüsü, geçmiş yüzyılların gevşetici düşünüş biçimine göre değil, yüzyılımızın hız ve hareket kavramına göre düşünülmelidir. Geçen zamana oranla daha çok çalışacağız. Daha az zamanda daha büyük işler başaracağız. Bunda da başarılı olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve uygarlık yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meş’ale pozitif bilimdir.Şunu da önemle belirtmeliyim ki, yüksek bir insan topluluğu olan Türk milletinin tarihî bir niteliği de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, doğuştan zekâsını, bilime bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, millî birlik duygusunu arasız ve her türlü araç ve önlemlerle besleyerek geliştirmek millî ülkümüzdür. Türk milletine çok yaraşan bu ülkü, onu bütün insanlığa gerçek huzurun temini yolunda kendine düşen uygar görevi yapmakta başarılı kılacaktır.Büyük Türk milleti!On beş yıldan beri giriştiğimiz işlerde başarı vadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım.
Bugün aynı inan ve kesinlikle söylüyorum ki, millî ülküye tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün uygar âlem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.
Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük uygar niteliği ve büyük uygar yeteneği, bundan sonraki gelişimiyle geleceğin yüksek uygarlık ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.Türk milleti!Sonsuza akıp giden her on yılda bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, mutluluklarla huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.
Ne mutlu Türk’üm diyene!
1933 (Hakimiyeti Milliye gazetesi, 30.10.1933; Atatürk’ün S.D.II, s. 272)

Ey Türk milleti! Sen yalnız kahramanlık ve savaşkanlık-ta değil, fikirde ve uygarlıkta da insanlığın şerefisin. Tarih, kurduğun uygarlıkların övgüleriyle doludur. Varlığına kasteden siyasî ve toplumsal etkenler birkaç yüzyıldır yolunu kesmiş, yürüyüşünü ağırlaştırmış olsa da, on bin yıllık fikir ve kültür mirası, ruhunda eskimemiş ve tükenmez bir güç halinde yaşıyor. Belleğinde binlerce ve binlerce yılın anısını taşıyan tarih, uygarlık safında lâyık olduğun yeri sana parmağıyla gösteriyor. Oraya yürü ve yüksel! Bu, senin için hem bir hak, hem de bir görevdir!
(Türk Tarihinin Ana Hatları, Methal Kısmı, 1931, s. 74)

Türk milletinin dinamik ülküsü:
Büyük davamız, en uygar ve en bolluğa, rahata kavuşmuş millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde temelli bir devrim yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik ülküsüdür. Bu ülküyü, en kısa bir zamanda başarmak için, fikir ve hareketi beraber yürütmek zorunluğundayız. Bu girişimde basan, ancak, düzenli bir plânla ve en akılcı şekilde çalışmakla mümkün olabilir. Bu sebeple okuyup yazma bilmeyen tek vatandaş bırakmamak, memleketin büyük kalkınma savaşının ve yeni çatısının istediği teknik elemanları yetiştirmek; memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, kuşaktan kuşağa yaşatacak birey ve kurumları yaratmak; işte bu önemli ilkeleri en kısa zamanda sağlamak, Milli Eğitim Bakanlığı’nın üzerine aldığı büyük ve ağır zorunluklardır. İşaret ettiğim ilkeleri, Türk gençliğinin kafasında ve Türk milletinin bilincinde daima canlı bir halde tutmak, üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza düşen başlıca görevdir.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 386)

Millî amaç ve çalışmak:
Millî hedef belli olmuştur. Ona kavuşacak yolları bulmak güç değildir; önemli olan, çetin olan, o yollar üzerinde çalışmaktır. Denebilir ki, hiçbir şeye muhtaç değiliz, yalnız tek bir şeye çok gereksinmemiz vardır: Çalışkan olmak! Toplumsal hastalıklarımızı incelersek temel olarak bundan başka, bundan önemli bir hastalık bulamayız; hastalık budur. O halde ilk işimiz, bu hastalığı esaslı şekilde tedavi etmektir.Milleti çalışkan yapmaktır. Servet ve onun doğal sonucu
olan bolluk, rahatlık ve mutluluk, yalnız ve ancak çalışkanların hakkidir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 59)

Büyük, kutsal hedefler, erişilemeyecek hedeflerdir. Bu sebeple herhangi bir hedefe erişmekle yetinmeyeceğiz. Sürekli olarak daha ilerisine varmak için çalışacağız.
1925 (Atatürk’ün S.D. II, s. 223)

Bugün milletçe hedefimiz, en uygar milletlerin gelişme düzeyine ulaşmak, hatta bu düzeyi aşmaktır. Bu asla imkânsız değildir. Türk’ün zekâsı, Türk’ün doğuştan nitelikleri buna elverişlidir. Yeter ki Türk milleti hedefini iyice seçsin ve bu hedefe varmaya kesin karar versin!
1932 (Âdile Ayda, Cumhuriyet gazetesi, 10. 11. 1963, s.4)

Yüzyılın bize verdiği dersten, milletimizin gereği kadar uyandığını görüyorum. Milletimizin özel nitelikleri, her işimizde başarımızın kefilidir. Başarımız, şüphesiz birlikte olacaktır. Eğer millet ortak amaca hep beraber çalışarak yürürse, kesinlikle başaracaktır. îşte bunları düşünerek gelecekteki çalışmamızda da başarılı olacağına inanıyorum.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 99)

Millî ülküye tam bir iman ve onun gereklerini duraksama göstermeksizin yerine getirmenin sonucu, elbette başarıdır.
1931 (Atatürk’ün S.D.I, s. 353)

18.7.1936 gecesi Atatürk tarafından yazdırılmıştır :Türk çocuklarının payına düşen, her başarılı atılımdan hep sevinç veren sonuçlar almaktır. Türk çocukları! Yürüdünüz, yürüyorsunuz, yürüyünüz! Yaptığınız atılımlar sizi yüksek ülküye ulaştırmak üzeredir. Durmayın, yürüyün! Mutluluk, bolluk, rahatlık, sevinç ve hepsinden sonra dünyaya karşı yüksek bir gurur seni bekliyor. Türk çocukları! Son sözümün son kelimesine dikkat!… Gurur, büyüklük, sende zaten vardır; bunu gösterme! Onu, kendi yüksek enerjinin harimine sakla! Gerekirse, büyük alçakgönüllülüğünü göster. Fakat gene gerektikçe, göster ezici yumruğunu! İşte, bu niteliklerinle kanıtlayabilirsin ne olduğunu!.. Benim bugünkü ve yarınki Türk çocukluğundan beklediğim yaradılışından gelen özellik, bu şekilde belirmelidir.
1936 (Cevat Abbas Gürer, Cumhuriyet gazetesi, 10. 11. 1941)

Atatürk tarafından yazdırılmıştır :Türkiye Cumhuriyeti’nin, özellikle bugünkü gençliğine ve yetişmekte olan çocuklarına sesleniyorum: Batı senden, Türk’ten çok geriydi. Mânada, fikirde, tarihte bu, böyleydi. Eğer bugün, Batı en sonunda teknikte bir yükselme gösteriyorsa, ey Türk çocuğu, o suç da senin değil, senden evvelkilerin affolunmaz ihmalinin bir sonucudur. Şunu da söyleyeyim ki, çok zekisin, malûm! Fakat zekânı unut, daima çalışkan ol!
1936 (Cevat Abbas Gürer, Cumhuriyet gazetesi, 10.11.1941)

Türk çocuklarının yüksek yeteneğine inancım tamdır.
1933 (Hakimiyeti Milliye gazetesi, 3. 11. 1933)

Millî ülkü düşmanları:
Ülkümüzü açıkça ifade etmeliyiz. Onu imanla duymalı ve onu hiç yılmadan izlemeliyiz. Kişisel çıkarlarımızdan,insanı küçülten emellerimizden sıyrılmayı, ancak böyle canlı ve alevli ülkü sayesinde başaracağız. Fakat bütün iyi niyete, gösterilen bütün yılmazlığa, kararlılık ve dayanıklılığa, meydana getirilen bütün birlik ve beraberliğe rağmen,yine en güzel, en şaşmaz, en doğru düşünüş biçimlerini ve ülküleri bozmaya çalışacak insanlara tesadüf edilecektir.Öylelerine karşı, bütün millet bireyleri çok sert karşılık vermelidir. Hepimiz için öylelerine karşı ezici bir birlik kitlesi şeklinde belirmemiz, en gerekli bir vicdanî zorunluktur. Zira bu hususta bozgunculuk yapacak insanlara hoşgörü ile davranmak, değer vermek, eğitim işareti değil, belki bir milletin mutluluğuna, şerefine, namusuna göz dikmiş insanlara göz yummadır ki, hiçbir zaman, hiçbir birey buna izin veremez. Hiç kimse buna izin vermek hakkına sahip değildir Ve Sizde olmamalısınız.
1923 (Atatürk’ün S.D./I, s. 142)

Milliyet ilkesi:
Bir milletin, diğer milletlere oranla doğal veya kazanılmış özel karakterler sahibi olması, diğer milletlerden farklı bir yapı oluşturması, ekseriya onlardan ayrı olarak onlara paralel ilerleme ve gelişmeye çalışması niteliğine milliyet ilkesi denir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 24, 379-380)

Milliyet ilkesinin gücü:
Biz, milliyet fikirlerini uygulamada çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla çalışma ile gidermeye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki, milliyet kuramını, milliyet ülküsünü çözüp dağıtmaya çalışan kuramların dünya üzerinde uygulanma yeteneği bulunamamıştır. Çünkü tarih, olaylar, hâdiseler ve gözlemler insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin egemen olduğunu göstermiştir ve milliyet ilkesi aleyhindeki büyük ölçüde gerçek denemelere rağmen yine milliyet duygusunun öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, 142-43)

Milletimiz en yüksek uygarlaşma derecesinde, en parlak gelişme basamağında, en şanlı ve kuvvetli döneminde iken,diğer birtakım milletler, ancak milletimizin darbeleri karşısında kendi benliklerini bularak o darbeleri geçirdikten sonra bugünkü durumlarına gelmiştir. Biz ise onlardaki uyanışa karşı, çok derin dalgınlıklar içinde kendini bırakıp gelmişizdir.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 138)

Çağdaş olan milliyet kuralı, uluslararası yaygınlaşmıştır.Biz de Türklüğümüzü korumak için, son derece özen göstereceğiz.
1930 (Atatürklün S.D.III, s.89)

Türk milliyetçiliğinin tanımı:
Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda, milletlerarası ilişki ve yakınlaşmalarda, bütün çağdaş milletlere paralel ve onlarla uyum içinde yürümekle beraber, Türk toplumunun kendine özgü karakterlerini ve başlı başına bağımsız kimliğini saklı tutmaktır.
1930 (Afetinan, T.T.K. Belleten, Cilt: XXXII, No: 128, 1968, s. 557)

Milliyetçilik ve millî sınır:
Memleketin, fikrî ve ekonomik gelişmeye, yüksek ilerleme alanı olmasına çalışmak ülkümüzdür. Fakat bu gelişmenin, uygar ve millî sınır dışında seyretmesini ilkelerimize uygun bulamayız.      1929 (Ayın Tarihi, Sayı: 68, 1929, s. 5024)

Türk Milliyetçiliği ve Cumhuriyet:
Biz doğrudan doğruya milliyetçiyiz ve Türk milliyetçisiyiz; Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun bireyleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluluğa dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.
1926 (Atatürk’ün S.D.V, s. 114)

Milliyetçilik ve dil:

Milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden evvel ve kesinlikle Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz.     
1931 (Vakit gazetesi, 19.2.1931; Taha Toros,Atatürk’ün Adana Seyahatleri, s. 39)

Türk milletinin millî dili ve millî benliği, bütün yaşamında egemen ve esas kalacaklar.
1933 (Hakimiyeti Milliye gazetesi, 7.2.1933)

Millî duygu ve insanî duygu:
Türk milleti, millî duyguyu dinî duyguyla değil, fakat insanî duyguyla yan yana düşünmekten zevk alır. Vicdanında millî duygunun yanında insanî duygunun şerefli yerini daima korumakla övünür. Çünkü Türk milleti bilir ki, bugün uygarlığın yolunda bağımsız ve fakat kendileriyle paralel yürüdüğü bütün uygar milletlerle karşılıklı insanî ve uygar ilişki, elbette gelişmemize devam için gereklidir ve yine bilinir ki Türk milleti, her uygar millet gibi, geçmişin bütün dönemlerinde buluşlarıyla, yaratılarıyla uygarlık âlemine hizmet etmiş insanların, milletlerin değerini takdir eder ve anılarını saygıyla korur. Türk milleti, insanlık âleminin samimî bir ailesidir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazılan, s. 369-370)

Gerçi bize milliyetçi derler. Fakat biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği eden bütün milletlere saygı gösterir ve uyarız. Onların bütün milliyetlerinin gereklerini tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz, herhalde bencil ve gururlu bir milliyetçilik değildir.
1920 (Atatürk’ün S.D.I, s. 98)

Türk milleti: Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına, Türk milleti denir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M .K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 351)

Türkler demokrat, özgür ve sorumlu vatandaşlardır. Türk Cumhuriyeti’nin kurucuları ve sahipleri, bizzat kendileridir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M. K. Atatürk’ün El Yazılan, s. 465)

Türk milletini yapan insanların tarihleri birdir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün el Yazıları, s.357)

Türk milletinin kuruluşundaki gerçekler Türk milletinin kuruluşunda etkili olduğu görülen doğal ve tarihî gerçekler şunlardır: a) Siyasî varlıkta birlik, b) Dil birliği, c) Yurt birliği, d) Irk ve köken birliği, e) Tarihî ya-
kınlık, f) Ahlâkî yakınlık.Türk milletinin oluşmasında var olan bu şartlar, diğer milletlerde hepsi birden yok gibidir. Daha umumî bir tarif yapabilmek için diyelim ki; bir topluma millet diyebilmek için bu şartlar, aynı zamanda bütün olarak veya kısmen, birarada bulunmak gerekir. Bütün milletler tamamen aynı şartlar altında oluşmamış olduklarına göre Türk milletinde yaptığımız gibi, diğer bir millet ayrı olarak incelenmedikçe, milliyet fikrini umumî ve bilimsel olarak tarif etmek güçtür.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk’ün El Yazıları, s. 371 – 372)

Türk vatanı Türk milleti, Asya’nın batısında ve Avrupa’nın doğusunda olmak üzere kara ve deniz sınırlarıyla ayrılmış, dünyaca tanınmış büyük bir yurtta yaşar. Onun adına Türkeli, Türk vatanı derler. Türk yurdu daha çok büyüktü. Yakın ve uzak zamanlar düşünülürse Türk’e yurtluk etmemiş bir kıt’a yoktur. Bütün dünyada, Asya, Avrupa, Afrika Türk atalarına yurt olmuştur. Bu gerçekler eski ve özellikle yeni tarih belgeleri ile bellidir. Fakat bugünkü Türk milleti, varlığı için bugünkü yurdundan memnundur. Çünkü derin ve şanlı geçmişin, büyük, kudretli atalarının kutsal miraslarının bu yurtta da korunabileceğinden, o mirasları şimdiye kadar olduğundan çok fazla zenginleştirebileceğinden emindir.Vatanımız, Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde varlıklarını koruyan eserleri ile yaşadığı bugünkü siyasal sınırlarımız içindeki yurttur. Vatan, hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez bir kütledir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 19)

Vatanın her parçası, ayrıcasız, Türk tarihinin maddî ve kesin dayanaklarıdır.
1924 (Raşit Metel, Atatürk ve Donanma, s. 87)
Vatan sevgisi

Türklerin vatan sevgisiyle dolu olan göğüsleri, düşmanların lânetlenmeyi gerektiren tutkularına karşı daima demirden bir duvar gibi yükselecektir.
1921 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 411)

Gerektiği zaman vatan için bir tek birey gibi tek istek ve karar ile çalışmasını bilen bir millet, elbette büyük bir geleceğe lâyık ve aday olan bir millettir.
1927 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s.536)

Yurt toprağı:
Yurt toprağı! Sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen, Türk milletini ebedî hayatta yaşatmak için verimli kalacaksın. Türk toprağı! Sen, seni seven Türk milletinin mezarı değilsin. Türk milleti için yaratıcılığını göster.
1930 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 295)

Millî anıların değeri:
Millet için ve milletçe yapıların işlerin anısı, her türlü anıların üstünde tutulmazsa millî tarih kavramının değerini takdir etmek mümkün olamaz. 
1931 (Atatürk’ün S.D.l, s. 353)

Millî karakter:
Millî karakteri derin tarihimizin ilham ettiği yüksek derecelere çıkarmak, heyecanla izlediğimiz büyük emellerimizdendir.
1931 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 551)

Millî ahlâk ve millî duygu:
Milletin toplumsal düzen ve huzuru, bugün ve gelecekte refahı, mutluluğu, güvenliği ve dokunulmazlığı, uygarlıkta ilerleme ve yükselmesi için insanlardan, her hususta ilgi, gayret, nefsin özverisini ve gerektiği zaman seve seve nefsinin fedasını isteyen, millî ahlâktır. Mükemmel bir millette, millî ahlâk gerekleri, o millet bireyleri tarafından âdeta düşünülmeksizin vicdanî, hissî bir güdü ile yapılır. En büyük millî duygu, millî heyecan, işte budur. Millet analarının, millet babalarının, millet öğretmenlerinin ve millet büyüklerinin evde, okulda, orduda, fabrikada, her yerde ve her işte millet çocuklarına, milletin her bireyine bırakmaksızın ve sürekli olarak verecekleri millî eğitimin amacı, işte bu yüksek millî duyguyu sağlamlaştırmak olmalıdır.

Ahlâkın millî, toplumsal olduğunu söylemek ve ortak vicdanın bir ifadesidir demek, aynı zamanda ahlâkın kutsal sıfatını da tanımaktır. Ahlâk kutsaldır; çünkü, aynı değerde eşi yoktur ve başka hiçbir çeşit değerle ölçülemez.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk’ün El Yazıları, s. 361-362)

Millî ahlâkımız, uygar esaslarla ve özgür fikirlerle beslenmeli ve sağlamlaştırılmalıdır. Bu, çok önemlidir; özellikle dikkatinizi çekerim. Korkutma esasına dayanan ahlâk, bir erdem olmadıktan başka güvene de lâyık değildir.
1924 (M.E.İ.S.D. 1, s. 19)
Türklerin aşağı yukarı hep ahlâkları birbirine benzer. Bu yüksek ahlâk, hiçbir milletin ahlâkına benzemez. Ahlâkın millet oluşmasında yeri çok büyüktür, önemlidir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk’ün El Yazıları, s. 358)

Büyüklere saygı iyi bir ahlâktır.
1919 (Atatürk’ün S.D.II, s.2)Milletlerin özellikleri

Her milletin kendine özgü gelenekleri, kendine özgü âdetleri, kendine göre millî özellikleri vardır. Hiçbir millet,aynen diğer bir milletin taklitçisi olmamalıdır. Çünkü böyle bir millet, ne taklit ettiği milletin aynı olabilir, ne kendi milliyeti içinde kalabilir. Bunun sonucu şüphesiz ki acıdır.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 150)

Bir milletin mutluluk saydığı şey, diğer bir millet için felâket olabilir. O halde bir millet, kendine göre mutluluk sayacağı bir şeye erişebilmek için başvurduğu gerek ve araçlar, kendi ruhundan çıkarsa o zaman amaca varabilir.
1921 (Atatürk’ün S.D.l, s. 198)

Dış Türkler hakkında :
Siyasal varlığımızın dışında, başka ellerde, başka siyasal topluluklarla, isteyerek veya istemeyerek yazgı birliği yapmış, bizimle dil, ırk, köken birliğine sahip ve hatta yakın uzak tarih ve ahlâk yakınlığı görülen Türk toplulukları vardır. Tarihin bir hadisesinin sonucu olan bu hal, Türk milleti için elim bir anıdır; fakat Türk milletinin tarihsel ve bilimsel oluşmasındaki köklülüğü, dayanışmayı asla bozamaz.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk’ün El Yazıları, s. 23; 375-376)

Türk milleti Kurtuluş Savaşı’ndan beri, hatta bu savaşa atılırken bile mahkûm milletlerin özgürlük ve bağımsızlık davalarıyla ilgilenmeyi, o davalara yardım etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının özgürlük ve bağımsızlıklarına kayıtsız davranması elbette uygun görülemez. Fakat milliyet davası, bilinçsiz ve ölçüsüz bir dava şeklinde düşünülmemeli ve savunulmamalıdır. Milliyet davası, siyasî bir mücadele konusu olmadan önce, bilinçli bir ülkü sorunudur. Bilinçli ülkü demek pozitif bilime, bilimsel yöntemlere dayandırılmış bir hedef ve amaç demektir.O halde propagandalarda olumlu yöntemlere başvurmak şarttır. Hareketlerin imkân sınırları ve sıralan kesinlikle hesaba katılmalıdır. Türkiye dışında kalmış olan Türkler, ilkin kültür sorunlarıyla ilgilenmelidirler. Nitekim, biz Türklük davasını böyle bir olumlu ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türkleri’nin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.
(Abdülkadir İnan, Türk Kültürü  Dergisi, Sayı: 13, 1963, s. 115)

Azerî Türklerinin dertleri kendi dertlerimiz ve sevinçleri kendi sevinçlerimiz gibi olduğu için, onların arzularına kavuşmaları, özgür ve bağımsız olarak yaşamaları bizi pek fazla sevindirir. 1921 (Atatürk’ün S.D.II, s.19)

Türk milleti ve bolşevik ilkeleri:
14. 8. 1920 günü 1. Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapmış olduğu konuşmadan:
Biz memleket ve milletimizin varlığını ve bağımsızlığını kurtarmak için karar verdiğimiz zaman kendi görüşlerimize bağlı bulunuyorduk ve kendi kuvvetimize dayanıyorduk. Hiçbir kimseden ders almadık, hiç kimsenin kandırıcı vaatlerine aldanarak işe girişmedik. Bizim görüşlerimiz, bizim ilkelerimiz herkesçe bilinir ki, bolşevik ilkeleri değildir ve bolşevik ilkelerini milletimize kabul ettirmek için de şimdiye kadar hiç düşünmedik ve girişimde bulunmadık. Bizim inanışımıza göre, milletimizin yaşamının sağlanması ve yükselmesi, kendi benimseme yeteneğiyle uygun olan görüşlerdir. Fakat esas bakımından incelenirse bizim görüşlerimiz -ki halkçılıktır- kuvvetin, kudretin, egemenliğin, yönetimin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır. Yine şüphe yok ki bu, dünyanın en kuvvetli bir esasi, bir İlkesidir.
1920 (Atatürk’ün S.D.I, s. 97-98)

Türk milletinin yapısı ve komünizm:
Kendi elyazısıyla yazılmış "Demokrasi’ye Karşıt Çağdaş Akımlar" başlıklı yazı dizisinden :
Bolşevik kuramının Rusya’da uygulanmış şekline bakalım:
Bütün Rus milleti içinden işçi, deniz ve kara kuvvetlerinden ibaret bir azınlık ekonomik esaslara dayanan, komünist partisi adı altında birleşerek, bir diktatörlük meydana getirmişlerdir. Amaçlarında, millî değildirler. Kişisel özgürlük ve eşitlik tanımazlar. Halk egemenliğine saygıları yoktur. İçeride çoğunluğu, zorlama ve baskı ile görüş noktalarına uymaya zorlarlar; dışarıda propaganda ve ihtilâl örgütü ile, bütün dünya milletlerine kendi ilkelerini yaymaya çalışırlar. Halbuki, hükümet kurmaktan amaç, evvelâ, bireysel özgürlüğün teminidir. Bolşevik hükümet şeklinde istibdat niteliği görülmektedir. Bir toplumu, bir kısım insanların görüşlerinin, zorla, esiri ve düşkünü yaşatmak şekline, doğal ve uygun bir hükümet sistemi gözüyle bakılamaz.
1930 (Afetinan, M.B. ve MK. Atatürk’ün El Yazılan, s. 420 -422)

Türk milletinin yapısı ve komünizm:
Hâkimiyeti Milliye gazetesi muhabirine verdiği demeçten:
Komünizm toplumsal bir sorundur. Memleketimizin hali, memleketimizin toplumsal şartları, dinî ve millî geleneklerinin kuvveti Rusya’daki komünizm’in bizce uygulanmasına uygun olmadığı görüşünü doğrular bir niteliktedir. Son zamanlarda memleketimizde komünizm esasları üzerine kurulan partiler de bu gerçeği deneyimle kavrayarak faaliyetlerini durdurma gereğine inanmışlardır. Hattâ bizzat Rusların düşünürleri bile, bizim için bu gerçeğin meydana çıkmasına boyun eğmiş bulunuyorlar.
1921 (Atatürk’ün S.D. 111, s. 20)

Kendi arzularını kolaylıkla desteklemek isteyen birtakım kimseler hilekârcasına komünizm ve diğer kuruluşa taraftar olduğumu daima yayıyorlar. Fakat yanlıştır.
1920 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s.351)

Bolşeviklerle ilişkimize gelince, biz onlarla bir dostluk antlaşması yaptık. Başlıca şartlardan biri şu ki, Ruslar memleketimizde propaganga ve kışkırtmalar yapmayacaklar; çünkü Sovyet kuruluşuyla bizim kuruluşumuz arasında esaslı uyuşmazlık vardır.
1921 (Atatürk’ün S.D.V, s.84)

Petit Parisien muhabirine Bursa’da verdiği demeçten:Biz ne bolşevikiz, ne de komünist; ne biri, ne diğeri olamayız. Çünkü, biz milliyetçiyiz ve dinimize saygılıyız.Özetle, bizim hükümet şeklimiz tam bir demokrat hükümetidir ve dilimizde bu hükümet, "halk hükümeti" diye anılır. Bu hükümet, doğrudan doğruya milletin arzularını karşılamaya hizmet eder ve millet ve memleketin yönetimine kendisi sahiptir. Bu nedenle kendi yazgısını kendisi belirler. Yönetimsel kuruluşlarımızın hepsinde uygulanacak olan yöntem de budur.
1922 (Atatürk’ün S.D.IU, s. 51-52)

Amerikalı kadın gazeteci Gladys Baker’e verdiği demeçten:Türkiye’de bolşeviklik olmayacaktır. Çünkü Tük hükümetinin ilk amacı, halka özgürlük ve mutluluk vermek, askerlerimize olduğu kadar, sivil halkımıza da iyi bakmaktır.
1935 (Ayın Tarihi, No: 19, 1935)Yabancı akımlarla mücadele

5.8.1929 gecesi Eskişehir garında Sakarya gazetesi başyazarına verdiği demeçten:Türk milletinin toplumsal düzenini bozmaya yönelen didinmeler, boğulmaya mahkûmdur. Türk milleti, kendinin ve memleketin yüksek çıkarları aleyhine çalışmak isteyen bozguncu, alçak, vatansız ve milliyetsiz beyinsizlerin saçmalamalarındaki gizli ve kirli emelleri anlayamayacak ve onlara hoşgörüyle davranacak bir topluluk değildir. O, şimdiye kadar olduğu gibi doğru yolu görür. Onu yolundan saptırmak isteyenler ezilmeye, ortadan kaldırılmaya mahkûmdur. Bu hususta köylü, işçi ve özellikle kahraman ordumuz candan beraberdir. Bunda kimsenin şüphesi olmasın!
1929 (Ayın Tarihi, Cilt: 20, Sayı : 65, s. 4791)
ATATÜRK VE DIŞ TÜRKLER
Prof.Dr. Abdülkadir İnan  (1889-1976) 
Dil devriminin önemli bir dönüm noktasına gelmiş olduğumuz günlerde idik. Türk Dil Kurumu yönetim kurulu üyeleri sık sık Çankaya’ya çağrılıyorlardı. Sofra sohbetlerinde en çok dil konusu ele alınmakla beraber, Atatürk dünya barışını ilgilendiren siyasî olaylara da arasıra temas ederdi. Bir akşam, o yılın son aylarındaki Rus – Japon münasebetlerinden söz açıldı. Atatürk yeni konular ortaya çıkınca Ahmet Cevat Emre ile şakalaşmaktan hoşlanırdı. O gün gene Ahmet Cevat’a: “Siz Harbiyede okudunuz. Askerlikten anlarsınız. Japonlar Ruslara karşı savaşa girecek olurlarsa hangi istikamette harekete geçeceklerini tahmin edersiniz?” diye sordu. Ahmet Cevat Emre; “Muhakkak Sibirya istikametinde hareket ederler” cevabını verdi. Atatürk bu tahminin yanlış olduğunu söyledi; ve Japonların Moğolistan üzerinde Türklerle meskûn ülkelere doğru hareket edeceklerini belirtti; bunun beşerî, askerî sebeplerini birer birer açıkladı. 
Sofrada oturanlardan Prof. Saim Ali Dilemre, Japonların son yıllarda yayınladıkları “Turanlı Uluslar Haritası”na dair bilgi sundu; kendilerini Turan ırkından sayarak, Malezya ırkıyla münasebetleri olmadığı iddiasında bulunduklarını ilave etti. Atatürk iddianın emperyalist devletlerce uluslara medeniyet götürdüklerini ileri süren sömürgecilerin şimdi taktik değiştirdiklerine dikkatimizi çekti. Bu taktik gereğince ırk kardeşliği, yahut mahkum zümrelere, ezilmiş proleter sınıflara içtimai adalet temin etmek gayreti güder davranılarak büyük kitlelerin iğfal edilmesine uğraşıldığını izah etti. 
Atatürk’ün eski arkadaşlarından Müfit Bey yanımdaydı. Ben öteden beri kendisiyle konuşur. Türklük dâvasında dertleşirdim. O da bana eski bir Ocaklı ve Türkçü olduğunu söyliyerek gönlümü alırdı. Bu toplantıdan birkaç gün sonra aynı konuya temas etmiştik. Ben: “Eski bir Ocaklı ve Türkçü olduğunuzu söylüyorsunuz ama, neden hükümet mülteci Türklerin hürriyet ve istiklal davası uğrunda yayımladıkları dergiler kapatırken kimse ağzını açmıyor, mecliste bir tenkit sesi yükselmiyor; üstelik siz de kendi payınıza susuyorsunuz” demiş, biraz sitem etmiştim. Müfit Bey, o akşam münakaşa hararetlenince benim söylediklerimi hatırladı ve yumuşak bir şekilde nakletti. Atatürk gülümseyerek yüzünü bana çevirdi: “Demek Abdülkadir Bey bizi protesto ediyor, öyle mi? diye lâtife etti. Sonra sakin, ikna edici bir eda ile konuşmaya başladı. Türkiye’nin durumunu, Dünya Türklüğünün tarihi ve kültürel münasebetlerini tahlil etti. Şu dakikada o tahlillerin zengin teferruatını hatırlamıyor. Yalnız umumî meâlini, yanılmadığımdan emin olarak, özetliyebilirim. Atatürk fikirlerini şöyle açıklamıştı: “Rusya’dan bize sığınan siyaset adamları soydaşlarımız, kardeşlerimizdir. Dünyanın gittikçe karışan ve gittikçe tehlikeli bir istikbale yönelen tutumu muvacehesinde bizim durumumuza hususi bir önem vermelerini beklemek hakkımızdır. Şunu da takdir etmeleri lâzımdır ki, Türk milleti kurtuluş savaşından beri, hatta bu savaşa atılırken bile, mahkûm milletlerin hürriyet ve istiklâl dâvalariyle ilgilenmeyi, o davalara müzaheret etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının hürriyet ve istiklallerine kayıtsız davranması elbette tecviz edilemez. Fakat milliyet davası şuursuz ve ölçüsüz bir dava şeklinde mütalâa ve müdafaa edilmemelidir. Milliyet davası siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir ülkü meselesidir. Şuurlu ülkü demek müsbet ilme, ilmi usullere dayandırılmış bir hedef ve gaye demektir. O halde propagandalarda müsbet usullere müracaat etmek şarttır. Hareketlerin imkan sınırları ve sıraları mutlaka hesaba katılmalıdır. Türkiye dışında kalmış olan Türkler ilkin kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müsbet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.” 
Atatürk bu noktadan başlıyarak kültürel Türkçülük meselesinin muhtelif cephelerine geçti; sonra tahlillerini birer birer toplayarak tekrar dil konusuna döndü. 
O gece, her zaman olduğu gibi, Büyük Atatürk’ün fikir, iman irade çağlayanı halinde taşan sözlerini hayranlıkla dinledim. Onda dinmek bilmeyen Türklük sevgisinin vecidli ifadelerine bugün vakit vakit dönmekle tatlı bir teselli buluyorum. İlerleyen yaşamın durgunluğu içinde o sözlerin derin yankıları gönlümü ferahlatıyor. Bana hayatın büyük bir manası olduğunu kabul ettiren, bu manayı milletimizin parlak istikbalinde aratan, o istikbale kendim erişemiyecek olsam bile imanımı, güvenimi artıran hep Atatürk’ün bendeki güzel hatıralarıdır. O hatıraların ruhumda sönmez güneşi olarak parlayan Atatürk’ün diri, genç, enerjik yüzünü, çelik bakışlarını daima içimde buluyor, seyrediyorum; tunç sesini gönlümde işitiyorum. O bakışların ve o sesin kuvvetiyle yaşıyorum. 
(Prof.Dr. Abdülkadir İnan, Atatürk ve Dış Türkler, Türk Kültürü Dergisi, Kasım 1963, Sayı. 13, Sayfa. 114-115)


TÜRK BİRLİĞİ:

Türk Birliği’nin bir gün mutlaka hakikat olacağına inanan Başbuğ Atatürk ileri görüşlü bir devlet adamı olarak çok uzun yıllar öncesinden Sovyetler Birliği’nin dağılacağını tahmin etmiş ve Türkiye’yi yönetecek olanların o günlere hazırlıklı olmalarını istemiştir ve kendisinden sonraki devlet adamlarına bir siyasi vasiyet yerine geçecek şu sözleri söylemiştir:

Bu gün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yakında ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bu gün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür; tarih bir köprüdür, inanç bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekir. (29 Ekim 1933)

1932 yılında Macar Tarihçi Zaiti Frenezi’yi Ankara’da misafir eden Atatürk, ondan Türkler’in buralarda 5000 yıllık bir tarihleri olduğunu belgeleriyle öğrenmiştir.
Atatürk Türk Dili’nin, yani Türkçe’nin yabancı sözcüklerden arındırılması ve zenginleştirilmesini istiyordu. Bunun için Türk Dil Cemiyeti kuruldu, bu daha sonra Türk Dil Kurumu oldu. Ayrıca Atatürk, 1931’de Türk Tarih Tetkik Cemiyeti’ni kurdurdu, bu cemiyet sonradan Türk Tarih Kurumu oldu. Büyük Önder ortak bir konuşma ve ortak bir yazı dili oluşsun istiyordu. Bunun için dil kurultayları tertip ediyordu, yabancı devletlerden Türkologlar davet ediyordu. Bu arada 1935 yılında da Atatürk’ün önerdiği Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kuruldu.
Atatürk’ün gündeminde, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin çok çetin, ekonomik ve sosyal problemleri yanında, daima bir “Büyük Türk Devletleri Birliği” fikri vardı. Ortak bir konuşma ve yazı dili oluşturduktan sonra, ortak bir tarih ve kültür meydana getirmek istiyordu. Eylül/1932 tarihinde Türkiye’ye gelen o zamanki Amerikan Genel Kurmay Başkanı Mac Arthur da, Mustafa Kemal Paşa’nın, kafasında “Büyük Türk Devletleri Birliği” fikrini yaşattığını söylüyordu.
Araştırmacı Ali Külebi'nin yaptığı araştırma ve tespitlerine göre:Tayfur Bey’in (Sökmen) Atatürk’e yazdığı bir mektupta Hatay’ı kastederek “Sancak Millî Misak’a dâhil midir?” sorusuna verdiği cevap : “Türklerin yaşadığı her yer Millî Misak içindedir.” (Tahsin Banguoğlu : “Milli Misak ve Lozan”, Türk Edebiyatı, Ekim 1987, s.7)
O, Misâk-ı Millî sınırları dışında kalan Orta Asya Türklerini hiç bir zaman unutmadı. Mecliste yaptığı bir konuşmada:
“Malum-ı âliniz olduğu veçhile Rusya’ya bir sefaret heyeti gönderiyoruz. Bu heyet-i sefaret esasen malum olan, mazbut olan kadrosu dâhilindedir. Fakat Rusya’da ve Rusya ile temasta namütenahi İslâm kütleleri vardır. Bu İslâm kütleleri içinde bizim ifa edebileceğimiz bir takım hususi, mahrem ve fevkalâde vezaifimiz vardır. Bittabi bu vezaifin mahiyeti ilân edilerek oraya memur heyet gönderilemez. Sırf bu vezaif-i mahsusayı ifa ettirebilmek, takib ettirebilmek, icabında izhar edilebilmek üzere heyet-i sefaretin kadrosuna heyet-i ilmiye namıyla bir heyet ilâve edilmiştir. Heyet-i ilmiye denildiği zaman mânasından istidlâl edildiği gibi, oraya yalnız tetkikât-ı ilmiye yapacak değildir. İfade ettiğimiz gibi vezaif-i mahsusa ifa edecektir.”
Türkistanlı yazar ve bilim adamlarını çok iyi bildiği ve bir Ali Şir Nevai hayranı olduğu söylenen Atatürk, Türk kültürü ve dili ile ilgili olarak;
“Türkiye dışında kalmış Türkler, ilkin kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müspet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz.” demişti.
Atatürk, Türk dilini geliştirerek ve yayarak, dilimizin Balkanlardan Çin Seddine uzanan Türk dünyasının yegâne sesi ve düşünce vasıtası olmasını istemişti. O, Türkiye Türklerinin önderliğinde Batı Türklerinin dilini, Orta Asya yani Türkistan Türklerinin konuştukları dil ile kaynaştırmak ve müşterek bir tarihe sahip olan Türk dünyasının, lehçe farklılıklarını gidererek müşterek bir dil bağı ile birleşmelerini istiyordu.
Atatürk doğumuzdaki büyük bölgede yaşayan soydaşlarımızın tarihinin, coğrafyasının ve kültürünün doğru öğrenilmesini isterken değişebilecek dünya dengeleri karşısında gelecekte güçlü ve etkili olabilmek için bu bölgede ortaya çıkacak ülkelerle birlikte hareket etmek zorunda olduğumuzu da tespit etmişti.
“Türk Kültürü bütün Türklerin kültürüdür. Bu kültür nerede olursa olsun Türkün malıdır… Her Türkü de Türkiye’yi de alâkadar eder” diyerek de Türkiye’nin dış Türklerle kültür varlıklarını idame çerçevesinde ilgilenmesinin gereğini vurgulamıştı. Yeryüzünde ne kadar çok Türk, ne kadar çok Türk ülkesi, ne kadar yaygın Türk Kültürü olursa, Türkiye o nispette rahat eder ve yalnızlıktan kurtulur diyerek büyük Türk Birliği’nin gerekliliğine işaret etmişti.
Asya, Atatürk’ün iki temel noktada ilgi alanına giriyordu. Bunlardan biri, Asya’nın Anayurt olması ve orasının; dili Türk, kültürü Türk, uygarlığı Türk, tarihi Türk olan halkların diyarı olması, diğeri de, geleceğin dünyasının şekillenmesinde Asya’nın yükleneceği işlevlerdi. Atatürk’ün tarih ve strateji bilinci, Anadolu’daki Türk varlığının korunmasının Türkistan’la birlikteliğe bağlı olduğunu; Asya’daki Türk varlığının, kültür ve uygarlığının korunmasının da Türkistan Türklüğünün Anadolu Türklüğü ile bütünleşmesinden geçtiğini öngörüyordu. Bütün bu noktalardan hareket ederek de Büyük Türk Birliği’nin mayasının ve yapı taşlarının Orta Asya’da olduğunu da tespit etmiş ve eyleme geçmişti. Çünkü O bir eylem adamıydı.
Türkistan aşığı olduğu çeşitli yaklaşım ve düşüncelerinden anlaşılacak Atatürk’ün Ali Şir Nevai hayranlığı bilinir. Yine tarihi şahsiyetlerden Emir Timur’a hayran olduğunu dile getirmesi, onun Türkistanlılara olan sevgisinin bir başka tezahürüdür. Atatürk 1402’de Ankara’da Osmanlı Ordusunu yenmesi sebebiyle genelde Osmanlı aydınlarının soğuk durduğu Timur’u dünyanın en büyük komutanı olarak görmektedir. Bunla ilgili düşüncelerini de;
“Ben Timur zamanında olsaydım, onun yaptığını yapabilir miydim? Onu söyleyemem. Fakat o benim zamanımda olsaydı, belki daha çoğunu yapabilirdi” ve “Bence, dünyanın en büyük komutanı Timur’dur. Hiçbir savaşını şansa bırakmamıştır. Her savaşına senelerce önceden inceden inceye hazırlanmıştır” diyerek dile getirmişti ve bu deyişlerden Atatürk’ün ünlü Türk komutanı çok iyi incelediği anlaşılmaktadır.
Atatürk’ün Orta Asya ve buradaki Türklerle somut ilişkisi Kurtuluş Savaşı günlerinde başlamıştı. Türklerin yoğun olarak yaşadıkları bu ülkeye o zaman güçlü ve kıymetli bir düşünür, edebiyatçı ve dışişleri mensubu Memduh Şevket Esendal büyükelçi olarak gönderilmişti. (Büyük Oyundaki Türk: Enver Altaylı, İrfan Ülkü, İlgi Kültür Sanat, İstanbul, Ocak 2008, S:26)
Esendal’ın yanı sıra çeşitli alanlarda uzman danışmanlarla Ankara, Türkistan’da o günlerde bugünkünden daha büyük bir aktördü. Kurtuluş Savaşı’nın ve sonrasının güçlüklerine rağmen Mustafa Kemal Orta Asya’ya ve büyük Türk Dünyası’na el atmaya kararlıydı.
Temelde yüzü Batı’ya dönük gibi değerlendirilen yüce Atatürk’ün yüzünün Doğu’ya, Türkistan coğrafyasına dönük olduğu böyle birçok hususla ortaya çıkmaktadır. O, Cumhuriyet döneminde oluşturduğu Balkan Paktı ve Sadabad Paktı gibi kuruluşlarla, bir yandan ülkemizin güvenlik duvarlarını oluştururken, diğer yandan da bir Avrasya açılımı yaratmak istiyordu. Bu bağlamda; görev ile Moskova’ya gönderdiği ilim heyetinden İsmail Suphi Bey’in bir müddet sonra Türkistan’a da gönderildiği bilinmektedir. 1921 Temmuzu sonlarında Buhara’ya varan İsmail Suphi Bey’in vazifesi, Atatürk’ün direktifleri istikametinde, Türkistan milli birliğinin kuruluşu için Türkistan Türkleri arasında arabuluculuk yapmaktı.
Mustafa Kemal tarafından İsmail Suphi Bey’e verilen talimat, Türkistan’da bir Türk birliğinin oluşabilmesi için, Türkistan Türklerini bir araya getirecek örgütlenmeyi sağlamaktır. İsmail Suphi Bey, Zeki Velidi Togan’ın başkanlığını yaptığı Türkistan Milli Birliği adlı örgütü daha da genişleterek Milli İttihat Fırkası’nı kurar. Fırkanın başına Zeki Velidi Togan getirilir. Türkistan’da milli birlik hareketi etkinleşmeye başlar. Bir süre sonra Rusya’nın yoğun baskıları sonucu birliğin liderlerinden Zeki Velidi Bey, Osman Hoca ve Sadruddin Han Türkistan’ı terk etmek zorunda kalırlar. Feyzullah Hoca, 6 Ekim 1920’de kurulan Buhara Halk Cumhuriyeti’nin ilk Başbakanı ve Dışişleri Bakanıdır. Bizim Milli Mücadelemize Lenin’in gönderdiği söylenen para yardımının kaynağı, işte bu Cumhuriyettir. Osman Hocaoğlu ve Feyzullah Hoca’nın Lenin’le yaptıkları görüşmelerde bir kurul kurulmasına karar verilir. Bu kurulda Feyzullah Hoca da yer alır. Kurulun yaptığı değerlendirmeler sonunda yardımın miktarı belirlenir. Bu miktar 100.000.000 altın ruble olacaktır. Bu para Buhara Halk Cumhuriyeti tarafından temin edilerek, Türkiye’ye aktarılmak üzere Lenin’e teslim edilir. Lenin bu paradan yaklaşık 15.000.000 altın rubleyi Türkiye’ye gönderir, gerisine el koyar. Buhara Halk Cumhuriyeti, Milli Mücadeleye yardım etmekle kalmaz Mustafa Kemal’le diplomatik ilişkiler de kurar. Sakarya zaferini kutlamak üzere 17 Ocak 1921’de Buhara Halk Cumhuriyetinden bir heyet Ankara’ya gelir ve Mustafa Kemal ile görüşür. Bu heyet, Mustafa Kemal’e zaferin hediyesi olarak üç adet kılıç ile Timur’a ait bir Kuran-ı Kerim’i hediye eder. Mustafa Kemal heyetle yaptığı görüşmeden sonra meclis kürsüsünden bir konuşma yapar:

“Türkistanlı kardeşlerimiz Sakarya zaferi münasebetiyle bize üç kılıç ve bir de Kuran-ı Kerim göndermişler. Türk milleti adına kendilerine teşekkür ederim. Bu mukaddes kitabı Türk milletine hediye ediyorum. Bu üç kılıçtan birini ben aldım. İkincisini, Batı Cephesi kumandanı olarak İsmet Paşaya verdim. Üçüncüsünü de İzmir fatihine saklıyorum. Bu kılıç İzmir’e ilk giren kumandanın beline takılacaktır.” Üçüncü kılıç, 9 Eylül sabahı saat 10.30’da İzmir’e girerek, yaralarından kanlar sıza sıza Hükümet Konağına şerefli Türk bayrağını çeken İkinci Süvari Tümeni 4. Alayında Bölük Komutanı olan Yüzbaşı Şerafettin Bey’e verilmiştir. Atatürk, bu kılıçla birlikte Yüzbaşı Şerafettin Bey’e “İzmir” soyadını da vermiştir. Görüldüğü gibi, Atatürk Millî Mücadele’nin o ateşli günlerinde bile Türkistan Türklüğü ile bağlarını güçlü tutmuş, onlarla yakından ilgilenmiştir. (Prof. Dr. Hüseyin KARADAĞ arşivi: http://www.21yyte.org/tr/yazi.aspx?ID=465&kat=31)

Atatürk çalışmaların gizli surette yürütülmesine dikkat etmiştir. Çünkü bu sıralarda Sovyetler Birliği hükümeti ile diplomatik ilişkiler iyi yolda gitmektedir. 18 Mart 1921 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti ve Sovyetler Birliği arasında imzalanan Moskova Antlaşmasıyla da, Sovyet Rusya, tespit edilmemiş bir süre için Türkiye’ye her yıl 10 milyon altın ruble vermeyi taahhüt etmiştir.

Bu şartlar altında Atatürk, Dış Türkler konusunda ölçülü hareket etmek, onu şuurlu bir ülkü meselesi görmek ve şuurlu ülküyü müspet ilme, ilmi usullere dayandırılmış bir hedef ve gaye şeklinde tanıtmak istemiş ve olumlu yöntemlerle, bilhassa propagandaya önem vermenin gerekliliğini öne sürmüştür. Durum böyle olunca, Rusya mahkûmu Türk ülkelerine bağımsızlıklarını kazanmaları yolunda tam anlamıyla kuvvetli bir destek sağlanamamıştır. Buna karşılık, Sovyetler Birliği’nden bir yolunu bularak kaçıp Türkiye’ye sığınan çok sayıda Rusya Türküne kucak açılmış, bu aydın sınıf, halklarının bağımsızlık davasını, Bolşevik hükümet aleyhine olmak kaydı şartıyla buradan yürütmüştür.

Bu dönemde, Sovyet zulmünden dolayı Türkistan’dan kaçan gençler himaye altına alınıyor ve Türkiye’ye gönderiliyordu. Bunlar arasında Doğu Türkistan’dan kaçanlar da vardı. Bu gençlerin büyük bir kısmının askeri okullarımızda okutulup Silahlı Kuvvetlerimize katılmaları heyecan verici bir olaydı.

Yine Bolşevik zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığınan Rusya Türklerine büyük bir sevgi ile kucak açan Atatürk, birçoğu Sovyet Rusya hükümetince yasaklı siyasetçi olan bu aydınların, Türkiye’de ülkelerinin bağımsızlığı yolunda mücadele vermelerine imkân sağlamıştır. Bunlardan, Kazan Türklerinden Prof.  Dr. Sadri Maksudi Arsal, Prof. Dr. Yusuf Akçura, Başkurt Türklerinden Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Prof. Dr. Abdülkadir İnan, Kırım’dan Cafer Seydahmet Kırımer ve Azeri Türklerinden Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin Resulzade, Mirza Bala Mehmetzade ve daha pek çokları Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş kadroları içinde yer almıştır.

Esendal’ın Türk Dünyasındaki çalışmalarının yalnız Afganistan ile sınırlı kalmaması ve Büyükelçi olarak bulunduğu Azerbaycan ve İran’da da benzeri çalışmaları gerçekleştirmiş olması Atatürk’ün vizyonunun eseriydi. Yine Esendal’ın Türk Dünyası ile ilişkilerinin Hindistan’a kadar uzandığı ve burada da faaliyetlerde bulunduğu bilinmektedir. Atatürk’ün Afganistan’a olan ilgisinin yoğunluğu büyük stratejik dehasının sonucudur. Çünkü nasıl İngilizler 19. yüzyıldan bu yana Afganistan’a ilgi duymuş Amerikalılar, 2001 yılında 11 Eylül’ü bahane ederek bu ülkeyi işgal etmişlerse Atatürk de bu ülkenin Türkistan’a uzanan kilit taşı olduğunu biliyordu. Hatta Kurtuluş Savaşı esnasında Atatürk’ün bazı subayları Afganistan’a göndermesi üzerine karşı çıkan Mareşal Fevzi Çakmak’a; “Biz Anadolu’da verdiğimiz İstiklal Savaşı’nın güvenliğini Afganistan’dan sağlamak zorundayız” şeklinde yanıtlamıştı. (aynı eser; sayfa:302) Çünkü Atatürk Türklüğün bağımsızlık yolundaki mücadelesinin yolunun evrensellikten, Türklüğün evrenselliğinden geçtiğini tespit etmişti.

Atatürk, Milli Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Bolşevikler tarafından sona erdirilmesinden sonra Moskova’ya bağlı olarak kurulan Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti zamanında bu yeni hükümetle ilişki kurmuştur. Doğu Cephesi komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın tavsiyesiyle, bir Türk Büyükelçisi Bakü’ye gönderilmiştir. Bu yakın ilişkiler sonucu, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyetlerden aldığı söylenen mali ve askeri yardımın bir kısmının da Azerbaycan’dan, Nerimanov’dan olduğu bilinmektedir. İşte Türklüğün evrenselliği bu noktada ve benzeri şekilde Türkistan ve Azerbaycan’ın Kurtuluş Savaşımızı kendi savaşları olarak kabul etmeleriyle ortaya çıkmaktadır.

Cumhuriyetin kurulmasıyla Atatürk’ün yaptığı işlerden ilkinin Türk Tarih ve Dil Kurumlarını kurup, Türk Tarihi’nin enginliğini, zenginliğini araştıracak kongreler düzenletmek olmuştur. Yine iletişim ve kültürel etkileşim ile Türkistan ve ötesinde yaşayan soydaşlarımıza ulaşmanın en önemli yollarından birinin o zamanki en güçlü iletişim aracı radyo olduğunu bilen Atatürk 1934 yılında verdiği emirle Adriyatik’ten Japon Denizi’ne yayın yapabilecek bir radyonun, Ankara Radyosu’nun kurulması emrini vermişti.

“Dünyada şimdiye kadar başka başka milletlerin birlik kurdukları ve yüzyılları beraberce yaşadıkları görülmüştür. Bizim, kurmak istediğimiz birliğin tarihte geçmişi olan birliklerin en üstünü olmasını isteriz” diyen Atatürk, bu fikri vicdanında bir sır gibi saklıyor bütün hareketlerini o noktayı hedefleyerek gerçekleştirmeye çalışıyordu. İşte bu husus Atatürk’ün gözünde gerçek “milli misak’tı“. Bunu sağlamak amacıyla da mali bütün olanaksızlıklara karşın bütçeden 1924 yılında 200.000 altın karşılığı bir ödenek ayrılmış ve Türkiyat Enstitüsü kurulmuştu.


ATATÜRK, Orta Asya’daki Türk kavimleriyle Tarihi,Kültürel iliskiler kurulmasi talimatini istiklal savasindan once vermişti.



Doğu Türkistan davasının savunucusu Emekli General (Uygur Türk'ü) Mehmet Rıza Bekin Paşa




28 Ocak 1920'de oy birliği ile kabul edilen Misak-ı Milli olan Milli And Başbuğ Atatürk'ün emri ile hazırlanmasına Erzurum ve Sivas kongrelerinde başlanılmış Kuvâ-yi Milliye taraftarı mebusların girişimi ile İstanbul'da toplanan son Meclis-i Mebûsan tarafından kabul edilmiştir.

Milli Andımızda yer alan ve şu an Türkiye sınırlarımız dışında olan vatan topraklarımız...

1. Batı Trakya
2. On İki Ada
3. Batum
4. Halep Vilayeti
5. Musul Vilayeti
6. Deyr-i Zor Sancağı
7. Kıbrısın tamamı



*Atatürk, Milli yemin ve sözleşme anlamına gelen ve 28 Ocak1920’de Osmanlı Meclis-i Mebusanı tarafından kabul edilen ”Misak-ı Milli” için şu sözleri söylemiştir:


…”Misak-ı Milli, barış yapmak için en makul ve asgarî şartlarımızı içeren bir programdır. Barışa erişmek için bir araya getireceğimiz esasları kapsar. Fakat memleket ve milleti kurtarmak için barış yapmak kâfi değildir. Milletin gerçek kurtuluşu için tapılacak çalışmalar, ondan sora başlayacaktır. Barıştan sonraki çalışmalarda muvaffak olabilmek, milletin istiklâlinin korunmuş olmasına bağlıdır. Misak-ı Milli’nin hedefi, onu teminidir.”



Hatay’ı Anavatana ilhak eden Atatürk’ün Musul ve Kerkük’ü de Anavatan’a ilhak etmek için çalışmalar yaptığı bir dönemde İngilizlerin teşvik ve destekleri ile “Şeyh Sait İsyanı“ çıkarılmış, böylece Musul ve Kerkük meselesi çözümsüz kalmıştır.

Lozan Antlaşmasından 9 yıl sonra 1933 yılında Atatürk ile General Mac Artur görüşmesi esnasında Atatürk tarafından söylenen söz: ''Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve adaları geri alacağım. Selanik de dâhil Batı Trakya'yı Türkiye hudutları içine katacağım.'' (Türk Silahlı Kuvvetler Dergisi, syf: 26, sayı: 333, Temmuz 1992)



30 Ağustos 1922 tarihli Fransız Le Figaro gazetesinde ise Atatürk’ün şu ifadelerine vurgu yapılıyor:
“Avrupa’da, İstanbul ve Meriç’e kadar Batı Trakya, Asya’da Anadolu, Musul arazisi ve Irak’ın kuzeyi. Arkada kalan ve sırf Türk olan her yeri isteriz. Bunları kurtarmaya azmettik ve kurtaracağız.”
(Atatürk'ün söylev ve demeçleri cilt 3 s 67-68)


BAŞBUĞ ATATÜRK'ÜN TÜRKMENELİ BÖLGESİNİ KURTARMAK İÇİN BAŞLATTIĞI (MUSUL HAREKATI)

Mayıs 1920 Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki en birincisi olan, hudut meselesi tayin ve tesbit edilirken, hudud-u millimiz İskenderun'un güneyinden geçer, doğuya doğru uzanarak Musul'u Süleymaniye'yi, Kerkük'ü ihtiva eder. İşte milli hududumuz budur.
Başbuğ ATATÜRK (Atatürk'ün S.D.V., Cilt 1, s.75)

Başbuğ ATATÜRK, Musul vilayeti olarak adlandırılan Misakı Milli sınırlarımızda bulunan Suriye ve Irak'ın kuzeyini kapsayan Türkmeneli bölgesini İngiliz işgalcilerden kurtarmak amacıyla örtülü operasyon başlattı ve Özdemir Bey komutasındaki Türk askeri birliğini bu iş için görevlendirdi. Özdemir Bey önce o bölgede sözde bağımsız bir Türk Devleti kuracak daha sonra yapılacak referandumla bu bölge Türkiye'ye bağlanacaktı. ATATÜRK aynı stratejinin bir benzerini Hatay'ın anavatan Türkiye'ye katılışında da izledi. Mustafa Kemal 1922 yılında İngilizler'in faaliyetinden rahatsız olduğu için, Lozan görüşmelerinden önce gizli bir askeri harekât emri verdi. Yarbay Şefik Özdemir Bey'in "şahsen" yürüttüğü izlenimi verilen Revanduz Harekâtı, gerilla taktikleriyle yürütüldü ve bir yıldan fazla sürdü.
Ali Şefik Özdemir Bey

Özellikle bu harekatta resmi görevli askerler kullanılmamasına dikkat edildi. Çünkü bölgedeki isyanların tamamen doğal, İngilizlerin baskısına karşı ayaklanan bir halk isyanı olarak gösterilmesi amaçlandı. Bu doğrultuda Özdemir Bey’e milis ordusuna istediği adamları seçme hakkı verildi. Bölgede ne yapacağı konusunda Özdemir Bey’e Mustafa Kemal’in yazdığı bir talimat verildi. Mustafa Kemal gizli talimatında şu emirleri veriyordu.

Ankara 1. Şubat 338 (1922)

1- Faysal’ın Irak’ta hükümet kurma iddiasında bulunması ve Misak-ı Millimize dahil bulunan Musul Vilâyeti’nin bir kısmını işgal ederek Kürdistan çevresinde bazı kışkırtmalarla saldırılarını milli sınırlarımıza kadar devam ettirmeye teşebbüs etmesi karşısında kendisinin bu faaliyetini engellemek ve işgal edilen bölgeleri geri almak amacıyla Özdemir Bey’in ekteki pusulada gösterilen kadronun başında olmak üzere Elcezire mıntıkasında faaliyete geçmesi uygun bulunmuş ve kendisine gereken talimat verilmiştir.

2- Irak’ın idarî himayesini ve siyasisini benimseyen İngilizlerin bahsi geçen bölgede hususi menfaatleri bulunması sebebiyle siyasi vaziyet icabı milli hükümetimizin İngilizlerle herhangi bir konferans münasebetiyle temas ve müzakereye girişmesi muhtemel bulunduğundan Özdemir Bey’in üstlendiği yukarıda bahsedilen vazifeyi hususi bir mahiyette ve şahsi bir teşebbüs şeklinde idare etmesi ve harice karşı böyle bir manzara göstermesi şimdilik daha uygun görülmüştür.

3- Milis Kaymakam (Yarbayı) rütbesine sahip olan Özdemir Bey’in kendisi ve maiyetini teşkil eden kadro mürettebatı Elcezire cephesince gizli bir surette Ordu icmaline dahil edilerek iaşe edilecek, rütbeleri karşılığı maaşları muntazaman ödenecektir.

4- Elcezire Cephesi Özdemir Bey’e rütbesine karşılık olan maaşından başka yerine getirdiği vazifenin ehemmiyet derecesine uygun bir miktar da örtülü ödenekten aylık olarak verilecektir. İşbu tahsisatın miktarı Cephe Kumandanlığı’nın takdirine bırakılmıştır.

5- Bu emir Müdafaayı Milliye Vekâleti’ne (Milli Savunma Bakanlığı), Elcezire Cephesi Kumandanlığı’na tebliğ edilmiş ve bir sureti Özdemir Bey’e verilmiştir.

                                                                                  Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi
                                                                                  Başkumandan Mustafa Kemal

(Türkiye Büyük Millet Meclisi  Hükümeti; Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti; Şube :2; Aded: 717)

Mustafa Kemal’in talimatıyla 22 Nisan’da Diyarbakır’a gelen Özdemir bey burada El-cezire cephe komutanı Cevat Çobanlı ile yapılacak harekatla ilgili görüştü ve kendisine yapılacak 15.000 liralık yardım El cezire komutanlığına yollanarak temin edildi. Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra Diyarbakır’da 100 kişilik bir milis gücü oluşturuldu.

Özdemir bey ve müfrezesi  15 Mayıs’ta Diyarbakır’dan Siirt’ê, Siirt’ten ise Beytüşşebaba geçti ve 22 Haziran’da Revandız’a ulaştı.

Özdemir bey geçtiği her bölgede yeni teşkilatlart kurup bölgedeki asayişi sağladı. Yerel halk Özdemir bey’in Ankara’nın yolladığı bir öncü kuvvet olduğuna inanmakla beraber resmi üniforması olmadığı için de endişeliydi. Zira harekat boyunca El Cezire komutanlığıyla sürekli irtibat halinde olan Özdemir bey yazığı raporda şunları söylüyordu :

“Bu havalide, mevcut aşiretler ve millî kuvvetlerin miktarı isterse on binlere ulaşsın, her türlü teçhizatı da mevcut bulunsun, kendi kendilerine düşmana bir fişek bile atmaları imkansızdır. Bunların içlerine her halde az çok bir kuvvet ithaliyle mevcudiyetlerini takviye ve ayni zamanda kendi iradelerine rağmen kafalarına vura vura ateş hattına sevk etmek mümkün olacaktır. Bunları harekete geçirmek için muntazam efrada ihtiyaç vardır.” ( Sahir Üzel, İstiklal Savaşımız Esnasında Kürtlük Cereyanları ve Irak-Revandiz Harekâtı, Resmi Vesaike Müstenit Harp Tarihi, Genelkurmay ATAŞE Başkanlığı Kütüphanesi, , s. 76)

Özdemir bey bölgedeki Sürücü,Zibarlı,Balikli aşiretlerini yanına çekmeyi başararak Jsndarma birliği oluşturmuştur. Ankara hükümeti bu icraatlardan hiç haberi yokmuş gibi davranmaya özen gösterdi. Çünkü daha önce de belirttiğim gibi harekata yerel halk ayaklanması havası vermek amaçlanmıştı. Bunun başlıca nedenleri  şunlardır.

1-      Resmi bir harekat yapılmayarak Anadolu’da savaş devam ederken iki ateş arasında kalmaktan sakınılmıştır.

2-      Savaşı yerel bir halk ayaklanması olarak göstererek Dünya kamuoyuna İngilizleri bölgedeki yerel halka zulmeden işgalci olarak tanıtmak amaçlanmıştır.

Revandız ve çevresinde Özdemir bey müfrezesinin giderek güçlendiğini gören İngiltere 10 Temmuz 1922 de saldırıya geçmiştir. 12 uçakla başlayan İngiliz saldırısı 1 gün boyunca aralıksız devam etmiştir fakat bölgenin coğrafik olarak çok engebeli olmasından dolayı istediği başarıyı elde edememiştir. İngilizlerin saldırıları karşısında Özdemir bey ve halk  dağlara çekilerek kendilerini korumuşlardır.

Özdemir bey çok zor şartlarda olmasına rağmen hem El Cezire komutanlığından yollanan 2.000 altın ile çetecilerin maaşlarını ödemiştir hem de 1400 direk diktirerek telli muharebe hattı oluşturmuştur.

İngilizler Özdemir bey’in güçlenmesi karşısında endişeliydi ve gün geçtikçe durum İngilizler açısından kötüye gidiyordu..Ve işte o gün… 31 Ağustos 1922 de Özdemir bey İngilizlere saldırdı. İngilizlerin uçak saldırılarına rağmen alçak uçuş yapan 4 İngiliz uçağını düşürmüş, İngiliz birliklerine zaiyat vermiştir. İngilizlerin can kayıpları arasında bir İngiliz yüzbaşısı da vardır. Ayrıca İngilizlerden bir çok savaş malzemesi, altı makinalı tüfekve iki top ele geçirilmiştir. Bu harekatta Özdemir beyin kuvvetleri 12 şehit vermiştir

31 Ağustos 1922 tarihindeki bu savaş tarihe Türk ordusunun Derbent zaferi olarak geçmiştir. 30 Ağustos’ta Yunan ordusunu Afyon’da bozguna uğratan Türk ordusu 1 gün sonra Derbent’te İngiliz ordusuna karşı zafer kazanmıştır.

Şefik Bey, İngilizler'e arka arkaya ağır darbeler vurdu. 31 Ağustos 1922 Derbent Savaşı'nda İngilizleri mağlup edip, Kerim Fettah Bey'in yardımıyla Musul, Kerkük ve Süleymaniye'yi kontrolü altına aldı. İngilizler'in desteklediği Kürt lideri Simko'nun kuvvetlerinin tamamını imha etti. İngiliz Savaş Bakanlığı, hükümete sunduğu bir raporda ne Irak ordusunun ne de bölgede bulunan İngiliz birliklerinin Türkler'e bağlı aşiretleri durduramayacağını söylüyordu.

24 Haziran 1922'de Özdemir Bey komutasındaki Türk Müfrezesi, bu bölgede Türk İdaresini isteyenlerin sevinç gösterileri ile Kuzey lrak'ta Revandiz'e vardı. Özdemir Bey, Revandiz'e kadar uğradığı yerlerde Türk İdaresini kuruyor, idare memurlarını tayin ediyor ve vergi topluyor. Ankara ile ilişkisi yokmuş ve kendi adına hareket ediyormuş izlenimi vermeye çalışan Özdemir Bey, 9 Mayıs'ta Ankara'dan yola çıkmış ve müfrezesi Elcezire Cephesi Komutanlığı tarafından silahlandırılmıştı. 
(Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, Cilt IV s.493) 

13 Ekim 1922 Le Figaro'da, Amerikalı gazeteci Richard Eaton'un 13 Eylül'de Mustafa Kemal'le yaptığı mülakat: 
Türk toprakları kurtulmadan durmayacağım. İstanbul ve Meriç'e kadar Trakya, Asyada Anadolu, Musul ve Mezopotamya'nın yarısı.
(Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, Cilt IV, s. 723)

1923 yılı Mustafa Kemal Atatürk : 
Musul vilayeti hudud-ı milliyemiz dahilindedir. Bu hudud-ı milliye tabirini ben bulmuştum. Mütarekeye esas olacak her halde bir hududumuz olmak lazımdır. Bu hudud ne olabilirdi?
 Bu meselede süngülerimizin bulunduğu mahali hudud yapmak hatırıma geldi. Wilson prensiplerinden de mülhem olarak İskenderun'dan başlayan ve Musul'u da kendi arazimiz içinde bırakan hududa milli hudud dedim. Filhakika o zamanlar Musul'un güneyinde bir ordumuz vardı. Fakat biraz sonra bir İngiliz kumandanı gelmiş ve İhsan Paşa'yı aldatarak orada oturmuş.
Musul bizim için çok kıymetlidir; birincisi civarında sonsuz servet teşkil eden petrol menbaları vardır. ikincisi bunun kadar mühim olan kürtlük meselesidir ingilizler orada bir kürt hükümeti teşkil etmek istiyorlar. bunu yaptıkları takdirde bu fikir bizim hududumuz dahilindeki kürtlere de yayılma edebilir. bu fikre engel olmak üzere hududu güneyden geçirmek lazımdır!
Bununla beraber Musul'u almamakla muharebeye devam mı edeceğiz? hatta sizlere soruyorum: Her şey oldu bitti, Musul için harbe devam makul bir şey midir? 
Biliyorsunuz ki Yunanlılar Anadolu'ya; çıktı hatta Sakarya'ya kadar geldi. Onları tard için, arzuyi umumiyi tevhid için duçar olduğumuz müşkilat büyüktür. Bir tarihte Yunanlıların İzmir'de kalmasıyla sulha intikal etmeyi arzu edenler çoğalmıştır. Demek istiyorum ki, Musul'u harben almak gayr-i mümkün müdür? Musul'u almak gayet kolay ve o cephedeki kuvvetlerimiz tamamıyla harekata hazırdır. 
(Afet İnan, G.M.K. Atatürk'ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları, s.45)

İngilizler Musul ve Kerkükü kaybetmemek için  çeşitli vaatlerle Türk taraftarı aşiretlerin bir kısmını kendi taraflarına çekerken, direnenleri de sürekli havadan uçaklarla bombalayıp, aşiretlere Türkiye size yardım edemez, mesajı verdiler. İngilizler kendilerine direnen aşiretlere bombanın yanında bol bol da bildiri atarak psikolojik harp yapmışlardı.

Atatürk'ün Musul Kerkük'e Girmeye Hazırlandığı esnada 1925 yılında İngiliz destekli Şey Sait İsyanı çıkar. İsyan bastırıldıktan sonra Atatürk tekrar Musul-Kerkük'e yönelir. Bu seferde Ordu Komutanları ve Kazım Karabekir Paşa istifa eder. 1926 yılında Musul-Kerkük antlaşmayla İngilizlere bırakılmak zorunda kalır. 
(Tarihi Gerçekler Işığında Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk, s.217)

ŞEYH SAİD İSYANI ATATÜRK'ÜN MUSUL'U TÜRKİYEYE KATMAK İÇİN PLANLADIĞI VE UYGULAMAYA KOYDUĞU MUSUL HAREKATINI ENGELLEDİ 

23 Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Ankara’da açılmasının ardından kurulan hükümetin hedefi, düşmanı “harîm-i ismet”inde boğarak, Misâk-ı Millîyi gerçekleştirmekti. Mondros Ateşkes Antlaşmasının imzalandığı gün Osmanlı ordusunun denetiminde bulunan bölgeleri ifade eden Misâk-ı Millînin güney sınırlarını TBMM’nin açılışından yaklaşık  bir hafta sonra Gazi Mustafa Kemal Meclis kürsüsünden şu şekilde ifade ediyordu: "Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz, İskenderun'un cenubundan (güneyinden) geçer, şarka doğru uzanarak Musul'u, Süleymaniye'yi, Kerkük'ü ihtiva eder. İşte hudud-u millîmiz budur dedik!"   Misâk-ı Millî sınırlarını bu şekilde netleştiren Mustafa Kemal Paşa, Musul’u Kerkük’ü ve Süleymaniye’yi Anadolu’nun bir parçası olarak tanımlıyordu.

İngiliz İşgali

Osmanlı Devletinin I. Dünya savaşının sonunda yaptığı Mondros Mütarekesi sırasında Kerkük merkez hariç, Süleymaniye ve genel olarak Musul vilayeti 6. Ordu komutanı Ali İhsan Sabis Paşanın denetimi altındaydı. Ancak mütarekenin 7.maddesi itilaf devletlerine gerekli gördükleri yerleri işgal yetkisi vermekteydi. İngilizler de bölgedeki Hristiyan halkın katledildiği bahanesi ile Musul’un boşaltılmasını Ali İhsan Paşadan istediler. Ali İhsan Paşa her ne kadar bu teklifi reddetmiş ve direnmişse de sonrasında İstanbul’dan gelen emir üzerine kuvvetlerini Musul’dan Nusaybin’e çekmek zorunda kaldı. Şehrin boşaltılmasının ardından İngilizler 10 Kasım günü Musul’u işgal ettiler.

İngilizler Musul işgal etmelerine rağmen uzunca bir süre bölgeye hakim olamadılar. Bölgedeki aşiretler özellikle Kerkük ve Süleymaniye halkı İngiliz hakimiyetine sıcak bakmıyorlardı. Nitekim bölge halkı Kürtler, Araplar,Türkmenler Türkiye’nin tarafında yer aldılar ve  TBMM’nin açılmasıyla beraber Milli Mücadeleyi desteklediler.Bölgede hakimiyet sağlamakta güçlük çeken İngilizler Nasturi ve Asuruileri himaye etmeye başlarken Fransızlar da Ermenilere dayanmak zorunda kaldılar.

İngilizlerin Musul, Kerkük ve Süleymaniye şehirlerinde hakimiyet kurmak için gerektiğinde havadan bombalamalar yaptığı tarihlerde Anadolu’da Milli Mücadele başlamıştı. Doğuda Ermenilere karşı Batıda ise Yunanlılara karşı önemli başarılar kazanılmaktaydı. Anadolu’da mücadelenin başarıyla devam ettiği bu tarihlerde milli sınırlar içinde ifade edilen Kerkük, Süleymaniye ve Musul da TBMM’nin hedefi arasındaydı. Bölgenin İngiliz işgalinden kurtarılması için 1 Şubat 1922 tarihinde Milli Savunma Bakanlığına Revandiz bölgesine bir kısım kuvvet gönderilmesi emri verildi ve bu görev için Milis Yarbayı Özdemir Bey görevlendirildi. 

Özdemir Bey'in Faaliyetleri

TBMM hükümeti Özdemir Bey’i görevlendirmeden önce de Musul konusu sürekli bir şekilde TBMM’nin gündemindeydi. Revandiz bölgesindeki aşiretlerin TBMM’den yardım talepleri vardı. Bölgede yaşanan düzensizliğin kalkması için memur ve asker gönderilmesini istiyorlardı. TBMM de bölgeye belli sayıda asker göndermekten geri durmamıştı. Hatta bu askerler aşiretlerle beraber Revandiz’e saldıran İngilizlere karşı mücadele etmişlerdi. 

Mustafa Kemal Paşanın ve TBMM hükümetinin Musul, Kerkük, Süleymaniye konusunda gösterdiği kararlılığın teşebbüse dönüştüğü en önemli hareket ise Özdemir Bey’in buraya gönderilmesi oldu. Erkanı Harbiye-i Umumiye Riyaseti bölgeyi, bölgedeki aşiretleri bilen ve yine bununla beraber çete faaliyetlerinde başarılı, Antep’te Kuvay-ı Milliye komutanlığı yapmış Milis Yarbayı Özdemir Bey’i bu göreve atadı. Özdemir Bey bu göreve gönderilirken aynı zamanda Musul’a taarruz için hazırlıklar da yapılmaktaydı. Özdemir Bey 22 Haziran 1922de Hakkari üzerinden Revandiz’e ulaştı. Bölgedeki aşiretlerle birlikte İngilizlere karşı önemli başarılar elde ederek Süleymaniye’ye girdi. İngilizlerin hiç beklemedikleri bu mücadeleye karşı yapabilecekleri ise sınırlıydı. Yeterli askeri kuvvetleri bulunmadığından bu şehirleri günlerce havadan bombalamak yoluna gittiler. 

Özdemir Bey’in bölgedeki bu faaliyetleri sırasında Anadolu’dan Yunan kuvvetleri atılmış ve Lozan Konferansı başlamıştı. TBMM Musul, Kerkük ve Süleymaniye’nin konferansta Türkiye’ye bırakılabileceğini düşündüğünden geniş çaplı askeri bir operasyonu istemiyordu. Yine de Lozan’da görüşmelerin çıkmaza girme ihtimalinin yükselmesi üzerine Atatürkün direktifiyle Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, El cezire cephe komutanlığına Musul’a yapılacak muhtemel bir taarruz için hazırlıkların yapılması emrini veriyordu. 

Lozan'da tıkanan görüşmeler ve beliren savaş ihtimali

Lozan konferansındaki görüşmelerin önemli başlıklarından biri Musul meselesi oldu. İsmet Paşanın başkanlığındaki heyet konferansta Musul, Kerkük’ün demografik yapısını rakamlarla ifade ederken bölgenin çoğunluğunun Türk olduğunu, Kürtler ve Araplarla beraber ise Anadolu’nun bir parçası olduğunu savunuyordu. Lord Cruzn ise İsmet Paşanın istatistiklerinin doğru olmadığını bölgede Türklerden çok Kürtlerin ve Arapların bulunduğunu öne sürmekteydi. Musul üzerinde bu tartışmalar yaşanırken gündeme gelen konulardan bir tanesi de bölgenin petrol zenginliğiydi. İngilizler, Türklerin petrol zenginliği için Musul’u istediklerini öne çıkartarak konferansa katılan diğer devletleri de kendi taraflarına çektiler ve diplomatik üstünlüğü ele geçirdiler. 

'Paşa ordunun başına otur'

Konferansta Musul konusunun bu şekilde hararetle tartışıldığı günlerde 2 Ocak 1923’te Mustafa Kemal Paşa TBMM’de şunları söylüyordu: “…Musul vilayetinin hudud-ı millimize dahil araziden olduğunu biddefaat ilan ettik. Lozan’da elyevm (bugünkü günde) karşımızda ahz-ı mevki etmiş olanlar bunu pekala bilirler. Vatanımızın hudutlarını tayin ettiğimiz zaman büyük fedakârlıklara katlandık. Menafiimize mugayir (menfaatlerimize aykırı) olmakla beraber müsalemet perverane (barıştan yana) hareket ettik. Artık milli arazimizden en ufak bir parçasını bizden koparmaya çalışmak pek haksız bir hareket olur. Buna kat’iyen muvafakat etmeyiz”.  Mustafa Kemal Paşanın bu açıklamalarının benzerleri milletvekilleri tarafından da ifade edildi. Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey, TBMM’de yaptığı heyecanlı bir konuşmada; “Paşa, ordunun başına otur, başka işin yoktur. Başkumandanlık vazifesini ifa et ve hudutlara bayrağımızı rekzet, bayrağını süngünü İngiliz’in gırtlağına daya! diyordu. 

Lozan’daki görüşmelerin çıkmaza girmesi, Özdemir Bey’in Musul’da yoğunlaşan faaliyetlerine karşı İngiliz ordusunun saldırılarının artması Türkiye’yi İngiltere ile savaş noktasına getirmişti. 

Sonu belirsiz savaş yerine diplomasi

İngilizlerle savaş ihtimalinin belirdiği 1923 Şubatında Mustafa Kemal Paşa ise savaştan uzak durulması düşüncesindeydi. Musul’a yapılacak bir harekatın ülkeyi sonu belirsiz bir savaşa sürükleyeceğini ifade etmeye başlayan Mustafa Kemal Paşa askeri seçenek yerine konunun konferansta çözülmesinin gerekliliğini öne çıkarmaya başladı. Kesilen Lozan görüşmelerinin tekrar başlamasının ardından Musul’un geleceği sonraya Türkiye ve İngiltere arasında yapılacak görüşmelere bırakıldı. Buradan bir netice çıkmaması halinde ise konunun Cemiyet-i Akvam’a götürülmesine karar verildi. 

Lozan konferansından sonra başlayan ikili görüşmelerden de bir sonuç çıkmadı. İngilizler petrol bölgesi olan Musul ve Kerkük civarını Türkiye’ye bırakmayacaklarını açıkça ifade ettiler. Türkiye bölge ile ilgili tezlerini Cemiyet-i Akvam’da da savundu. Ancak bu tarihlerde Türkiye’nin doğusunda çıkan Şeyh Sait isyanı ve hemen ardından bölgeye yönelik uygulamalar, Türkiye’nin öne sürdüğü en önemli tezin yani Kürtlerin de Türkiye’ye bağlanmak istediği tezinin zayıflamasına sebep oldu. Nihayetinde Türkiye 1926 yılında Ankara Antlaşması ile Musul üzerindeki haklarından vazgeçmek zorunda kaldı.







Atatürk 1921’de güven mektubu sunan Azerbaycan Büyükelçisi Abilof’a cevap verir:

“Anadolu halkı Azerbaycan Türklerinin de bir daha esarete düşmemesini ve haklarının ayaklar altına alınmamasını istemektedir. TBMM ve hükûmetinin bu konuda her türlü yardımı yapacağını arz ederim.” 

ATATÜRKÜN NAHÇİVAN ÜZERİNDEN AZERBAYCAN İLE TÜRKİYEYİ SINIRDAŞ YAPMASI



Mustafa Kamal Atatürk'ün "Türk Kapısı" olarak nitelediği Azerbaycan Cumhuriyetine bağlı Nahçıvan Özerk Bölgesi, Türk Cumhuriyetleri arasında Türkiye ile fiziki bağlantısı bulunan tek devlet olması nedeniyle Azerbaycan için özel bir anlam ve önem taşımaktadır.

Ermenistan ile İran arasında yer alan Nahçıvan, stratejik açıdan önemliydi. Türkiye ile Türk Cumhuriyetler arasında bir bağlantı olmasını isteyen Mustafa Kamal Atatürk, ilk önce  İran ile toprak mübadelesi yapma yoluna gitti bu olmayınca da  sınır hattındaki bu toprak parçasının ücretini Atatürk kişisel olarak kendisi karşılayarak İran'dan satın almıştır.

Nahçıvan şehir merkezi ile Türkiye'nin Iğdır şehri arasındaki uzaklık 160 km olup Türkiye ve Nahçıvan arasında 28 Mayıs 1992’de açılan Dilucu Sınır Kapısı ile bağlanan 13 km.lik bir sınırımız bulunmaktadır.
Sovyetler Birliği dağılırken, Ermeni birliklerinin saldırdığı Nahçıvan’a Türkiye tarafından yardım, bu toprak sayesinde yapılmıştır. Doç. Dr. Ahmet Özgiray’ın araştırma yazısına göre konu şu şekilde ceyran etmiştir:
Ağrı isyanları sırasında, isyancılar bizim tarafta sıkışınca İran’a kaçıyorlar, durumu uygun görünce de tekrar geliyorlardı. Bu durumu İranlılara defalarca iletmemize karşın, isyancılarla yeterli ölçüde mücadeleyi bir türlü veremiyorlardı. Büyük Ağrı bizde Küçük Ağrı onlardaydı, sorunun en büyük kaynağı da bu idi.
Bu konu uzun görüşmelere yol açtı ve sonunda çözüme ulaştı.
“(…) İlk yaklaşım 18 Ocak 1932’de Tevfik Rüştü Bey’in Tahran’ı resmî ziyareti ile başladı. 23 Ocak’ta Küçük Ağrı Bölgesi sınır düzeltmesi konusunda nihayet bir antlaşma yapıldı. Kürtler’e karşı stratejik önemi olan ve Türkiye’nin çok şiddetle arzu ettiği küçük Ağrı Dağı’nı İran, Türkiye’ye vermeğe razı oldu. Fakat İran da bunun karşılığında oldukça Güney’deki arazi parçasını aldı. Bir de Hakemlik Uzlaşma konularında bir antlaşma yapıldı.
(…) Türkiye Van’ın doğusundaki Katur sahasını İran’a bıraktı. Bu küçük arazi parçası, Büyük Ağrı Dağı’nın 150 km güneyindedir ve yıllardan beri uyuşmazlık konularından birini oluşturuyordu. 5 Kasım 1932 yılında Ankara’da imza edilen bu antlaşma, 15 Haziran 1928’de yapılan antlaşma ve protokolü ismen değil, fakat içeriği bakımından yenilendi. Bu antlaşmada tarafsızlık, politik ve ekonomik işbirliğini içeriyordu. Arıca, karşılıklı nota teatisi ile iadeyi mücrimin antlaşması da aynı zamanda yürürlüğe girdi. Ayrıca, yapılan hudut antlaşmasının karşılıklı onayları ve Hakemlik antlaşması da dahil olmak üzere hepsi yürürlüğe girdi.Atatürk'ün gayretleriyle hem bölücü Kürt sorununa çözüm bulduk hemde Nahçivanla sınır komşusu olduk.

Atatürk Kıbrıs'ın stratejik önemine daima işaret etmiş ve Kıbrısın kurtuluşu için Kıbrıs Türklerini ve Kıbrıstaki Türkçü hareketleri daima desteklemiştir. Atatürk Kıbrıs için şunları söylemiştir:


“Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu Ada bizim için çok önemlidir.” ATATÜRK (Türk Silahlı Kuvvetleri 1930 Antalya tatbikatı)


 Atatürk, harf devriminden sonra yeni matbaa harflerini sipariş ettirirken "Kıbrıs Söz gazetesinin siparişi de bizim tarafımızdan ödensin. KIBRIS’TA TÜRK SESİ SÖNMESİN" der.

Belge de, gazete sahibi Remzi Bey'in teşekkür mektubu...


ATATÜRKÜN SON ZAFERİ
HATAY'IN TÜRKİYE'YE KATILIŞI

"Hatay benim namusumdur...
Kırk asırlık Türk yurdu, düşman kalamaz!" 
Başbuğ ATATÜRK

Misak-ı Milli sınırları içerisinde bulunan Hatay ( İskenderun Sancağı ) Fransa ile yapılan 1921 Ankara Antlaşmasıyla Türkiye sınırları dışında kalmıştı. Bölge Suriye ile birlikte Fransız mandası altına girmişti. Ancak Türkiye Hatay’daki Türklerin haklarının korunması ve bölgeye özerklik verilmesi ile ilgili bazı maddeleri antlaşmaya eklemişti. Ankara Antlaşmasına göre bölgede özerk bir yönetim kurulacaktı. Türk kültürünün gelişmesi için her türlü imkan oluşturulacak ve Türkçe resmi bir niteliğe sahip olacaktı.

1920’li yıllarda Hatay ve çevresinin yönetimini idari olarak Suriye’den ayırmaya başlayan Fransa’ya Suriye’den ciddi tepkiler geldi. Buna rağmen Fransa, Hatay ve çevresini Kuzey Suriye Hükümeti olarak Milletler Cemiyetinde tescil ettirdi. Böylece İskenderun Sancağının özerkliği uluslararası alanda kabul edilmiş oldu.

Fransa 1935 yılında Suriye ve Lübnan üzerindeki mandasını kaldırdı. 9 Kasım 1936’da Suriye ile bir antlaşma yapan Fransa İskenderun dahil bölgedeki tüm haklarını Suriye hükümetine devretti. Atatürk hasta olmasına rağmen bu gelişmeleri yakından takip ediyor ve Hatay'ı Anavatana katmak için fırsat kolluyordu.

 Fransanın bu girişimine karşı Türkiye, Ankara antlaşmasının ihlal edildiğini ifade etti ve bu devir antlaşmasını tanımadığını ilan etti. Fransa’ya diplomatik yoldan konunun çözülmesini önerdi. Fransa bu teklifi reddetti.  Bu gelişmeler üzerine 9 Ekim 1936 tarihinde Türkiye Fransa’ya bir nota vererek İskenderun’un da Suriye ve Lübnan gibi bağımsız bir devlet olması gerektiğini bildirdi. Bu durum üzerine konu Milletler Cemiyetine götürüldü. Milletler cemiyetinde İskenderun ve Antakya iç işlerinde tam bağımsız, dış işlerinde Suriye’ye bağlı özerk bir devlet olduğu kabul edildi.

Fransa Milletler Cemiyetinin bu kararının uygulamasını ağırdan alınca Türkiye Hatay sınırına asker yığarak kararlılığını gösterdi.

Başbuğ Atatürk:¨TBMM'nin kürsüsünden milletime söz verdim. Hatay’ı alacağım.” Diyerek Hatay'ı, Türkiye'ye katma kararlılığını bir daha göstererek hasta ve yorgun olmasına rağmen Fransa'ya gözdağı vermek için 24 Mayıs 1938'de Adana'yı ziyaret etti ve Türk Ordusuna Hatay'a girmek için  hazır ol emri verdi ve Ordu birliklerini denetledi.

 Bu durum üzerine Fransa, Hatay ile ilgili tavrını yumuşatarak Hatay’daki valisini çekerek yerine bir Türk vali atadı. Daha sonra iki ülke arasında anlaşma yapılarak Hatay’ın toprak bütünlüğü ve siyasi statüsünün ortaklaşa korunması kararlaştırıldı ve bu çerçevede 5 Temmuz 1938 de Türk askeri Hataya girdi.

Ağustos 1938’de Türkiye ile Fransa’nın gözetimi altında Hatay Meclisi seçimleri kararı alınınca da, seçimlerin âdil bir şekilde yürütülmesi ve seçim güvenliği için Kurmay Albay Şükrü Kanatlı yönetiminde beş bin kişilik Türk Tugayı 5 Temmuz'da Atatürk'ün emriyle Payas ve Hassa'dan Hatay'a girmişti. 24 Ağustos 1938'de yeni seçilen meclis 2 Eylül'de oy birliği ile Hatay Cumhuriyeti'ni ilân etti ve Tayfur Sökmen Cumhurbaşkanı seçildi.

 1938 Eylül’ünde ise Sancak Meclisi ilk toplantısını yaparak Hatay Cumhuriyetini ilan etti.  23 Haziran 1939 tarihinde Hatay Meclisi oy birliği ile aldığı bir karar ile Türkiye’ye katıldı. Aynı gün Fransa ile Hatay'ın Türkiye'ye katıldığı ile ilgili bir antlaşma yapıldı. 

*Avrupalılar Çin’in kuzeyine “Hıtay” derlerdi (Rusçada “Kitay”). “Hıtaylar” ismini taşıyan yarı göçebe Türk kabileleri 10. yüzyılda Mançurya’yı ve Çin’in kuzeyini işgal etmişler ve burasının ismi “Hıtay” kalmıştı.Atatürk “Hıtaylar”ın Anadolu’ya da gelmiş olduklarına inanıyordu. “40 asırlık Türk yurdu” saydığı Antakya’ya Hatay ismini bu yüzden vermişti.
9 Eylül 1936 tarihinde Fransa Suriye ile antlaşma yaparak Suriye’ye bağımsızlık verilmesini kabul etti, fakat özel statüye sahip İskenderun Sancağı’nın durumu göz ardı edildi. Bu durumda, Atatürk'ün talimatı ile Türkiye 9 Ekim 1936’da Fransa’ya nota verdi. Konu; Türkiye ve Fransa arasında alınıp, verilen notalar sonucunda varılan mutabakata göre Milletler Cemiyetine taşındı. Atatürk, 1 Kasım 1936’da T.B.M.M’nin açılışında sancak konusunda devletin tavrını açıkça ortaya koydu. Ertesi gün Atatürk sancağa “Hatay” adını verdi. Aralık 1936’da şeklini belirlediği Hatay Bayrağını Hataylılara armağan etti.
2 Eylül 1938 günü Hatay Devleti kuruldu ve Devletin adı “Hatay” olarak kabul edildi.

Hatay Millet Meclisi, 29 Haziran 1939'da oy birliği ile Türkiye'ye katılma kararı aldı. 23 Temmuz 1939'da Pazar günü saat 11.40'ta yapılan Anavatana katılış töreninde, Antakya'da kışladan Fransız bayrağı indirilerek Türk Bayrağı çekildi. Böylece, Türkiye'nin 67'nci Vilayeti kurulmuş oldu.


Kutlu olsun...


Türk Birliğinin bir gün mutlaka hakikat olacağına inanan Atatürk Finlandiya’da yayın yapan “TURAN“ isimli bir gazete çıkarttırmış ve bizat el altından bu gazetenin finansını devlet bütçesinden sağlamıştır. Bu gazete Atatürk’ün ölümüne kadar yayınlanmış, Atatürk’ün ölümünden sonra devlet bütçesinden ayrılan tahsisata son verildiğinden yayın hayatına son vermiştir. Bu gazete Rusça, Fince ve Türkçe dâhil dört dilde yayın yapmakta ve çoğunluğu Rusya’da dağıtılmaktaydı. Bu gazetenin yayınlanmış olan birer nüshaları Ertuğrul Zekai Öktem’in özel arşivinde saklanmaktadır.

Atatürk, Türk Birliği konusunda şöyle der:
Türk Birliği’nin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapatacağım. Türk Birliğine inanıyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk Birliği ile açacak, dünya sükûnunu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türklüğün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek o zaman görülecek.(Atatürk’ün Sofrası, İsmet Bozdağ, s.138)

Avrupalılar için nasıl ki Avrupa Birliği, Araplar için nasıl ki Arap Birliği meşru bir düşünce ve birlik ise biz Türkler için de Türk Birliği aynı derece de meşru bir ülkü ve düşüncedir.

 Ülküler Devlet Tarafından Açıklanmaz Milletçe Yaşanır

 Türk Birliğinin bir gün hakikat olacağına inanan Rahmetli Atatürk, Sovyetlerin bir gün mutlaka dağılacağını biliyor ve o güne hazırlıklı olmanın gereğine inanıyordu. Bu konu ile ilgili olarak kendisine sorulan soruya verdiği cevap tarihimiz ve devletimizin takip edeceği derin siyaset açısından çok önemlidir. Nitekim 1933 yılının 29 Ekiminde Gazi Mustafa Kemal Paşa, bir genç doktorun sorusu üstüne bu fikri – saklanması kaydı ile- açıklamıştır!
Ülküler, devlet tarafından açıklanmaz; Millet tarafından yaşanır! Nasıl, bakarken, gözlerimizi görmüyor, onunla her şeyi görüyorsak, Ülkü de onun gibi, farkında olmadan vicdanlarımızda yaşar ve her şeyi ona göre yaparız. Ben, Devlet Başkanıyım! Sorumluluklarım vardır! Bu sorumluluklarım altında konuşamam! Bu konuda genç arkadaşlarımla ayrıca konuşacağım.

Dr. Zeki’ye “Siz şöyle bu tarafa geçin“ dedi ve salona sorup:
-Başka konuşmak isteyen var mı?
Az önceki içkili, uzun boylu vatandaş, bir yerlerden ortaya çıkmayı becerdi. Olabildiğince derlenmiş, toparlanmıştı ama yine de dili hafifçe sürçmekteydi:
-Paşam, benim büyük Paşam!
Atatürk gülerek elini kaldırdı:
-Anladım deminki önerini yeniden oya koymamı isteyeceksin! Tamam. Şimdi sırasıdır. Önerini arkadaşların da kabul ettiler. Cumhuriyetimiz kutlu olsun hanımlar, beyler!


Atatürk, salonu dolduran alkışlar arasında kalktı; Dr. Zeki’yi de yanına alarak Genel Müdür Odası’na geçti. Oturdular. Atatürk’ün arkasında, duvarda bir Türkiye haritası vardı. Karşısında oturan Dr. Zeki’ye:
-Benim arkamdaki haritayı görüyor musun? Dedi
-Evet Paşam.
-O haritada, Türkiye’nin üstüne abanmış bir blok var; Onu da görüyormusun?
-Evet, görüyorum, Paşa hazretleri.
-Hah, işte o ağırlık benim omuzlarımın üstündedir. Omuzlarımın üstünde olduğu için, ben konuşamam!
-Düşün bir kere… Osmanlı İmparatorluğu ne oldu? Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ne oldu? Daha dün, bunlar vardılar… Dünyaya hükmediyorlardı! Avrupa’yı ürküten Almanya’dan bu gün ne kaldı? Demek hiç bir şey, sür-git değildir. Bugün, “ölümsüz“ gibi görünen nice güçlerden, ileride belki pek az bir şey kalacaktır. Devletler ve Milletler, bu idrakin içinde olmalıdırlar. 
Bugün dostumuz, ama yarın
Bu gün Sovyet Rusya, dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir… Devlet olarak bu dostluğa ihtiyacımız var! Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir! Bugün, elinde sımsıkı tuttuğu milletler, avuçlarından sıyrılabilirler… Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir!
İşte o zaman Türkiye, ne yapacağını bilmelidir!
Bizim bu dostumuzun yönetiminde dili bir, inancı bir özü bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkalamaya hazır olmalıyız!
“Hazır olmak“ yalnız o günü susup beklemek değildir; hazırlanmak lazımdır… Milletler, buna nasıl hazırlanırlar? Manevi köprüleri sağlam tutarak! Dil, bir köprüdür; inanç bir köprüdür; tarih bir köprüdür! Bugün biz, bu toplumlardan dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz! Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur! Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; Bizim onlara yaklaşmamız gerekli.
Bunları kim yapacak?
Elbette Biz! Nasıl yapacağız?
İşte görüyorsunuz, “Dil Encümenleri“, “Tarih Encümenleri“ kuruluyor.
Dilimizi, onun diline yaklaştırmaya, Tarihimiz ortak payda haline getirmeğe çalışıyoruz. Böylece, birbirimizi daha kolay anlar hale geleceğiz. Bir sevgi parlayacak aramızda; tıpkı bir vücut gibi, kaderde ve mutlulukta birbirimizi duyacağız ve arayacağız. Ortak bir dil amaçladığımız gibi, ortak bir tarih öğretimimiz olması gerekli… Ortak bir mazimiz var, bu maziyi, bilincimize taşımamız lazım. Bu sebeple okullarda okuttuğumuz tarihi, Orta Asya’dan başlattık! Bizim çocuklarımız, orada yaşayanları bilmelidirler. Orada yaşayanlar da bizi bilmeli…
İşte bunu sağlamak için de “Türkiyat Enstitüsü“ nü kurduk kültürlerimizi, bütünleştirmeğe çalışıyoruz! Ama bunlar, açıktan yapılmaz! Adı konarak yapılacak işlerden değildir. Yanlış anlaşılabildiği gibi, savaşlara da sebep olabilir. Bunlar, devletlerin ve milletlerin derin düşünceleridir.
İşitiyorum: Benim dil ve tarih ile uğraştığımı gören kısa düşünceli bazı vatandaşlarımız; Paşanın işi yok! dil ile tarih ile uğraşmaya başladı diyorlarmış. Yağma yok! Benim işim başımdan aşkın! Ben bugün çağdaş bir Türkiye kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye’sinin temellerini atmaya da o kadar dikkat ediyorum.
Bu yaptıklarımız hiç bir millete düşmanlık değildir. Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız! Ama durmadan değişen dünyada, yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız. Bunları sana, akıllı bir genç olduğun için söylüyorum. Açıktan söylemiyorum, kulağına söylüyorum. Sen bil, gerekçesini kimseye söylemeden böyle davran; çevrenin de böyle davranması için gerekeni yap! İdealler, konuşulmaz, yaşanır! Olay; İhsan Sabri Çağlayangil’den dinlenmiş, Sebati Ataman, Kılıç Ali, Tevfik Rüştü Aras, Hikmet Bayur tarafından doğrulanmıştır. (Atatürk’ün Sofrası; İsmet Bozdağ, İstanbul, s.11-26, İsmet Bozdağ Atatürk’ün Avrasya Devleti, s.30.31.32) den nakil Yusuf Koç-Ali Koç, Tarihi Gerçekler Işığında Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk, sayfa 51-52 Ankara 2005)

Bir gencin Atatürk'e , "Gençliğin İdeali ne olacak?" sorusu üzerine Atatürk: " Türklükten büyük ideal olur mu? Bugün sınırlarımız dışında bunca Türk yaşıyor. Bunların arasında bir Kültür Birliği kurmalıyız. Aynı tarihten geliyoruz, geçmişimizi yeterince bilmiyoruz. Aynı dili konuşuyoruz, birbirimizi anlamıyoruz.
İstanbul'da konuşulan Türkçe, burada Azerbaycan'da yayınlanan dergi; Kırgız'da, Kıpçak'ta, Ôzbekistan'da, bizim anladığımız gibi anlaşılmalıdır. Her tarafta İstanbul lehçesi konuşulmalıdır. Bunlar, bütün Türk Aleminde, bizim anladığımız gibi anlaşılsın. Niçin ben Türkiye Reisicumhuru olarak Türk Dili ve Tarihiyle bu kadar yakından ilgileniyorum? İstiyorum ki, menşeimizle (kökenimizle) ilgili bilgiler birbirine eş ve sağlıklı olsun. Temiz Türkçemiz, her tarafta aynı biçimde konuşulsun.
(İhsan Sabri Çağlayangil, "Sınırlarımız Dışında Yaşayan Türkler'', s.7)

Atatürk Türkiye dışındaki Türk devlet ve topluluklarına büyük bir önem vermekte idi. Azerbaycan elçisi İbrahim Abilof’a söylemiş olduğu aşağıdaki sözler O’nun Türkçülüğe ve Türk Birliğine verdiği önemi göstermesi açısından önemlidir:
Azerbeycan Türklerinin dertleri kendi dertlerimiz ve sevinçleri kendi sevinçlerimiz gibi olduğu için, onların muratlarına nail olmaları hür ve müstakil olarak yaşamaları bizi pek ziyade sevindirir. Türk’ün saadeti ve mazlumların halası yolunda Azerbaycan Türklerinde kanını dökmeğe amade bulunduklarına dair olan beyanatınız istilacılara karşı Türk’ün ve mazlumların kuvvetini artıran pek kıymettar bir sözdür. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri cilt:2,s.21)

Sefir Hazretleri,
Bugün bize meserretli bir bayram yaşattığınızdan dolayı T.B.M.M. ve Hükümeti ve şahsım namına teşekkür ederim. Bu bayram gününün benim için mesut bir ciheti daha vardır ki oda müstakil Azerbaycan Şura Hükümeti’nin sancağını çekmek şerefini bana bahşetmiş olmasıdır. (Atatürk, Azerbaycan bayrağını bizzat elleriyle göndere çekmiştir)
Aziz arkadaşlarım Abilof Hazretleri; bugün Azerbaycan’ın istiklalini temsil eden bayrağı çekerken ellerim bir takım hissiyat ve teessürat ile müteharrik olduğunu duyuyorum. Filhakika bayrağı çeken benim ellerimdi. Fakat ellerimi tahrik eden bugünkü bayramda manen müşterek olan bütün Türkiye halkının hakiki ve samimi kardeşlik hissiyatı idi.
Sefir hazretleri; Azerbaycan sancağının Türkiye sancağının yanında Türkiye semasında temevvücünü görmek bütün milletimiz için büyük bir bayramadır. Bize böyle bir bayram günü yaşattığınızdan dolayı samimi teşekküratımı tekrar ederim (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri cilt 2, s.23-24)


Eski Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu Atatürk'ün Gazi Terbiye (Eğitim) Enstitüsünü Ziyaretini Anlatıyor: Gazi, Gazi Terbiye'ye gelmiş. Tarih Muallimi Hamdi Nazım Beyin dersine girmiş. " -Dersinize devam ediniz, Muallim Bey . " Diyerek arka taraftaki sıralardan birisine oturmuş. Maiyeti de duvarın kenarında ayakta.
Kara tahtada ise bir Orta Asya haritası asılı. Hamdi Nazım Bey, çalışkan bir talebesini derse kaldırmış ve: " - Eski Türkleri anlatınız." demiş.
Çocukcağız da ders kitabında okuduklarını anlatmaya başlamış: " - Eski Türkler, Orta Asya'da göçebe olarak yaşarlardı. .. "
Daha ilk cümle bitmeden Gazi: " -Dur!" Diyerek, Hamdi Nazım Bey'e dönmüş ve: " - Muallim Bey, tashih ediniz."
Hamdi Bey, neyi tashih etsin. Çocuğun söyledikleri, ders kitabında yazılı olan şeyler. Şaşırmış, heyecanlanmış. Bu heyecan ile Gazi'ye: " - Beyefendi..." diye hitap etmiş;
Fakat Gazi'nin, " - Muallim Bey, sen benim kim olduğumu bilmiyor musun?" diye çıkışması üzerine, büsbütün heyecanlanmış ve bir cevap verememiş.
Bunun üzerine, Gazi, tahtada asılı olan Orta Asya haritasının önüne gelerek, dersi kendisi anlatmaya başlamış: " - Çok eskiden, Orta Asya'da bir iç deniz vardı. Eski Türkler, bu iç denizin etrafında ilk insan medeniyetini vücuda getirmişlerdi." diyerek bugünkü Gobi Çölü'nün bulunduğu yerin etrafını tebeşirle çizmiş ve anlatmaya devam etmiş:
" - Bir müddet sonra bu deniz kurumaya başladı.Bu deniz kuruyunca, orada oturan Türkler de başka memleketlere göç etmeye başladılar." diyerek daha önceden daire içine aldığı Orta Asya'dan oklar ile göç yollarını göstermeye başlamış. Bir ok Sibirya'ya. Bir ok Hindistan'a. Bir ok Anadolu'ya. Bir ok Avrupa'ya. Bir ok Afrika'ya. Bir ok da 'Bering Boğazı'nın üzerinden geçerek Kanada ve Amerika'ya."
"Sizlerin Orta Öğretim Tarih derslerinde gördüğünüz göç yolları haritasının kaynağı bu olaydır. Bu göç yolları haritası Gazi'nindir.
Yanılmıyorsam bu harita halen, Gazi Eğitim Enstitüsü'nde korunmaktadır.
(Osman Fikri Sertkaya, Türk Kültüıii Dergisi, Yıl: XV, Sayı:l69 , s.8-9)
TÜRK OLMAK ÜSTÜN OLMAK İÇİN KAFlDİR ! (Ahmet Niyazi Banoğlu, Nükte Çizgi ve Fıkralarla Atatürk, s.25)

Atatürk'ün gözetim ve denetiminde bastırılan tarih kitaplarında şu ifadeler yeralmaktadır:

“Tarihin en büyük cereyanlarını yaratmış olan Türk Irkı, benliğini en çok muhafaza etmiş bir ırktır. …..Görülüyor ki, tarihte en çok göze çarpar bir birlik arz eden Türk Irkı daima hakim olan bariz uzvi vasıflarıyla, dimağın en kuvvetli mahsulü olan harslarıyla, tarihi müşterek hatıralarıyla, aynı zamanda bu günkü millet tarifine de en uygun büyük bir cemiyettir. Bütün tarihte böyle büyük bir ırkı, millet halinde görmek bilhassa zamanımızdaki insan heyetlerinin pek çoğuna nasip olmayan büyük bir kuvvet ve büyük bir şereftir.” (Tarih:I, İstanbul 1931, Devlet Matbaası, 20. sh.)
“Büyük Kadırgan (Kingan) dağlarından Baykal Havzasına, oradan Altay dağları boyunca İtil havzasına vararak, Hazar Denizi havzası, Hindikuş, Pamir, Karakurum, Karanlık Dağlar yolu ile ve Sarı Irmak ile tekrar Kingan Dağlarına ulaşan çizgi içinde kalan mıntıka Türk’ün anayurdudur.” (Aynı eser,25-26. sh.) “Türk Milletine gelince; Sibirya’lardan, Baykal gölü kıyılarından tutunuz da; İran, Rusya Azerbaycanlarından, bütün doğu Türklüğünden ta Akdeniz kıyılarına kadar yayılan Batı Türkleri birbirlerini anlamakta zorluk çekmezler.” (Mahmur Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, İstanbul 1940, 311)
 “Tarih diyor ki: Devlet işlerinin başına, devletin kurucusu olan kavimden başkaları geçince o devlet inkıraz bulur. Yani millet istiklalini kaybeder. Misal mi istersiniz? İşte Abbasiler, işte Endülüs, işte Osmanlılar! Yeni Türk Cumhuriyetinin devlet işleri başında mutlaka Türkler bulunacaktır. Türk’ten başkasına inanmayacağız” (Aynı eser, 446-447. sh.)


Afet İnan’ın “Atatürk’ün yazdırdığı tarih soruları” dediği belgeler olacak. “Atatürk Hakkındaki Hatıralar ve Belgeler” adlı kitapta yer alan ve orta öğretim ders kitaplarının içeriklerinin nasıl olması gerektiğinin çerçevesini çizen soru listesinde “Çin Türkeli denilen yerler nerelerdir?” sorusu da yer alıyordu. Dolayısıyla bu soruya verilecek cevap çerçevesinde genç nesillere Doğu Türkistan’ın tanıtılması ve Türklerin anayurdu olarak bilinmesi sağlanmış oluyordu.

Atatürk’ün Doğu Türkistan’a ilgisini, özellikle, 1931’de başlayıp 12 Kasım 1933’te “Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti (DTİC)” adında bir devlet kurulmasıyla sonuçlanan bağımsızlık mücadelesi sırasında daha somut olarak görüyoruz.

Bu dönemde, bir yandan Anadolu Ajansı ve hükümetin resmi yayın organı olan gazetelerde, Doğu Türkistan’da yaşanan gelişmeler sürekli olarak kamuoyuna duyuruluyor, bir yandan da diplomatik anlamda, bağımsızlık mücadelesine destek veriliyordu. Nitekim dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras), konuyla ilgili kendisine yöneltilen bir soruya, Türkiye’nin, “kendi dilini konuşan bir diyar”da yaşanan gelişmelerden memnuniyet duyacağının doğal olduğu şeklinde cevap veriyordu.

Aynı şekilde, 1933’te, Afganistan’daki Alman Büyükelçisinin ülkesine gönderdiği bir raporda da, “… Türk Hükümeti, Şarki Türkistan Türkleri’nin hareketlerine yakınlık duymakta ve Sovyet Hükümeti’nin hoşuna gitmeyecek bazı şeyleri de el altından yapmaya çalışmaktadır” deniliyordu.

Şüphesiz bu gelişmeler Atatürk’ün bilgisi dışında gerçekleşemezdi. Nitekim 12 Kasım’da bağımsızlık ilan edildikten hemen sonra bu haberin ilk duyurulduğu ülkenin Türkiye olması ve yeni devletin bayrağının, rengi dışında, tüm nitelikleriyle al bayrağa benzemesi tesadüf değildir. Aynı şekilde, DTİC'nin kurulma sürecinde Türkiye’den giden kimi şahısların önemli işlevler üstlendiği de bilinmektedir.

Yine, Memduh Şevket Esendal gibi, Türk lehçelerine vakıf ve Doğu Türkistan meselesini yakından bilen bir insan, Doğu Türkistan’ın sınır komşusu Afganistan’a büyükelçi olarak gönderilmiştir. Esendal göreve başladıktan sonra ilk icraatlarından biri olarak, Doğu Türkistan’la ilgili bilgi toplamaya başlamış, oraya gidip gelenler aracılığıyla bir istihbarat ağı oluşturmuş ve Afganistan’a çıkan Uygurlarla da yakın bir irtibat içinde olmuştur.

Bunların yanı sıra, Esendal’ın görevi sırasında, Atatürk’ün talimatıyla bir grup Doğu Türkistanlı eğitim için Türkiye’ye getirilmiş ve harpokullarına yerleştirilmiştir. Türk ordusunun çeşitli kademelerinde generallik rütbesine kadar görev yapan, ardından Doğu Türkistan Vakfı’nı kurarak çok sayıda Uygur gencinin yetişmesini sağlayan rahmetli Mehmet Rıza Bekin bunlardan biridir.

Dönemin arşivleri ve basını incelendiğinde bunlar gibi birçok bilgi, belge bulmak mümkündür. Bu bağlamda sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Mustafa Kemal Atatürk, Doğu Türkistan’dan haberdardı, oradaki gelişmeleri yakında takip ediyor, gerekli desteği açık ya da gizli olarak vermeye çalışıyordu. Ve Doğu Türkistan’ın geleceği için yetişmiş insana olan ihtiyacı da çok iyi görmüş, bunun için gerekli adımları da atmıştı.(Doç.Dr.Abdülhamit Avşar- Atatürk ve Doğu Türkistan makalesi)

Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan 1 sene sonra; Türk Dış İşlerinin başarılı politikaları sayesinde 1924 ile 1948 tarihleri arasında yüzlerce Uygur ve Hui askerlere Ankara ve Sivas'ta askeri eğitim verilmiştir. Uygurların içinde bazı askerlerin ailesi Türk tarihinin önemli kişilerindendir.(Dostan düşmana Çin; Gün dergisi sayfa 67. 1981)

“Ona ilk tarih merakını veren İngiliz yazarı Wells’in maruf eserinde Atilla’ya atfolunan bir söz vardır: ‘Ben sizin gibi zengin ve hanedan kişilerden değilim fakat asil bir millettenim.’ Wells, Türk serdarının Batı Roma’yı fethettiği zaman, tantanalı bir alay ve şatafatlı bir kıyafetle karşısına çıkan bir Romalı Patricien’e böyle söylediğini rivayet eder. Atatürk ömrünün sonuna kadar bu fıkrayı ve bu sözü tekrar etmekten zevk duyardı. Sonradan yavaş yavaş bu söz onun ağzından: ‘Ne mutlu Türk’üm diyene!’ hitabı şeklini almıştır.”(Yakup Kadri Karaosmanoğlu, ATATÜRK)

ATATÜRK DİYOR Kİ!

Türk Milleti

Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklükten başka bir şey değildir. (Mahmut Esat Bozkurt, Yakınlardan Hatıralar, S. 95)

Bu memleket tarihte Türktü, halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.
1923 (Taha Toros, Atatürk'ün Adana Seyahatleri, S. 23)

Benim hayat yolum şu düstur olacaktır. TÜRKLÜK VE TÜRKLER EN YÜKSEKTE... (Sabiha Gökçen, Atatürk'ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti, s.365)


Biz Türk'üz; tam manasıyle Türk'üz. İşte o kadar. Bize iyi müslüman olmak kafidir. Asya için Avrupa için bizim kanunumuz aynıdır. Dostlara sahip bulunmak; İstiklali tamımızı muhafaza etmek, her şeyi Türk cephesinden mütalaa etmek. Bu realist bir görüştür.

ATATÜRK
Enver Ziya Karal, Atatürk'ten Düşünceler, Ankara /1956 Baskı Sayfa:122

Türk! Öğün. Çalış. Güven. (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., S. 304)

Bir Türk dünyaya bedeldir. (1925)

İngiliz ateşemiliterinin sorduğu bir sorunun cevabıdır:

Anasının ve babasının asilliğiyle iftihar eden Tedoz, İtalya yarımadasına inmek isteyen Türk Attillâ'ya, barış görüşmesinden önce sormuş:

"Siz hangi asîl ailedensiniz?" Attillâ da ona cevap vermiş: "Ben asîl bir milletin evlâdıyım!" İşte benim cevabım da size budur!" (Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk; T. Ve D.K.H., S. 54)

Türk milleti büyük bir arslandır. Biz hepimiz onun tüyleri arasına sıkışmış ve sığınmış göz ile görülmez küçük varlıklarız. O arslanın büyük hareketleri ve hamleleri ise inkılâp hareketleri ve hamleleridir. Bu arslanı tahrik edebilmek... İşte bizim için iftihar edebilecek rol budur. 1931 (Asım Us, Hatıra Notları, S. 322)

Ben batı milletlerini, bütün dünyanın milletlerini tanırım. Fransızları tanırım, Almanları, Rusları ve bütün dünyanın milletlerini şahsen tanırım ve bu tanışmam da harb sahalarında olmuştur, ateş altında olmuştur. Ölüm karşısında olmuştur. Yemin ederek size temin ederim ki, bizim milletimizin manevî kuvveti bütün milletlerin manevî kuvvetinin üstündedir. 1920 (Atatürk'ün S.D. I, S. 81)

Türk milleti, güzel her şeyi, her medenî şeyi, her yüksek şeyi sever, takdir eder. Fakat muhakkaktır ki, herşeyin üstünde tapındığı bir şey varsa, o da kahramanlıktır. Bu sözlerim şüphesiz bugünkü uyanık Türk gençliğinin kulaklarında yüksek ve tesirli akisler yapacaktır. Yüksek huylarına ehemmiyetle baktığım Türk çocuklarından daha az şey istemem.

Bizim başka milletlerden hiçbir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, yüksek maksatlar uğrunda ölmesini biliriz. (Makbule Atadan Anlatıyor. Nükte, Fıkra ve Çizgilerle Atatürk III, Der: N.A. Banoğlu, S. 79)

Millet ve biz yok, birlik halinde millet var. Biz ve millet ayrı ayrı şeyler değiliz. Ve şunu kat'i olarak söyleyeyim ki bir millet, varlığı ve bağımsızlığı için herşeye girişir ve bu gaye uğrunda her fedakârlığı yaparsa, muvaffak olmaması mümkün değildir. Elbette muvaffak olur. Muvaffak olamaz ise o millet ölmüş demektir. Şu halde millet yaşadıkça ve her türlü fedakârlıkta bulundukça muvaffak olamaması hatıra gelmez ve böyle bir şey söz konusu olamaz. 1919 (Mazhar Müfit Kansu, E.O.K. Atatürk'le beraber; Cilt: II, S. 346)

Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen, bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır. 1923 (Atatürk'ün S.D. II, S. 143)

Felâketler, elemler, mağlûbiyetler milletler üzerinde bir takım etkenlerin vücut bulmasına sebebiyet verir. Bu etkenlerin başlıcası, öyle kara günlerinde sonra milletlerin uyanması vakalarını bulması ve kendi benliğini duymasıdır.

Milletleri yükselten bu özelliklere bir etken daha ilâve edelim: İntikam hissi... Milletlerin kalbinde intikam hissi olmalı. Bu alelâde bir intikam değil, hayatına, ikbaline, refahına düşman olanların zararlarını yoketmeye yönelen bir intikamdır. Bütün dünya bilmeli ki, karşımızda böyle bir düşman oldukça onu affetmek elimizden gelmez ve gelmeyecektir. Düşmana merhamet acizlik ve zaaftır. Bu, insaniyet göstermek değil, insanlık özelliğinin yokoluşunu ilân etmektir. 1923 (Atatürk'ün S.D. II. S. 117)

Mazinin kararsız, çürümüş zihniyeti ölmüştür. Bütün dünya bilmelidir ki, Türk milleti hakkını, haysiyetini, şerefini tanıtmağa kadirdir. Türk vatanının bir karış toprağı için bütün millet bir vücut olarak ayağa kalkar. Haysiyetinin bir zerresine, vatanın bir avuç toprağına vuku bulacak tecavüzün bütün mevcudiyetine vurulmuş darbe olacağını artık Türk milletinin farketmediğini sanmak hatadır. 1924 (Behçet Macit, Gazi ve Eserleri, S. 96)

Bu dünyadan göçerek Türk milletine veda edeceklerinin çocuklarına kendinden sonra yaşayacaklara, son sözü bu olmalıdır: "Benim Türk milletine, Türk cemiyetine, Türklüğün istikbaline ait ödevlerim bitmemişti, siz onları tamamlayacaksınız. Siz de sizden sonrakilere benim sözümü tekrar ediniz."

Bu sözler bir ferdin değil, bir Türk Milleti duygusunun ifadesidir. Bunu, her Türk bir parola gibi kendinden sonrakilere mütemadiyen tekrar etmekle son nefesini verecektir. Her Türk ferdinin son nefesi, Türk Milleti'nin nefesinin sönmiyeceğini onun ebedi olduğunu göstermelidir. Yüksek Türk, senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur. 1935 (Atatürk'ün T.T.B. IV., S.575-76)

Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyetidir. Bundaki muvaffakiyeti Türk milleti'nin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak kararlı bir şekilde yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla kâfi görmeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Millî kültürümüzü çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.

Daha az zamanda daha büyük işler başaracağız. Bunda muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü Türk Milleti'nin karakteri yüksektir. Türk Milleti çalışkandır, Türk Milleti zekidir. Çünkü Türk Milleti millî birlik ve beraberlikte güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü Türk Milleti'nin yürümekte olduğu ilerleme ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir.

Şunu da ehemmiyetle belirtmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyet olan Türk Milleti'nin tarihî vasfıda güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besliyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür.

Asla şüphem yoktur ki; Türklüğün unutulmuş büyük medenî vastı ve büyük medenî kabiliyeti bundan sonraki inkişafiyle âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.

Türk Milleti,

Ebediyete akıp giden her on senede bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.

Ne mutlu Türküm diyene! 1933 (Atatürk'ün S.D. II, S. 272)

Memleket ve millet hizmetlerinde baş olmak isteyenlerin ilham kaynağı, milletin hakikî hisleri ve emelleridir. Bizim anılmağa değer bir hareketimiz varsa o da milletin duygu ve eğilimlerinde varlığına temas etmeğe çalışmaktan ibarettir. Her türlü muvaffakiyet sırrının, her nevi kuvvetin, kudretin hakikî kaynağının, milletin kendisi olduğuna kanaatimiz tamdır. 1925 (M.E.İ.S.D. I, S. 26)

Söz söyleyen arkadaşlarımızdan biri bana nereden ilham ve kuvvet aldığımı sordu. Arkadaşlarımızın sorduğu ilham ve kuvvet kaynağı, milletin kendisidir. Milletin müşterek eğilimi, umumî fikri olduğunu inkâr edenler de vardır. Bu gibileri, hepiniz çok işitmişsinizdir. Bu gibiler memleket ve milletle alâkasız, dalgın insanlardır. Memleketimizin ve milletimizin başına gelmiş olan bunca felâketler hiç şüphe etmemelidirki, bu dalgın insanların memleketin talihini ve iradesine ellerinde tutmuş olmalarından ileri gelmiştir.

Bir topluluğun mutlaka ortaklaşa bir fikri vardır. Eğer bu her zaman dile getirilemiyor ve belirtilemiyorsa, onun yokluğuna karar verilmemelidir. O, yapılan işlerde mutlaka mevcuttur. Varlığımız, bağımsızlığımızı kurtaran bütün işler ve hareketler, milletin müşterek fikrinin, arzusunun, azminin yüksek belirtisinden başka bir şey değildir. 1925 (Atatürk'ün M.A.D., S. 22)

Biz, ilhamlarımızı, gökten ve görünmez âlemlerden değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen; içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk Milleti ve bir de milletler tarihinin binbir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir. 1937 (Atatürk'ün K.A.N., S. 40)

Bu millet hakikî eğilimine zıt düşünceye sapanlara iltifat etmemektedir. Bununla bugün çok övünüyorum. Bundaki isabetin sırrını izah için derhal söylemeliyim ki bizim ilham kaynağımız doğrudan doğruya büyük Türk Milleti'nin vicdanı olmuştur ve daima olacaktır. Bütün hareketi, verimi, kuvveti millî vicdandan aldıkça, bütün teşebbüslerimizde milletin sağ duyusunu, rehber saydıkça şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da milleti doğru hedeflere eriştireceğimize imanımız tamdır. 1925 (Atatürk'ün B.N., S 92)

Giriştiğimiz büyük işlerde, milletimizin yüksek kabiliyeti ve yüksek sağduyusu başlıca rehberimiz ve başarı kaynağımız olmuştur. Bu büyük millet, arzu ve istidadının yöneldiği istikametleri görmeye çalışan ve görebilen evlâdını daima takdir ve himaye etmiştir. 1926 (Atatürk'ün S.D. I, S. 337)

Millet sevgisi kadar büyük mükâfat yoktur. İstiklâl harbinde benim de milletime ettiğim bir takım hizmetler olmuştur zannederim. Fakat, bunlardan hiçbirini kendime mal etmedim. Yapılanın hepsi milletin eseridir, dedim; aranacak olursa, doğrusu da budur. Mazide sayısız medeniyet kurmuş bir ırkın ve milletin çocukları olduğumuzu isbat etmek için, yapmamız lâzımgelen şeylerin hepsini yaptığımızı ileri süremeyiz; bugüne ve yarına bırakılmış daha birçok büyük işlerimiz vardır. İlmî çalışmalarda bunlar arasındadır. Beni seven arkadaşlarıma tavsiyem şudur: şahsınız için değil, fakat mensup olduğunuz millet için elbirliği ile çalışalım; çalışmaların en yükseği budur. (Muzaffer Göker, T.T.K. Belleten, Cilt: 3, Sayı: 10, 1939, S. 388)

Milletimizi şimdiye kadar söylediğim sözlerle ve hareketlerimle aldatmamış olmakla övünç duyuyorum. "Yapacağım. Yapacağız. Yapabiliriz" dediğim zaman onların gerçekten yapabileceğime inanmıştır. Nitekim Sakarya Muharebesi başlamadan evvel "Düşmanı memleketimiz içinde boğacağız" demiştim. Bana bazı mühim sayılan yerlerden müracaatlar vâki olarak "milleti beyhude yere kırdırmayınız" demişler; Romenlerden, Bulgarlardan, Yunanlılardan bahsederek kurtuluşumuzu geleceğe bırakmanın uygun olacağını söylemişlerdi. Fakat milletin kabiliyetini, imanını gözönüne alarak onlara "Hayır, yapacağız!" demiştim. Şimdi de milleti refaha, ilerlemeye, memleketi mutluluğa sevketmek için mevcut kabiliyetimizi gözönünde alarak "Bunu da yapacağız!" diyorum. 1923 (Atatürk'ün S.D. II, S. 70)

Hiçbir sözümde milletime karşı geri alma durumunda kalmadım. Onları söylerken bir hayal peşinde koşan gibi, hayal şakıyan bir şair gibi değil, onları söylemekliğim bu milletteki kabiliyet unsurlarını bilmekliğimden idi. 1923 (Atatürk'ün S.D. II, S. 123)

Türk milleti kahramanlıkta olduğu kadar, istidat ve liyakatte de bütün milletlerden üstündür. (Yusuf Ziya Özer, T.T.K. Belleten, Cilt: 3, Sayı: 10, 1939, S. 287)

Mühim bir vazifenin yapılışında benden evvel işe girişen, millet olmuştur. Benim şu veya bu sebeple tehir ettiğim mühim vazifeyi millet bana ihtar etmiş ve yaptırmıştır. Bunu milletin müşterek ruhundaki yükseklik ve erginliğe parlak bir misal olarak anmayalım. 1925 (Mustafa Selim İmece, Atatürk'ün Ş.D.K. ve İ.S., S. 44)

Benim için en büyük korunma noktası ve şefaat kaynağı milletimin sinesidir. 1919 (Reşit Paşanın Hatıraları, S. 86)

Bu millet kılı kıpırdamadan dava uğruna ve benim uğruma, canını vermeğe hazır olmasaydı ben hiçbir şey yapamazdım. (Behçet Kemal Çağlar, Atatürk, Anekdotlar -Anılar, Der. : Kemal Arıburnu, S. 39)

Ben binbir müşkül karşısında yılacak bir insan olsa idim büyük işlerin rehberliğinde, milletim beni yaya bırakırdı. Milletimin iyi niyetine daima minnettarım. (Afetinan, Atatürk hakkında H.B. S. 21)

Ben gerektiği zaman en büyük hediyem olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim. (Haziran 1937)

Hayatımın bütün safhalarında olduğu gibi, son zamanların buhranları ve felaketleri arasında da, bir dakika geçmemiştir ki, her türlü huzur ve istirahatimi, her nev'i şahsi duygularımı, milletin selameti ve saadeti namına feda etmekten zevk duymayayım.

Dünya üzerinde yaşamış ve yaşayan milletler arasında demokrat doğan yegâne millet Türklerdir. (1937)

Kudretsiz dimağlar, zayıf gözler, hakikati kolay göremezler. O gibiler büyük Türk milletinin yüksek seviyesine nazaran geri adamlardır. (1925)

Millet, muasır medeniyetin bütün milletlere temin ettiği hayat ve vasıtaları, esasta ve şekilde aynen ve tamamen gerçekleştirmeye kati karar vermiştir. Millet, yenilik ve ıslahat sahasında gösterdiği gayretlerin asırlardan beri olduğu gibi, türlü yalan ve dolanla biran bile durmasına müsaade etmemek azmindedir.

Millet, milletlerarası umumi mücadele sahasında hayat sebebi ve kuvvet sebebi olacak ilim ve vasıtanın ancak muasır medeniyette bulunabileceğini, sabit olmuş bir hakikat diye benimsemiştir.

Millet, saydığım değişiklikler ve inkılapların tabii ve zaruri icabı olarak umumi iradesinde ve bütün kanunlarında, ancak dünya ihtiyaçlarından mülhem ve ihtiyacın değişmesiyle değişip gelişmesi esas olan dünyevi bir idare zihniyetini hayat düsturu saymıştır. (1925)

Bu büyük millet, arzu ve istihdadının yönelmiş olduğu istikametleri göstermeye çalışan ve görebilen evladını daima takdir ve himeya etmiştir. (1926)

İki Mustafa Kemâl vardır. Biri, ben, fâni Mustafa Kemâl; diğeri milletin içinde yaşattığı Mustafa Kemâller idealidir. Ben onu temsil ediyorum. Herhangi bir tehlike ânında ben ortaya çıktımsa, beni bir Türk anası doğurmadı mı? Feyiz milletindir, benim değildir. (1935)

Türk milletinin istidadı ve katî kararı medeniyet yolunda, durmadan, yılmadan ilerlemektedir. (1924)

Türk milleti şuurla ve bunca bin senelerin açtığı devasız yaraları acele tedavi etmek ıstırabiyle, hakikat denilen cevheri bulmuş olduğuna inanarak, uzun adımlarla kurtuluş aramaya karar vermiştir. Bunun önüne sed çekmek isteyeceklerin âkıbeti Türkün kuvvetli ayakları altında ezilmektir.

Silâhı ile olduğu gibi aklı ile de mücadele mecburiyetinde olan milletimizin birincisinde gösterdiği kudreti, ikincisinde de göstereceğine asla şüphem yoktur. Milletimizin sâf seciyesi istidat ile doludur. (15 Temmuz 1921)

Samsun'a ayak bastıktan sonra derhal memleket ve milleti yokladım. Gördüm ki, memleketin ve milletin temayülü istiklâl müdafaasında tereddüt edenleri utanılır mevkiinde bırakabilecek mahiyettedir. Filhakika iki seneden beri bütün dünyanın şahit olduğu olaylar düşüncelerimde isabet ve milletin azim ve imânında hakikî salâbet olduğunu ispat etti. (23 Nisan 1921)

Hiçbir zafer gaye değildir. Zafer ancak kendisinden daha büyük bir gayeyi elde etmek için belli başlı vasıtadır. Gaye fikirdir. Zafer bir fikrin istihsal ve hizmet nisbetinde kıymet ifade eder. Bir fikrin istihsaline dayanmayan zafer payidar olamaz. O boş bir gayrettir.

Bizi diğer medeni milletler arasında geri bıraktıran adlî, siyasî, iktisadî, malî zincirler kırılmıştır. Parçalanmıştır... Bugüne kadar kazandığımız muvaffakıyet, bize ancak terakki ve medeniyete doğru bir yol açmıştır. Yoksa terakki medeniyeti henüz ulaşılmış değildir.

Büyük davamız, en medenî ve müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu yalnız kurumlarında değil düşüncelerinde temelli bir inkılâp yapmış olan Büyük Türk Milletinin dinamik idealidir. Bu idealin en kısa bir zamanda kavramak için, fikir ve hareketi, beraber yürütmek mecburiyetindeyiz. Bu teşebbüste, başarı ancak, süreli bir planla ve rasyonel çalışmakla mümkün olabilir.



“Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümid etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı, bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarları ile sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu; Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.”

"Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir.Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müsbet ilimdir. Bunun içindir ki milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, doğuştan zekasını, bilime bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, milli birlik duygusunu, her zaman ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besliyerek geliştirmek milli ülkümüzdür."(10.Yıl Nutku)


Arkadaşlar!
Bizim halkımız çok temiz kalpli, çok asîl ruhlu, ilerlemeye çok yetenekli bir halktır. Bu halk, eğer bir defa karşısındakilerin içtenlikle kendilerine yardımcı olduklarına inanırsa her türlü hareketi derhal kabule hazırdır. Bunun için gençlerin her şeyden önce millete güven vermesi lâzımdır.Bunun için ülkümüzü açıklıkla ifade etmeliyiz. Onu imanla duymalı ve onu hiç yılmadan takip etmeliyiz. Kişisel çıkarlarımızdan, alçak emellerimizden vazgeçmemiz ancak böyle canlı ve alevli ülkü ile başarılacaktır. Gençlerin kardeşleriyle, babalariyle, tecrübeli ihtiyarlariyle, İslâmiyet’in ruhunu bilen gerçek şerefli bilginleriyle beraber çalışmasında başarıya sahip olacağı muhakkaktır.

Fakat bütün iyi niyete, gösterilen bütün sabıra, kararlılığa ve dayanıklılığa, gösterilen bütün birlik ve dayanışmaya rağmen yine en güzel, en yanılmayan, en doğru düşünceleri ve ülküleri bozmağa çalışacak insanlara rastlanılacaktır. Öylelerine karşı bütün millet fertleri çok şiddetli karşılık vermelidir. Hepimiz için öylelerine karşı ezici bir birlik kitlesi olarak ortaya çıkmamız en gerekli bir vicdan görevimizdir.Zira bu konuda bozgunculuk yapacak insanlara hoşgörü göstermek, büyüklük göstermek terbiye eseri değil, belki bir milletin mutluluğuna şerefine, namusuna göz dikmiş insanlara hoş görüdür ki, hiçbir vakit, hiçbir birey buna izin veremez. Hiç kimse buna izin vermek hakkına sahip değildir ve siz de olmamalısınız.

Arkadaşlar!
Bir milletin namuslu bir varlık, saygıya değer bir mevki sahibi olması için, o milletin yalnız âlim ve fen bilgini bulunması yeterli değildir. Her ilmin, her şeyin üstünde bir niteliğe sahip olması lâzımdır ki, o da o milletin belli ve olumlu bir karaktere sahip bulunmasıdır. Böyle bir kişiliğe sahip olmayan fertler ve böyle fertlerden oluşmuş milletler hiç bir dakika gerçek bir devlet oluşturamazlar. Böyle milletler, birer bozguncu ocağı olurlar. Benim bildiğime göre memleketimizde çok yıllardan beri açılmış ve hâlâ kutsal ateşlerle yanan ve alevi her taraftar olanın kalp ve vicdanını aydın kılan Türk Ocaklarının temel amacı millete böyle olumlu bir huy vermektir. Türk ocakları milletin kültürü üzerinde önemli etkiler yapmalıdır. Zaten bunu yapıyorlar ve daha fazla yapacaklardır. Biz milliyet fikirlerini uygulamakta çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla çalışmayla gidermeye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki, milliyet görüşünü, millet ülküsünü dağılmaya çalışan teorinin dünya üzerinde uygulama kabiliyeti bulunamamıştır. Çünkü, tarih, olaylar ve görünenler hep insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük ölçüde fiili tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir.En çok bizim milletimiz, milliyetinden habersiz oluşunun çok acı ve cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki çeşitli kavimler hep milli inançlarına sarılarak, milliyet ülküsünün kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden koyulunca anladık. Kuvvetimizin zayıflığa uğradığı anda bizi  küçük gördüler. Anladık ki, kusurumuz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak öncelikle biz, kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı hissen, fikren, fiilen bütün çalışma ve hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki milli benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır.

Milli varlığımıza düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi,
(Karşı duvardaki levhayı işaret ederek)
“Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi”diyelim. (Hakimiyeti Milliye /Türk Ocağı Konuşması 26.03.1923)

"Bir gün mutlaka tüm Türk devletleri ile Çin Seddinde buluşacağız!" 
Mustafa Kemal ATATÜRK

Atatürk'ün Japon Devlet erkanına gerçekte bu sözü söyleyip söylemediği bilinmemekte ancak bilinen gerçek ise; Atatürk döneminde Türkiye ve Japonyanın askeri,ticari ve siyasi ilişkiler kurduğu  esir Türk yurtlarının kurtarılması amacıyla Japonyanın örtülü olarak desteklendiğidir. Nitekim bu destek büyük Türkistandaki Türk yurtlarını işgal altında tutan  Rusya'nın da gözünden kaçmamıştır.

Japonya'nın Dışişleri bakanı M. Koki Hirota, 18 Eylül 1933 günü, elçiler heyetini kabulde, Türkiye Maslahatgüzarına özel ilgi gösterir ve şöyle der: 

"Dünyayı aydınlatan iki şey vardır. Biri ay, diğeri güneş. Biri Türkiye'nin, diğeri Japonya'nın timsalidir. Geleceğin politika dünyasını da aydınlatacak muhakkak bunlardır. Türkiye hükümeti ile kuvvetli bir yakınlık yapmak için mümkün olanı mutlaka yapacağım. Bu yakınlığı uzaktan veya yakından bozabilmesi muhtemel olan her şeyi uzaklaştıracağım"

Türk Askeri Ataşesi 1932 yılının 1 ve 2 Eylül günleri içinde, Japonya Genelkurmay Başkanlığı 2. Başkanı General Mazaki, Genelkurmay Başkanlığı Harekat Dairesi Başkanı General Nagata, Genelkurmay Başkanlığı İstihbarat Daire Başkanı Miralay Otasimato tarafından kabul edildi. Japonya Genelkurmay Başkanlığı'ndan bu görüşmeye karşılık olarak aşağıdaki cevaplar alındı: "Japon Genelkurmay Başkanlığı, Türk, Macar ve Japon ırklarının menşe'lerini Orta Asya'dan almış bir ırk olarak mütalaa etmektedir. Bilhassa şeref ve milli izzeti nefis, itaat, fedakarlık ve kahramanlık gibi manevi hasletler itibariyle Japonlarla Türkler arasında, diğer milletlerde olmayacak derecede bir benzerlik olduğu kanaatını taşımaktayız." İfadesini kullanmıştır.

17 Şubat 1935 tarihli Washington Post gazetesinde “Japonya’nın Sovyetlere Karşı İlerlemesi Asya’yı Bir Harp Tehlikesine Maruz Bırakıyor” başlıklı makalesinde, Japonya’nın Moğolistan ve Türkistan’a gireceği, buradaki halklara bağımsızlıklarını vereceği, Vladivostok’tan Hazar’a kadar bu bölgeyi bir harp ateşi içine sokacağı ifade edilmektedir. Almanya’nın ise Japonya’yı bu konularda desteklediği ve hatta Japonya’nın Asya üzerindeki emelleri hakkında Almanya ile Japonya arasında bir anlaşmanın hâsıl olduğu kanaatinin de var olduğu belirtilmektedir.

 Üzerinde durulan diğer önemli bir konuda Türkistan coğrafyasıdır. Rusya’daki Türkler de Reisicumhur Mustafa Kemal’in cumhuriyetindeki ırk kardeşleri gibi ilerici bir eğilimleri vardır. Onlarda ırki bir birlik ve bağımsız bir hükümet yani bir Şimali Türk Cumhuriyeti istemektedirler. Ancak dil birliği olamaması bu konuda büyük bir engel teşkil etmektedir. Türklerin basitleştirilmiş ve birleştirilmiş bir lisana ihtiyaçları vardır. 


Ruslar Türklerin bir lisan ve gaye birliği oluşturmalarından çekinmektedir. Bunun yanında Japonların bu dönemde Türkistan coğrafyasındaki ilerlemelerinin Türkler tarafından memnuniyetle karşılanacağının ve zamanı geldiğinde Türklerin Japonlar ile birlikte hareket edeceği konusunun Ruslar tarafından bilindiği ifade edilmektedir. Hatta bu konuda Türkler tarafından Japonlara bir teklifte bulunulduğunun da Rusların farkında oldukları ve Rusların bundan dolayı Japonya’yı destekleyen Türkleri Kızıl Ordu’ya almadığı vurgulanmaktadır.

Atatürk 1931 yılında Türkiye’ye ziyarete gelen Japon Prensi Takamatsu’ya hitaben yaptığı konuşmada; “…Türk ve Japon milletleri öteden beri karşılıklı olarak samimi, dostane hisler taşımaktadır. İki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi hususunda Türk-Japon Cemiyetinin hâmisi sıfatıyla harcamış olduğunuz mesaiye bilhassa müteşekkirim. Bu ilişkilerin her gün daha çok artacağına inanıyorum. Japon milletinin yüksek ve vatansever özelliği medeniyet yolundaki dikkate değer çalışmaları ve gelişimi Türkiye’de daima alaka ve samimi takdirlerle takip olunmuştur…”  diyerek iki ülke arasındaki samimi duygu ve düşünceleri pekiştirmiştir.




1935 yılında Atatürk'ün bilgisi dahilinde Türk-Japon Askeri işbirliğini artırmak amacıyla Deniz Yüzbaşısı Şerafettin Hüsnü tahsil için Japonya’ya gönderilmiştir . Yine Genelkurmay Başkanlığı tarafından stajyer olarak Japonya’ya Deniz Yüzbaşısı Zeki Enver gönderilmiştir.

ATATÜRK  döneminde Türkiye ile Japonya arasında 27.5.1937 tarihinde Ticaret Anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşmanın hazırlanması ve uygulanması için Türkiye tarafından Hariciye Siyasi Müsteşarı Numan Menemencioğlu görevlendirilmiştir. Daha sonra da bu anlaşma da bazı değişiklikler yapılarak iki ülke arasında tekrar imzalanmıştır.

Başbakanlık Cumhuriyet Arşivleri:
-30-10-0-0/257-729-27, 12.10.1933.
-30-10-0-0/221-491-21, 22.02.1935.
-30-18-1-2/53-27-5, 15.04.1935.
-30-18-1-2/56-58-6, 20.07.1935.
-Arşiv Belgelerine Göre Atatürk Dönemi Türk-japon İlişkileri (1923-1938) Doç.Dr.Şayan Ulusan
-Ali Merthan Dündar, “Atatürk ve Japonya”, Uluslararası Ertuğrul’un İzinde Deniz Kuvvetleri ve Diplomasi Sempozyumu, 16-17 Eylül 2015, Deniz Müzesi-İstanbul, 2016, s. 52, 54-55.


Ayrıca 1926'da  İstanbul Türk Ocağı İdaresi, Japonya'dan gelen bir heyeti ağırlamıştı.

Japon hükümeti Lozan görüşmelerinden sonra Musul'un Türkiyeye kalması gerektiğini söylemişti. Gazi Mustafa Kemal Atatürk Japon İmparatoruna yazdığı mektuplarda iki ülke arasındaki tarihsel miras üzerine çalışılması yönünde de önerilerde bulunmuştu.

Bursa Türk Ocağı İdaresi'nin Japon ticari hayatı ve sanayii ile ilgili bir Japon filmi de yapmaya başlamıştı. Yine bu minvalde, 1929 yılında Türk Dili üzerinde incelemelerde bulunmak üzere Japon Dışişleri tarafından Türkiye'ye gönderilip İstanbul'da bulunan Mr. Tomekitchi IMAI'nin araştırmalarını Balıkesir'de sürdürme arzusuna binaen Balıkesir'de ikametine izin verilmişti. 1933 yılında Japonya ve Uzak Doğudaki Türk soylarının bir haritasını Japon Hükümetinden istemişti.

Japonya Dışişlerinin raporlarında Müslüman Türkler'in Mançurya'dan Şangay'a kadar uzandığı kaydedilmişti. Kültür münasebetleri yanında Japonya ile bir ticaret anlaşması da imzalanmıştı. Japon Prensi Takamatsu, 1931’de beraberinde getirdiği samuray kılıcını hediye olarak Mustafa Kemal Paşa’ya sunmuştu. 

1934 yılında Atatürk'ün emriyle Japonlara bir savaş gemisi sipariş ettirilmişti.







Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk, Japon İmparatoru Taishō'nun üçüncü oğlu Prens Takamatsu ve eşinin şerefine verilen akşam yemeğinde  - Ankara, 1931.


“…Bir Milletin büyüklüğü coğrafi yüzölçümü ile değil, yüreğinin asaleti, Ülküsünün yüksekliği ile ölçülür!” 

Başbuğ ATATÜRK
(30 Ekim 1933  Atatürk’ün, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Macar Heyeti’ni kabulünde söyledikleri)

Atatürk’ün Türk Tarih Tezi ve Macarlar

Atatürk’ün çalışma arkadaşlarından olan Hamit Zübeyir Koşay, üstat lakaplı ünlü Macar bilgini Gyula Nemeth’in öğrencisidir. Fuat Köprülü ise Macar bilimi hakkında birçok tez ileri sürerek çalışmalar ortaya koymuştur. Koşay ve Köprülü’nün bu çalışmaları Atatürk’ün ilgisini çekmiş ve Ulu Önder, Türk Tarih Tetkik Cemiyeti üyesi olan Namık Orkun’dan I. Türk Tarih Kongresinde Macarca tercümanlığını üstlenmesini istemiştir.(ÖNEN Nizam, İki Turan, Macaristan ve Türkiye’de Turancılık, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2005, s. 289- 291.)

Bu gelişmeler, Atatürk’ün Türk Tarih Tezi için Macar bilim adamlarından yardım alma düşüncesini geliştirmiş ve Atatürk Macar bilim adamı Frenc Zajti’yi Türkiye’ye davet etmiştir. Zajti’nin Hun- Macar- Türk akrabalığı isimli kitabı olduğunu öğrendikten sonra derhal bu kitabı kendisi için Türkçeye çevirttirerek okumuş ve Zajti’yi Hun- Macar- Türk ırklarının tarihi özdeşliğini araştırmak üzere görevlendirmiştir.

Bu çalışmasının sonunda Zajti Türk Tarih Kongresinde “Hindistanlığa Ait Türklük (Az Indiai Rokennepek Közt)” isimli tebliği ile Macarların Wo- Szua isimli Altay sınıfından gelen ve Türklerle akraba olan bir koldan geldiğini ortaya koymuştur.(Ayrıntılı bilgi için Bkz.: ÇOLAK Melek, Atatürk Macarlar ve Türk Tarih Tezi, Türkiyat Araştırmalar Dergisi, Sy. 4, s. 381- 383.)

Atatürk, Zajti’nin de bulunduğu bir toplantıda, Hun- Macar- Türk ırk özdeşliğiyle ilgili bilimsel bir çalışmanın ne kadar sürede tamamlanabileceğini sormuş, aldığı 10 yıl cevabına olmaz diyerek geri çevirmiştir. Zajti’ye onun ne düşündüğünü sormuştur. Zajti, Atatürk’ün emrinde çalışan Türk Tarih Kurumu’nun başkanlığında, doğu ve batıdan getirtilecek 60 bilim adamıyla bu konunun 1 yıl içerisinde incelenip bilimsel bir esere bağlanabileceğini ve Atilla’nın 1500’ncü doğum gününde hazır olabileceğini ifade etmiştir. Atatürk bunu kabul ederek Zajti başkanlığında bu işleri organize edecek 12 üyeli bir Türk Tarih Kurumunun kurulmasını emreder. Bu çalışmaların neticesinde sonuç Zajti’nin beklediği gibidir.(Gyula Anett, Zajti Es Turania; Kösönyük Atilla, Kömmives Kojik, Budapest 2004, s. 45- 46- 47.)

Atatürk tarih tutkusuyla birçok araştırmalarda bulunmuş ve bu araştırmaların sonunda Türk ve Macarların aynı soydan geldiğine kuvvetle inanmış olacak ki; birçok mektubunda, ifadesinde ve raporunda Macarlardan hep kardeş ulus, akraba toplum ve soydaşlarımız tabirleriyle bahsetmiştir.
Atatürk, Elçi Arnothy’nin güven mektubuna cevaben; “Bu iki halk tarih boyunca bir kere yan yana gelip akrabalıklarının farkına varsaydı, Doğu Avrupa tarihi, çok farklı olurdu. Yüzyıllarca dini nedenlerden başlayan ve her iki tarafa da zarar veren savaşların yerini, dostluk almalıydı’’ diyerek Türk ve Macarların akraba olduklarına vurgu yapmıştır.

Atatürk Hungaroloji Kürsüsünü Kurdu
1935 yılında Atatürk’ün girişimleriyle Türk- Macar kültürel ilişkilerinin geliştirilmesi için Hungaroloji Enstitüsü kuruldu. 1934 yılında Türk Macar ilişkileri hakkında verdiği bir konferansla Atatürk’ün dikkatini çeken Macar Türkolog Laszlo Rosonyi kurulan Enstitünün başkanlığına getirildi. 1936 yılında Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi kurulurken, Ulu Önder’in arzusu üzerine Hungaroloji bölümü de fakülte kapsamına alındı ve hatta Hungaroloji bölümünün hangi konularda faaliyet göstereceği de bizzat Atatürk tarafından belirlendi. Hungaroloji Ana Bilim Dalı Başkanlığına Rasonyi atandı. Kurulduktan sonra da Atatürk tarafından takip edilen Hungaroloji bölümüyle sadece Macar dilinin öğretilmesi amaçlanmamış, aynı zamanda Türk- Macar tarihi, edebiyatı, ilişkileri, kültürleri ve sosyal paradokslarının araştırılması da hedeflenmiştir. Bu yönüyle Hungaroloji bölümü diğer dil öğreten fakültelerden ayrılır.

Atatürk’ün Kitaplığındaki Macarca Eserlerden Birkaçı

Hamit Zübeyir Koşay’ın hocası olan Macar bilim adamı Gyula Nemeth, Ulu Önderin isteği üzerine 14 Eylül 1934’de Budapeşte’den Atatürk’e bir mektup (Söz konusu Mektup Budapeşte’de Szechenyi Kütüphanesi El Yazmaları Bölümünde 121/ 327 numaralı dosyada kayıtlı bulunmaktadır.) ve aralarında Valentin Homan’ın üç ciltlik “Macar Tarihi” ve Szilady-Szilagyi’nin “Türk Macar Devrine Ait Vesikalar” isimli kitaplarının da yer aldığı 12 adet kitap göndermiştir.
Gazi’nin kütüphanesinde yer alan Macarca kitaplar bu kadarla sınırlı değildir. Kütüphanede Alexandre Tokats’ın “Türk İstilası Devrinden Krokiler” (3 cilt), “Türk İstilası Devrinden, Macar Mazisinden, Eski Macar Kumandanları”; Karacsan ve Tahalloczy’nin yazdığı “Rakoczi’nin Türkiye’ye İlticasına Dair Vesikalar”; Tokats, Eckhart ve Szekfü’nün kaleminden yayımlanan “Budin Paşalarının Macarca Muhaberatı”; Imre Karacson’un 2 ciltlik “Türk Seyyahı Evliya Çelebi’nin Macaristan’daki Seyahatleri” isimli kitaplarda bulunmaktadır.

Macarların Atatürk’e Bakışı
Atatürk’ün Macarlara gösterdiği üstün teveccüh bir kenara bırakılırsa, madalyonun öteki yüzünde, Macar kamuoyunun Atatürk’e gösterdiği derin sevgi ve fevkalade muhabbet kolayca göze çarpmaktadır. Zira bu dönemde ülkenin başında bulunan isimlerin, Atatürk hakkında düşünceleri şöyledir:
Macar Kralı Naibi Amiral Horthy; “Macar halkı ve ben, ekselanslarının (Atatürk’ün) yiğit önderliği altında, kardeş Türk milletinin soyunun gücünü ve geleneksel yurtseverliğini kanıtlayan, olağanüstü çabalarını pek büyük bir sempati ve derin bir hayranlıkla izliyoruz.” ifadesini kullanırken, dönemin başbakanı Gyula Gömbös 22 Temmuz 1932 tarihinde yaptığı bir konuşmada şu ifadelere yer vermiştir; “ Türklere karşı 3 nokta’da güçlü bir şekilde bağlıyım. Birincisi, bir ırktan olmamız, ikincisi yüksek askerlik yetenekleri ve üçüncüsü Büyük Reislerinin (Atatürk’ün) dehası ile yapılan büyük inkılaplardır.(SARAL Emre, Atatürk ve Macarlar, Genç Akademisyenler Gözüyle Tek Adam: Mustafa Kemal Atatürk Sempozyumu, Sempozyum Bildiri Kitabı, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Enstitüsü Yayınları, Ankara 2012, s. 148.)

Macar Meclis Başkanı Gyula Kornis, Atatürk’ün yüksek dehasını ve insanüstü becerilerini “Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Macarlara ve Türklere karşı çok ağır barış şartları koyuldu; Atatürk, Türkiye’yi kurtardı, ama Macaristan’ı kimse kurtaramadı” cümlesiyle ifade etmiştir.(Atatürk Özel Sayısı 2013 | Hukuk Gündemi 125)


Hun Türklerinin Atilla Atamızın torunları Macar Turancıları 1910 yılında Turan Derneği'ni (Magyar Turáni Társaság) kurdular ve Turán adlı bir dergi yayınlamaya başladılar. Bu derginin 1936 yılındaki baskısında Büyük Atamız Mustafa Kemal Atatürk bulunmakta...



Fotoğraflar: (Hungary) Macaristan'da her yıl yapılmakta olan Hun Türkleri Turan Kurultayından görüntüler...

“Büyük devletler kuran atalarımız, büyük ve kapsamlı uygarlıklara da sahip olmuştur. Bunu aramak, incelemek, Türklüğe ve dünyaya bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu, atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır"..."Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır."(29 Ekim 1933)

"Ey Türk Milleti! Sen yalnız kahramanlık ve savaşkanlıkta değil, fikirde ve uygarlıkta da insanlığın şerefisin!

Tarih, kurduğun uygarlıkların övgüleriyle doludur. Varlığına kasteden siyasî ve toplumsal etkenler birkaç yüzyıldır yolunu kesmiş, yürüyüşünü ağırlaştırmış olsa da, on bin yıllık fikir ve kültür mirası, ruhunda eskimemiş ve tükenmez bir güç halinde yaşıyor. Belleğinde binlerce ve binlerce yılın anısını taşıyan tarih, uygarlık safında lâyık olduğun yeri, sana parmağıyla gösteriyor. Oraya yürü ve yüksel! Bu, senin için hem bir hak, hem de bir görevdir. " ATATÜRK

"Bir gün mutlaka tüm Türk devletleri ile Çin Seddinde buluşacağız!" Mustafa Kemal ATATÜRK

".....Milliyet davası, siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir ülkü meselesidir. Şuurlu ülkü demek, müsbet ilme, ilmi usullere dayandırılmış bir hedef ve gaye demektir. O halde propagandalarda müsbet usullere müracaat etmek şarttır. Hareketlerin imkân şuurları ve sıraları mutlaka hesaba katılmalıdır. Türkiye dışında kalmış olan Türkler ilkin KÜLTÜR meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müsbet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.” 
Gazi M.Kemal ATATÜRK 
( Atatürkçülük III-Atatürkçü Düşünce Sistemi (Haz. Genelkurmay Başkanlığı), (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayını, 1997), s. 30.

Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda ve beynelmilel temas ve münasebetlerde, bütün muasır milletlere muvazi ve onlarla bir ahenkte yürümekle beraber, Türk içtimaî heyetinin hususî seciyelerini ve başlı başına müstakil hüviyetini mahfuz tutmaktır. 1930 (Afet İnan, T.T.K. Belleten, Cilt: XXXII. No: 128, 1968, S. 557)

Türk milletinin kuruluşunda etkili olduğu görülen tabiî gerçekler şunlardır: a) Siyasî varlıkta birlik. B) Dil birliği. C) Yurt birliği. D) Irk ve menşe birliği. E) Tarihî karabet. F) Ahlâkî karabet.

Türk milletinin teşekkülünde mevcut olan bu şartlar diğer milletlerde hepsi birden yok gibidir. Daha umumî bir tarif yapabilmek için diyelim ki; bir topluma millet diyebilmek için bu şartlar, aynı zamanda bütün olarak veya kısmen, bir arada bulunmak lâzımdır. Bütün milletler tamamen aynı şartlar altında teşekkül etmemiş olduklarına göre Türk milletinde yaptığımız gibi, diğer her millet ayrı olarak mütalâa edilmedikçe, milliyet fikrini umumî ve ilmî olarak tarif etmek güçtür. 1930 (Afet İnan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazıları, S. 371-372)

Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluluğa dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur. (İlköğretim Mecmuası, Cilt: 4, Sayı:61, 1940)

Milliyetin çok bariz vasıflarından biri dildir. Türk milletindenim diyen insan, herşeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz. (Taha Toros, Atatürk'ün Adana Seyahatleri, S. 39)

Türk milleti, millî hissi; dinî hisle değil, fakat insanî hisle yanyana düşünmekten zevk alır. Vicdanında millî hissin yanında, insanî hissin şerefli yerini daima muhafaza etmekle övünür. Çünkü Türk milleti bilir ki, bugün medeniyetin yolunda bağımsız ve fakat kendileriyle paralel yürüdüğü umum medenî milletlerle karşılıklı insanî ve medenî münasebet, elbette gelişmemize devam için lâzımdır ve yine malûmdur ki; Türk milleti, her medenî millet gibi, mazinin bütün devirlerinde keşifleriyle, yeni buluşlariyle medeniyet âlemine hizmet etmiş insanların, milletlerin kıymetini takdir ve hâtıralarını hürmetle muhafaza eder. Türk milleti, insaniyet âleminin samimî bir alisedir. 1930 (Afet İnan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazıları, S. 369-370)

Millî seciyeyi derin tarihimizin ilham ettiği yüksek derecelere çıkarmak heyecanla takip ettiğimiz büyük emellerimizdendir. 1931 (Atatürk'ün T.T.B. IV, S. 551)

Ne mutlu Türküm diyene! (1933)

Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk Milleti ve bir de milletler tarihinin binbir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir.

Bize milliyetçi derler. Ama, biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların milliyetlerinin bütün icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde hodbince ve mağrurca bir milliyetçilik değildir. (1920)

Bir milletin ruhu zaptolunmadıkça, bir milletin azim ve iradesi kırılmadıkça o millete hâkim olmanın imkânı yoktur. Halbuki asırların yarattığı millî bir ruha, kuvvetli ve daimi bir millî iradeye hiçbir kuvvet karşı koyamaz. (1.9.1924)

Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel, herşeyden evvel Türkiye'nin istikbaline, kendi benliğine, millî an'anelerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir. (1922)

Milletin varlığını devam ettirmek için fertleri arasında düşündüğü müşterek bağ, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştirmiş, yani millet, dinî ve mezhebî bağlar yerine Türk milliyeti bağı ile fertlerini toplamıştır. (Kasım 1925)

Bir fert için olduğu gibi, millet için de kudret ve kabiliyetini fiilî eseriyle gösterip ispat etmedikçe, itibar ve ehemmiyet beklemek beyhudedir. Kudret ve kabiliyetten mahrum olanlara iltifat olunmaz. İnsanlık, adalet, mürüvet icaplarını, bütün bu vasıfları haiz olduğunu gösterenler talep edebilir. (Nutuk)

Esas kıymeti kendine veren ve mensup olduğu millet ve memleketi ancak şahsiyeti ile kaim gören adamlar, milletlerinin saadetine hizmet etmiş sayılmazlar. Ancak kendilerinden sonrakileri düşünebilenler, milletlerini yaşamak ve ilerlemek imkânlarına nail ederler. Kendi gidince ilerleme ve hareket durur zannetmek bir gaflettir. (17 Mart 1937)

Millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek geliştirmek millî ülkümüzdür. (Ekim 1933)

Başarılarda gururu yenmek, felâketlerde ümitsizliğe karşı gelmek lâzımdır. (1930)

Türk... Övün, çalış, güven.

Tarihi, vukuat, hâdisat ve müşahadat hep insanlar ve milletler arasında, hep milletin hâkim olduğunu göstermiştir. Milliyet prensibi aleyhindeki büyük mikyasta fiilî tecrübelere rağmen, yine milliyet hissinin öldürülemediği ve gene kuvvetle yaşadığı görülmektedir. Tarih, bir milletin kanını, hakkını, varlığını hiçbir zaman inkâr edemez. (Temmuz 1919)

(Türk) Tarih tezi olgunlaştı. Onun üzerinde yürümek, durmadan çalışmak lâzımdır. Bazı imansızlar olabilir. Bunlar yol kesenlere benzeyebilir, aldırmayınız. (1938)

Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.

Milletimiz, kuvvetli karakter, sarsılmaz sistem, ateşli milliyetçilik, iktisadî muvaffakiyetlerden doğup çoğalacak imkânlarla da kuvvetlendirilmelidir. (1924)

Milletin toplumsal düzen ve sükûnu, hal ve istikbalde refahı, saadeti, selâmeti ve masumiyeti, medeniyette ilerleme ve yükselmesi için insanlardan, her hususta alâka, gayret, nefsin feragatini ve icabettiği zaman seve seve nefsinin fedasını talep eden, millî ahlâktır. Mükemmel bir millette, millî ahlâkiyet icapları, o millet fertleri tarafından âdeta muhakeme edilmeksizin vicdanî, hissî bir şevkle yapılır. En büyük millî heyecan işte budur. (Afet İnan, Atatürk Hakkında H.B. S. 302)

Millî ahlâkımız, medenî esaslarla ve hür fikirlerle beslenmeli ve takviye olunmalıdır. Bu çok mühimdir; bilhassa dikkatinizi çekerim. Tehdit esasına dayanan ahlâk, bir fazilet olmadıktan başka itimada da lâyık değildir. 1924 (M.E.İ.S.D. I, S. 19)

Türk milleti kurtuluş savaşından beri, hattâ bu savaşa atılırken bile mahkûm milletlerin hürriyet ve bağımsızlık dâvalariyle ilgilenmeyi, o dâvalara yardım etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının hürriyet ve bağımsızlıklarına kayıtsız davranması elbette uygun görülemez. Fakat milliyet dâvası şuursuz ve ölçüsüz bir dâva şeklinde mütalâa ve müdafaa edilmemelidir. Milliyet dâvası siyasî bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir ülkü meselesidir. Şuurlu ülkü demek, müsbet ilme, ilmî usullere dayandırılmış bir hedef ve gaye demektir. O halde propagandalarda müsbet usullere müracaat etmek şarttır. Hareketlerin imkân sınırları ve sıraları mutlaka hesaba katılmalıdır. Türkiye dışında kalmış olan Türkler, ilkin kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük dâvasını böyle bir müsbet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz. (Abdülkadir İnan, Türk Kültürü Dergisi, Sayı: 13, 1963, S. 115)

Gücümüz zayıfladığında bizi aşağıladılar ve gururumuzu kırdılar. Anladık ki suçumuz kim olduğumuzu unutmuş olmamızdır. Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, en önce bizim kendi kimliğimize ve milliyetimize saygı göstermemiz gereklidir.. ATATÜRK(Konya 1923)

“BÜYÜK İŞLERİ BÜYÜK MİLLETLER YAPAR !”
“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben milletimin en büyük ve ecdadımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile dolu bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, hususî ve resmî hayatımın her safhasını yakından bilenler bu aşkım malumdur. Bence bir millete şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi mutlaka o milletin özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla kaimdir. Ben şahsen bu saydığım vasıflara, çok ehemmiyet veririm. Ve bu vasıfların kendimde mevcut olduğunu iddia edebilmek için milletimin de aynı vasıfları taşımasını esas şart bilirim. Ben yaşabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple milli bağımsızlık bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaatleri icap ettirirse, insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet icabı olan dostluk ve siyaset münasebetlerini büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak, benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım”
Mustafa Kemal ATATÜRK


(29 Ekim 1927 Teşrin-i Evvel Resimli Gazete)
Türk Cumhuriyetinin Büyük Banisi Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri
Bugün Cumhuriyet idaremizin mesut sene-i devriyesi münasebetiyle Büyük Gazimizin Türk gençliğine hitaben söylediği kıymetli nutkunu burada bir kere daha genç okuyucularımızın intizarına sunmayı milli bir ruh addediyoruz:
Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dâhilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

Cumhuriyet ilan edileli henüz 4-5 gün olmuştur. 

Mustafa Kemal Atatürk, Türkler’in geçmişi üzerine bilimsel bir araştırma yapılması için, uzun süredir kafasında tasarlamış olduğu projeyi arkadaşlarına ve sohbet meclislerine açar. 

Projede öncelik Türkler’in tarih, kültür ve medeniyetlerinin araştırılmasına verilecektir. 
Yapılan araştırmalar yayın haline getirilecek ve geniş kitlelere ulaştırılması için kongre ve toplantılar düzenlenecektir.

Türkler’i aşağı gören Avrupa ülkelerine de bir ders verilecektir.
Bir seneyi bulan görüşmelerden sonra 12 Kasım 1924’te, Bakanlar Kurulu toplantısında, 111 sayılı kararname ile İstanbul Üniversitesi’ne bağlı “Türkiyat Enstitüsü” kurulması kararlaştırılır. 

Enstitü başkanlığına, aynı üniversitede görevli olan Prof. Fuat Köprülü getirilir. 
Enstitünün araştırmalar yapabilmesi, yayınlayabilmesi ve kongreler düzenleyebilmesi için ihtiyaç duyacağı maddi destek, savaştan çıkmış bir milletin bütçesinden, Atatürk’ün emri ile 200.000 Lira ayırılarak sağlanır. 

Bütçe kıttır ancak vazife kutsaldır!

Çalışmalar başlar. İlk hazırlanan dosya Atatürk’e sunulur. Paşa’nın yüzü gülümser çünkü her şey fevkaladedir, tek bir eksikle; amblem! 
Fuat Bey, böylesi bir enstitü için kullanılacak amblem konusunda Atatürk’ün yardımcı olmasını ister.
Bunun üzerine Atatürk:

“Fuat Bey, Karlı Tanrı Dağları’nın Önünde, Elinde Meşale Tutan Bir Bozkurt Olsun! Bu Meşale Genç Türkiye Cumhuriyeti İlmînin İfadesi Olsun. Ergenekon’dan Çıkmamızda Kılavuz Olan Bozkurt, Türklüğün Anadolu Topraklarındaki Yeni Devletinin Kuruluşunu İfade Etsin!” 

Başbuğ Mustafa Kemal Atatürk’ün ifade ettiği amblem, eski yazı ile hazırlanır ve kullanılmaya başlanır. 

1929’da yeni Türkçe'nin kullanılmaya başlanması ile aşağıdaki halini alır. 

Atatürk’ün bu projesi, daha sonra kurulacak olan Türk Tarih ve Türk Dil Kurumu’nun da kökenlerini oluşturur. 
Emperyalist ve şımarık ülkelerin, bu topraklar üzerinde söz sahibi olma çabaları büyük ölçüde kesilir ve Türk Diyarı kavramı akıllarda yer etmeye başlar.

Ebedi Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 1932’de İsmail Habib Sevük’e, kendi ağzından bir şiir dikte ettirir. 

“Hakikat Nerede?

Gafil, hangi üç asır, hangi on asır?
Tuna ezelden Türk diyarıdır.
Bilinen tarihler söylememiş bunu,
Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,
Dinleyin sesini doğan tarihin,
Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak
Yalan tarihi gömüp doğru tarihe gidin.
Asya’nın ortasında Oğuzoğulları,
Avrupa’nın Alplarında Oğuz torunları,
Doğu’dan çıkan biz, Batı’dan yine biz,
Nerde olsa, nasıl olsa kendimizi biliriz
Türk sadece bir milletin adı değil,
Türk, bütün adamların birliğidir.
Ey birbirine diş bileyen yığınlar,
Ey yığın yığın insan gafletleri!
Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde,
Dünya o zaman görecek hakikat nerede,

Hakikat nerede?”





*Türkolog Fatih Mehmet Yiğit

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar