EVREN TANRI TASARIMI,
MATEMATİK İSE EVRENİN DİLİDİR

"Doğa kanunları, matematik diliyle Tanrı eliyle yazılmıştır."
Galileo Galilei

Gerçekten biz, her şeyi bir ölçü ve dengede yarattık (Kamer suresi, 49. ayet.)

"Doğaya derinlemesine bak, o zaman Herseyi daha iyi anlayacaksin."
Albert EINSTEIN

"Felsefe, evren denilen ve sürekli önümüzde açık duran büyük kitaba yazılmıştır. Ama bu kitabı oluşturan dili kavrayamaz ve harflerini okuyamazsak onu anlamayız. Bu kitap matematiğin dilinde yazılmıştır..."
[The Assayer, s. 237-238] 

"Doğanın kitabi matematiğin dilinde yazılmıştır. "
Galileo Galilei

Evrenin kanunları, Tanrı'nın matematiksel düşünceleridir.
Euclid

"Resim bir bilimdir ve tüm bilimler matematiğe dayanır. İnsanın ortaya koyduğu hiçbir şey; matema­tikte yerini bulmaksızın bilim olamaz. "
(Leonardo da Vinci)

Euclid der ki; Evrenin kanunları, Tanrı’nın matematiksel düşünceleridir. Kepler der ki; Maddenin olduğu yerde geometri vardır. Eflatun (Plato) der ki; Geometri, ruhu gerçekliğe doğru çekerken, felsefe ışığını da yaratır. Kepler der ki; Geometrinin iki büyük hazinesi vardır: birincisi Pisagor’un teorisi, ötekisi de bir uzunluğun aşırı ve ortalama orana bölünmesidir. Birincisini bir altının değeri ile karşılaştırabiliriz, ikincisini de değerli bir mücevher olarak adlandırabiliriz. Rudolf Steiner der ki; Geometri, insanoğlu tarafından üretilmiş gibi görünse de anlamı tamamiyle ondan bağımsızdır. Eflatun (Plato) der ki; Geometri, yaratımdan önce de vardı.
“Matematik, Tanrı’nın, Evreni Yazdığı Dildir!…” 
En önemli isimleri (büyük fizikçiler, matematikçiler) Descartes, Kepler, Galileo,Leibniz, Newton ,Paul Dirac,Einstein ve David Bohm gibi isimler, matematiği Allah’ın evreni yazdığı dil olarak görmüşlerdir.
Tüm kozmos matematiğe dayalıdır. Evrenin temel kanunları matematik denklemleri ve formülleriyle açıklanır,fizik kanunları bilgiyi işlemek için kullanılan algoritmalardır ve evrenin sırrı matematiğin dilinde kodlanmıştır. Her şey, her şeyle ilişkilidir, öyle görünmese bile. Tüm bu özelliklerin içerisinde en gizemli olanı budur:evrenin nihai gerçeği saklayış şekli. Matematik evrenin dilidir ama şüphelerden oluşan bir gölgenin onu ispatlamanın imkanı yoktur.Doğa bilimlerinin arkasındaki en önemli amaç Tanrı’yı anlamaktır.

Tanrının eşsiz sanatını ve sonsuz kudretini görmek istiyorsan Gök-yüzüne bak..
*Fatih Mehmet Yiğit

EVRENDEKİ AHENK

Göklerdeki gezegenler, Evrenin (Cosmos'un) ahenginde dans ederek enfes orbital kalıplarda hareket ederler. Anladığımızdan daha fazla matematiksel ve geometrik bir uyum var. Bu yazı fikri Larry Pesavento'nun paylaştığı bir kitaptandır. John Martineau'nun yazdığı ' Küçük Bir Rastlantı Kitabı ' adlı kitap, yörünge kalıplarını ve geometrik ilişkilerinin birkaçını göstermektedir.
DÜNYANIN EN BÜYÜK FİZİKÇİSİ: EVREN TANRI TASARIMI VE MATEMATİK HARİKASI

Ünlü Teorik fizikçi Michael Kaku: İçinde yaşadığımız sınırları ve bazı kuralları olan bu simulasyon evreni yaratan bir süper zeka var. Ve o büyük bir Matematikçi. Bu, Kaku'nun evrenin tasarım yoluyla yaratıldığı ve rastgele bir kaos olmadığı ve bir tür “matriks” içinde yaşayabileceğimiz sonucuna götürdü.

Kaku araştırmasını şöyle söyledi: "Bir üstün bilincin yarattığı kurallarla yapılmış bir dünyada olduğum sonucuna vardım.

“Bana inanın, bugün şans dediğimiz her şeyin artık bir anlam ifade etmeyeceğini düşünüyorum. ” Bana göre, yaratılan, evrensel bir zeka ile şekillenen ve tesadüfen değil, kurallarla yönetilen bir planda var olduğumuz açıktır. ”

Bir YouTube videosunda şunları söyledi: “Son çözüm kararı, Tanrı'nın bir matematikçi olması olabilir.

Habere konu sitenin linki:
http://www.thescicademy.com/2018/02/physicist-finds-proof-of-god-universe_12.html
Matematik - Astronomi - Biyoloji
Evrendeki ahenk...





Evrenin dili matematiktir.
Tanrı her şeyi bir ölçü ile yaratmıştır.

Furkan Suresi, 2. ayet: Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; O çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir.


Bilinen evrenin her düzeyinde, en büyüğünden en küçüğüne dek ve genellikle matematik eşitliklerle iade edilebilen biçimler halinde bir düzenlik bulunur. Sanki bir zamanlar birinin dediği gibi "Tanrı matematikçidir" 
Wıllıam Blake, Eski Günler (1794)

Allah, her şeyi bir ölçüye göre yaratmıştır.
(Âli İmran Suresi 191. Ayet)

Ölçmek bilmektir, ölçülebileni ölçün, ölçülemeyeni ölçülebilir hale getirin. - Galileo

Tanrı her şeyi ölçüyle yaratmıştır. Ağırlık, sayı ve uzunluk.
 İsaac Newton

Evrenin dili matematiktir.
Her canlı bir yaratılış mucizesi ve kusursuz matematiksel işlemdir.
Hücredeki bu muazzam bilinci yaratan  sonsuz güç ve kudret sahibi, "Tanrı" en yüce Bilgedir.

Bir hücrede bile bu kadar bir matematiksel ve kimyasal işlem.
https://www.cc.gatech.edu/~turk/bio_sim/articles/metabolic_pathways.png

 "...çok daha büyük bir ölçekte -galaksilerin arasındaki mesafeden bile daha büyük olan bir ölçekte- baktığımızda 
evren her yönde aynıymış gibi görünür. Bu sanki bir ormana yukarıdan bakmaya benzer. Yeterince yakından baktığınızda yapraklan veya en azından ağaçları ve aralarındaki boşlukları görebilirsiniz. 
Eğer çok yüksekteyseniz, başparmağınızı uzattığınızda ağaçların bir mil karesini kapatabilirsiniz ve orman yalnızca tek bir yeşil gölge olarak görünür. Bu ölçekte ormanın bir örnek olduğunu söyleyebiliriz " Büyük Tasarım /  Stephen W. Hawking


YOKTAN VAROLUŞ...

Lavoisier ve Lomonosov, Kütlenin Korunumu Yasası’na göre, özet olarak “Hiçbir şey vardan yok, yoktan var olmaz.” diyorlardı. Buna göre kütle yaratılamaz veya yok edilemez. Ancak bu yasa, kuantum dünyasına gelindiğinde yani atom altı parçacıklara uygulandığında işlemez; orada kuantum dünyasında ne nesnel gerçeklik işler, ne de sağduyu. Bir parçacık aynı anda birkaç yerde bulunabilir ki, bu deneylerle kanıtlanmıştır. Kütlenin Korunumu Yasası, Einstein’ın özel görelilik teorisine de uymaz. 
Ben felsefi anlamda materyalizme inanan bir insanım. Dolayısıyla bu tip düşüncelerin, mistik yorumlarını kabul etmem. Ama bilimsel olarak deneyle kanıtlanmış bir olguya inanırım.
Yani sonuç olarak vardan yok, yoktan var olan şeyler kuantum dünyasında olabiliyor ki bu birçok kez deneylerle bilimsel olarak kanıtlanmıştır. O zaman Lavoisier’in tezi her şeyde, her durumda geçerli değildir: Vardan yok, yoktan var olan şeyler vardır. Sadece Kuantum mekaniğinde değil, Evren’in kendiliğinden hiçlikten doğuşu da bir yoktan var oluştur. 
O zaman bilime mi inanacağız, yoksa kendi düşüncemizde ısrar mı edeceğiz? Ben felsefi anlamda materyalizme inanan bir insanım. Dolayısıyla bu tip düşüncelerin, mistik yorumlarını kabul etmem. Ama bilimsel olarak deneyle kanıtlanmış bir olguya inanırım. Bu olgunun, bilimsel bir sonuç olduğunu görürüm. Düşüncelerimi yeniden gözden geçiririm.
Hiçlik varlığı doğururken kendisini yadsır
Yeniden büyük patlamaya dönersek, o ilk kıvılcım, saniyenin çok çok küçük bir kesitinde meydana gelen ve atomdan küçük olan o ilk kıvılcım, birçok varlığın aşamalı olarak Evren’e gelmesine aracılık etmiştir bu anlamda. Yani hiçlik varlığı doğururken, aynı zamanda kendisini yadsır. İkisi arasında diyalektik bir ilişki vardır ve birbirinden kopamazlar, aynı zamanda da birbirlerini yadsırlar.
“Büyük bir Gizem var maddenin yapı taşlarının nasıl oluştuğunu biliyoruz, ama evrendeki cisimlere kütle verenin ne olduğunu bilmiyoruz, Evrendeki her şeye kütlesini veren şey nedir. İşte bu hâlâ bir sır olarak kalmış bilim insanları tarafından henüz çözülememiş bir sorun.” [1]
Örneğin nesnel gerçeklik kavramına baktığımızda, belki dünyadaki nesnel gerçeklik kavramı ve fizik yasalarıyla, diyelim evrenin öbür ucundaki bir gezegendeki, ya da diğer evrenlerdeki fizik yasaları ve nesnel gerçeklik tamamen farklı olduğunu görebiliriz ki, fizik bilimi bize bunu söylemektedir bugün. Nasıl kuantum mekaniği ile klasik fizik birbirlerinden çok farklıysa aynen öyle olabilir. Dolayısıyla zaman kavramı da farklıdır, dünyadaki zaman bile kişilerin hareket edip etmemesine göre değişebiliyor. Uzaydaki zaman çok daha farklı, -ölçüsü bile farklı ışık yılı-örneğin kara deliğin içinde zamanın olmadığı da öne sürülüyor. İşte Einstein genel görelilik ve özel görelilik teorileriyle bu anlamda bir devrim yapmıştı.
Bazı şeyler yoktan var olur ve vardan yok olur
Lavoisier ve Lomonosov, Kütlenin Korunumu Yasası’na göre, özet olarak “Hiçbir şey vardan yok, yoktan var olmaz.” diyorlardı. Buna göre kütle yaratılamaz veya yok edilemez. Ancak bu yasa, kuantum dünyasına gelindiğinde yani atom altı parçacıklara uygulandığında işlemez; orada kuantum dünyasında ne nesnel gerçeklik işler, ne de sağduyu. Bir parçacık aynı anda birkaç yerde bulunabilir ki, bu deneylerle kanıtlanmıştır. Kütlenin Korunumu Yasası, Einstein’ın özel görelilik teorisine de uymaz.
“Boş uzayda bu enerji kendini yoktan var eden çok ufak çift atomcuk parçacıkları halinde ortaya çıkar, bir  nanosaniye kadar bu hayata geçer, sonunda birbirlerini yok ederler.” [2]
Yani sonuç olarak vardan yok, yoktan var olan şeyler kuantum dünyasında olabiliyor ki bu birçok kez deneylerle bilimsel olarak kanıtlanmıştır.  O zaman Lavoisier’in tezi her şeyde, her durumda geçerli değildir: Vardan yok, yoktan var olan şeyler vardır. Sadece Kuantum mekaniğinde değil, Evren’in kendiliğinden hiçlikten doğuşu da bir yoktan var oluştur. Öyleyse Lavoisier-Lomonosov Kütlenin Korunumu Yasası, atom altı dünyaya ve Evren’lere uygulanamaz. Yani her durumda doğru değildir.
O zaman kuantum mekaniğinde, klasik fizik kurallarının mantıksal gerçekliği işlemiyor. Ki bunlar deneylerle kanıtlanmıştır. Onun kendine özgü kuralları düzensizliği ve kendine özgü bir mantığı vardır.
Profesör Bernard Carr (Queen Mary University of London) şöyle diyor: “Burada fikir yoktan aniden iki parçacık ortaya çıkar, kısa bir süre var olurlar. Sonra birbirlerini yok ederler. Ve bu uzayda devamlı olmaktadır.” [3]
Kuantum fiziği yoktan var olan şeyleri kanıtladı. Örneğin Kuantum dalgalanma, (Kuantum Çalkalanma, Quantum Fluctuation)…
“İnsan sezgisi ve onun klasik fizikte somutlaşan hali, şeylerin her zaman kesinlikle ya şöyle ya da böyle olduğu bir gerçeklik tahayyül ederken, kuantum mekaniği şeylerin bazen kısmen şöyle ve kısmen de böyle olmak arasında gidip geldiği bulanık bir gerçeklik betimler… Einstein’ın saçma kabul ettiği şeyler laboratuvar koşullarında gerçekten de olur” [4]
Bir şeyin aynı anda iki yerde var olabildiği kanıtlanmıştır. (Çift Yarık Deneyi) Yine Kuantum Dalgalanma sonucunda sanal parçacıkların madde-antimadde çiftleri hiç yoktan var olabilmektedir.
Bu mistik, ya da doğaüstü bir olgu değil, tersine bilimsel bir olgudur ve deneylerle kanıtlanmıştır. Dolayısıyla Evren hiçlikten doğmuş olabilir.
Bilimsel deney demek bir olguyu, durumu, olayı bilimsel verilerle karşı konulamaz, çürütülemez, aynı koşullarda aynı sonucu verecek şekilde gündeme getiren eylemdir. Yani bilimsel bir deneyin sonucuna karşı çıkılamaz. O, nesnel olarak ortadadır, bizim ona inanıp, inanmamamız hiçbir şey değiştirmez.
O zaman bilime mi inanacağız, yoksa kendi düşüncemizde ısrar mı edeceğiz? Ben felsefi anlamda materyalizme inanan bir insanım. Dolayısıyla bu tip düşüncelerin, mistik yorumlarını kabul etmem. Ama bilimsel olarak deneyle kanıtlanmış bir olguya inanırım. Bu olgunun, bilimsel bir sonuç olduğunu görürüm. Düşüncelerimi yeniden gözden geçiririm.
Öyleyse nesnel gerçeklik atom altı parçacıklara uygulanamaz, onların kendi gerçekliği vardır ve bu bizim mantığımızla ve nesnel gerçeklik anlayışımızla örtüşmez. Dolayısıyla atom altı düzeyde gerçeklik farklı bir gerçekliktir ve bu bizim bildiğimiz nesnel gerçekliğe uymaz. O dünyanın kendine özgü bir gerçekliği vardır. Çünkü örneğin ben şu anda şu anda buradayım, burada görünebilirim, burada seçilebilir, buradan olduğum noktadan sesleniyorum dünyaya, ama Kuantum fiziğine göre, parçacıklar birkaç yerde aynı anda olabiliyor. Bu benim için şu anda mümkün değil, ama gelecekte mümkün olabilir. Öyleyse benim nesnel gerçeklik anlayışım kuantum düzeyde farklı bir nesnel gerçekliği bürünecek belki gelecekte. Ben de aynı anda birkaç yerde bulunabileceğim teknolojik gelişmelerle birlikte. Sanal gerçeklik ile gerçekliğin sınırları giderek birbirine karışıyor. (Ayrıca Paralel Evrenler tezine göre de bu böyledir)
Bir yıldız patladığında yok olmuyor ya da öldüğümüzde bedenimiz hemen yok olmuyor, zaman içinde toza dönüşüp doğaya, toprağa karışıyor. Ama atom altı dünyada bu böyle değildir. Onun gerçekliği farklıdır ve bizim nesnel gerçeklik anlayışımıza uymuyor denilebilir.
“Einstein, Podolski ve Rosen aynı fikirde değildi. Gerçeklik, detektörlerin gösterdiğinden daha fazla bir şeydi; gerçeklik, verili bir anda yapılan tüm gözlemlerin toplamından daha fazla bir şeydi. Hiç kimse, hiçbir araç, hiçbir cihaz, hiçbir şey Ay’a “bakmasa da”, Ay’ın hâlâ orada olduğunu düşünüyorlardı. Ay o zaman da gerçekliğin bir parçasıydı.”[5]
“Şüphe değil, kesinliktir insanı deli eden…
Ama bunu duymak için derin olmalı, uçurum, feylosof olmalı…
Doğrudan korkarız hepimiz…”
Nietzsche*
Einstein’ın bu düşüncesi klasik nesnel gerçeklik anlayışına uygun, Ay’a bakmasa da, Ay’ın kendi bilincinden bağımsız olarak orada bulunduğunu içeren düşünce biçimidir bu. Ancak Kuantum mekaniğinde bu durum daha değişiktir. Kuantum mekaniği daha çok felsefedeki solipsist [6] bakış açısına uygundur. Yani Ay’a bakmazsanız, onun gerçekten orada olmadığı sorgulanabilir, -en azından sizin için orada olmadığı-  düşüncesi ileri sürülebilir bu anlayışa göre.
Yine nesnel gerçeklik açısından bakarsak, örneğin ismini İncil’den alan çok eski bir yıldız keşfedilmiştir. Hatta bilinen en eski yıldız budur: Matusalém. Bu yıldızın iki uydusu var; iki cüce yıldız bunlar ve sürekli yer değiştiriyorlar. Simdi bu gezegene baktığımızda her şeyin iki gölgesi olduğu düşünülüyor. Çünkü iki uydu var. Dolayısıyla dünyada her şeyin tek bir gölgesi var ve güneşin bulunduğu yere göre değişiyor. Ama burada farklı her şeyin iki gölgesi var. O zaman bu gezegenin nesnel gerçekliği de, dünyadan farklı olabilir. İşte burada içinde bulunulan koşullara göre değişken bir gerçeklik anlayışına ulaşıyoruz felsefi açıdan.
“Birkaç yıl önce İtalya, Monza’da belediye meclisi Japon balıklarının yuvarlak akvaryumlarda tutulmasını yasakladı. Yapılan açıklamaya göre balığı yuvarlak kenarlı bir akvaryumda tutmak zalimlikti, çünkü yuvarlak cam balığa bozulmuş bir gerçeklik görüntüsü sunuyordu. Peki, biz gerçekliğin doğru ve bozulmamış resmine bakıp bakmadığımızı nasıl bileceğiz? Biz de görüşümüzü bozan dev bir yuvarlak akvaryumun içinde olabilir miyiz? Japon balığının gerçeklik algısı bizimkinden farklıdır ama bizimkinin daha gerçek olduğundan emin miyiz?” [7]
Öyleyse gerçekliğe ve her şeye yeniden bilimsel olarak bakmak ve değerlendirme yapmak, dünyadan çıkıp üniversal bir bakış biçimine ulaşmamız gerekiyor. Burada bize rehberlik edecek olan şey ise özgür bilimin kendisidir.
Gerçeklik ve Hipergerçeklik
“Hakikati gizleyen şey simülakr değildir.
Çünkü hakikat, hakikat olmadığını söylemektedir. Simülakr hakikatin kendisidir.”
Jean Baudrillard
Baudrillard ise gerçeklik ve hakikate farklı yaklaşır. Çünkü gerçeklik ve hakikat birbirinden farklı kavramlardır felsefi olarak. Baudrillard’a göre, yeni çağın adı hipergerçeklik çağıdır.[8] Bu bir illüzyon da değildir, çünkü ortada gerçek diye bir şey kalmamıştır ona göre.[9] Öyleyse mutlak gerçeklikten söz etmek çok güçtür. Simülakr [10] bir dünyaya doğru mu gidiyoruz, yoksa zaten o dünyanın içinde miyiz çoktandır?
Baudrillard şöyle der:
“Böylelikle simülasyonun ürettiği hipergerçek gerçeğin her yerde şaşırtıcı biçimde ona benzemesine neden olmaktadır.”[11]
Aslında sanal ile gerçekliğin arasındaki iz giderek belirsizleşiyor. Yakın zamanda beynimizle direkt olarak internete bağlanıp, artık konuşmaya gerek kalmadan telepati yoluyla anlaştığımızda, bu sınırlar daha belirginsizleşecek. Bu anlamda Baudrillard’ın hipergerçekliğin gerçeğini yerini aldığı bir dönem yaşanabilir. Gerçeklik artık direkt olarak beyinlerimize işlenebilir iktidar odaklarınca. Yani gerçeklik sandığımız şey aslında nesnel gerçeklik olmayabilir, daha doğrusu nesnel gerçeklik ortadan kalkabilir böyle bir durumda. Çünkü tamamen sanal bir ortamda yaşamaya başladığımızda ve sanal ağın bir parçası olduğumuzda, artık gerçeklik diye bunu tanıyabiliriz. Yani bu anlamda Jean Baudrillard’ın “hipergerçeklik” dediği olgudur bu.
“Gerçek ya da hakikatin özgü perspektifle bir ilişkimizin kalmadığını gösteren bu farklı bir uzama geçiş olayı ile birlikte tüm gönderen sistemlerinin tasfiye edildiği bir simülasyon çağına girilmiştir. Gerçeğin tüm göstergelerine sahip gerçeğin tüm aşamalarını kısa devre yaptıran kusursuz programlanabilen göstergeleri kanserli hücreler gibi çoğaltarak dört bir yana savuran bir makine. Gerçek bir daha asla geri gelmeyecektir.”[12]
Bazı bilim insanları yakın gelecekte, düşünce gücüyle cisimleri hareket ettirebileceğimizi söylüyorlar, bunu yaptığımızda nesnel gerçeklik anlayışımız da tümden değişecek. Görünmezliğe de bilimsel olarak erişebiliriz. Görünmez olmayı başardığımızda, yine nesnel gerçeklik tepetaklak olacak ve başka bir gerçekliğe ulaşmış olacağız. Ya da bir duvar ya da kapı -yani katı cisimlerden- doğrudan geçmeyi başardığımızda yine gerçeklik değişmiş olacak. Gerçeklik ve hipergerçeklik arasındaki ilişkiye bu dizideki diğer yazılarımda da değineceğim. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Gerçeklik statik ve değişmez değildir, o değişkendir, içinde bulunduğu ortama, koşullara ve an’a göre değişebilir. Tıpkı Kuantum mekaniğinde deneylerle kanıtlandığı gibi. Öyle bir dünyaya ve sanal gerçekliğe ilerliyoruz ki, artık herkesin kendine özgü bir sanal gerçekliği olması şaşırtıcı olmayacaktır.
Belki de bu Baudrillard’ın söz ettiği hipergerçekliktir. Kim bilir?

Erol Anar
Kasım 2018

Not: Bu Yazı 11 yazılık bir dizinin bir bölümüdür. Bu dizinin hazırlanmasında aşağıdaki kaynaklar kullanılmıştır:

Dipnotlar
*Nietzsche: Ecce Homo, YKY Yayınları, Çeviren: Can Alkor, Ocak 2000, Istanbul, sayfa 15.
[1] Big Bang Nat Geo Uzay Belgeselleri.
[2] Stephen Hawking ve Her şeyin Teorisi, You Tube.
[3] Stephen Hawking ve Her şeyin Teorisi.
[4] Brian Greene: Evrenin Dokusu: Uzay Zaman ve Gerçekliğin Dokusu, Tübitak Yayınları,  Birinci Baskı: 2010-12-01, Ankara, sayfa 10-12.
[5] Brian Greene, age, sayfa 104.
[6] Solipsizm: “Ben” felsefesi olarak bilinen, varlığı ben’in tasarımları olarak dile getiren felsefi görüş.
[7] Stephen Hawking: Büyük Tasarım, sayfa. 37.
[8] Jean Baudrillard: Simülakrlar ve Simülasyon, Çeviri: Oğuz Adanır Doğu Batı Yayınları, 6. Basım: Ekim 2011, Ankara, s. 171.
[9] Age, sayfa 39.
[10] Simülakr bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünüm.
[11] Age, s. 44.
[12] Age, sayfa 15.

Kaynakça:
Kitaplar:
Brian Greene: Evrenin Dokusu: Uzay Zaman ve Gerçekliğin Dokusu, Tübitak Yayınları,  Birinci Baskı: 2010-12-01, Ankara.
Nietzsche: Ecce Homo, YKY Yayınları, Çeviren: Can Alkor, Ocak 2000, Istanbul.
Yuval Noah Hararı: Homo Deus Yarının Kısa Bir Tarihi, Kolektif kitap, 1. Baskı, İstanbul, sayfa 429.
Carl Sagan: “Kozmos”, YKY Yayınları, 3. Başım Ekim 1998, İstanbul.
Stephen Hawking: Ceviz Kabuğundaki Evren, Alfa Yayıncılık, 2002, İstanbul.
Stephen Hawking: Büyük Tasarım, Doğan Kitap, 7. baskı / Nisan 2012, İstanbul,
Stephen Hawking: Zamanın Daha Kısa Tarihi, Doğan Kİtap, 1. Baskı: Ekim 2006, İstanbul.
Michio Kaku: “Geleceğin Fiziği”, Çevirmen: Hüseyin Oymak, Yasemin Saraç Oymak,Odtü – Popüler Bilim Dizisi, 2016, Ankara

Bilgi Bilinç ve Yapay Zekâ.
Jean-Paul Sartre: Varlık ve Hiçlik, İthaki Yayınları, 4. Baskı, Kasım 2011, İstanbul.
Richard Feynman: Fizik Yasaları Üzerine, Tübitak Yayınları, 2000, Ankara.
Bertrand Russell: “Felsefe Sorunları”, Kabalcı Yayınevi, Üçüncü Basım: Kabalcı Yayınevi, 1994.
Jean Baudrillard: Tam Ekran, YKY Yayınları, Çeviren Bahadır Gülmez 2. Baskı:İstanbul, Mart 2002.
Jean Baudrillard: Simülakrlar ve Simülasyon, Çeviri: Oğuz Adanır Doğu Batı Yayınları, 6. Başım: Ekim 2011 Ankara.
Michel Foucault: “Kelimeler ve Şeyler”, Bölüm: Vİ, İmge Kitabevi Yayınları, 2, Baskı: Ekim 2001,
Martin Heidegger: Varlık ve Zaman, Agora Kitaplığı, İkinci Baskı Nisan 2011.
Martin Heidegger: Zaman ve Varlık, A Yayınevi, Şubat 2001, Ankara.

Belgesel Filmler:
“O Futuro da Vida em Um Milhão de Anos”, Portugues, You Tube.
The World’s Future in 2100 – An Amazing Future for Humans, You Tube.
O futuro da humanidade, Yuaval Noah Harari, You Tube.
Robô diz que quer destruir Humanos.
Michio Kaku: The Future of Humanity, You Tube.
Two robots debate the Future of humanity
Viagem no tempo,
Michio Kaku Sicim teorisini Açıklıyor videosu, You Tube.
Venüs Gezegeni Türkçe belgesel.
Samanyolu Galaksisi, YouTube.
Gelecekte insan ve teknoloji National Geographic belgeseli.
Nat Geo, Geleceğe Doğru Akıl Karmaşası ve Belgesel Kuşağı.  You Tube.
Comparação do tamanho das Estrelas 2
Big Bang Nat Geo Uzay Belgeselleri.
Zarif Evren Sicim Teorisi Belgeseli, 19 de fev de 2018.
Stephen Hawking ve her şeyin teorisi,
Zamanda yolculuk yapabilir miyiz Stephen Hawking ile National Geographic
Gelecekte insan olacak mı?, Yuval Harari, You Tube.
Paralel evrende yaşamak uzay belgeseli.
11 boyut ve Paralel Evrenler evrenin boyutları, You Tube.
Paralel Evrenler ve Rüyalar, Diğer Dünyalar Dejavu Popüler Bilim TV belgeseli.

Makaleler ve Haberler:
Hawking, Öldükten Sonra Tanrı ve Süperinsanlar Hakkındaki Nihai Tahminlerini Yayınladı, Peki Uzmanlar Ne Dusunuyor?, popsci.com.tr
Endüstri 4.0’a karşı Toplum 5.0’i gelecekte neler bekliyor?, Ilgin Yorulmaz, 20 Ekim 2018, https://www.bbc.com/turkce
Bilime Göre Varlık Nedir? http://www.felsefe.gen.tr
Vernor Vinge tarafından yazılan, “Yaklaşan Teknolojik Tekillik: Post-İnsan Döneminde Nasıl Hayatta Kalınır” başlıklı makale.
Yapay Zekâ Turing Testini Geçti, 9 Haz 2014 Güncelleme 06:44 TSİ, http://www.aljazeera.com.tr/
By John Wenz: Our first contact with aliens might be with their robots,  June 28, 2018, https://www.popsci.com
By Clay Dillow: How scientists will use artificial intelligence to find aliens, November 21, 2016, https://www.popsci.com
Humanity’s days are numbered and AI will cause mass extinction, warns Stephen Hawking, by Sean Martin, Nov 3, 2017, https://www.express.co.uk
“Two robots debate the future of humanity”, Sophia, an A.I. robot on The Tonight Show, You Tube.
The First ‘Robot Citizen’ in the World Once Said She Wants to ‘Destroy Humans’, By Chris Weller, Published on Oct 26,  2017, www.inc.com
Kardashev Ölçeğinin Kısa Bir Açıklaması: İnsanlık Gerçekten Ne Kadar Gelişebilir? – Fizikist
İnsan bedeni gelecekte nasıl bir evrim geçirecek? – Popular Science
https://popsci.com.tr/hawking-oldukten-sonra-tanri-ve-superinsanlar-hakkindaki-nihai-tahminlerini-yayinladi-peki-uzmanlar-ne-dusunuyor/
Sahte Videolar Üreten Bir Yapay Zekâ, Bildiğimiz ‘Gerçekliğin’ Sonunu Getirebilir – Popular Science
https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-45899776
Stephen Hawking’den yeni makale: Sıradan insanların sonu gelecek | Gazete insan, 18 Ekim 2018.
‘Tanrı parçacığı’ buluşu doğrulandı, bbc.com
tr.wikipedia.org
Kardashev Ölçeğinin Kısa Bir Açıklaması: İnsanlık Gerçekten Ne Kadar Gelişebilir? – Fizikist
Fas’ta Bilinen En Eski Homo Sapiens Kalıntıları Bulundu, Yazar: Erman Ertuğrul Tarih: 8 Haziran 2017,  http://arkeofili.com
Buyuk Çokus, vikipedi.
Adam Becker, Dergi- Evrenin sonuna dair dört teori, 16 Haziran 2015, https://www.bbc.com/turkce
Dijital diktadan korkun, Ece Piroğlu, 01 Kasım 2018 Perşembe, Cumhuriyet gazetesi, http://www.cumhuriyet.com.tr
Gates: İnsanlık yapay zekâdan kaygı duymalı, 30 Ocak 2015, https://www.bbc.com.
Robotlar, robot üretecek!, 30 Ekim 2018, www.gercekgundem.com


Kudreti sonsuz
Kuvveti sınırsız Tanrım
Büyüksün,Ulusun,Yücesin...

Ol deyinceye olduranın
Şol gökleri kaldıranın
Donattıkça dolduranın
Doksan dokuz (alemlerce sonsuz) adı ile...
(Niyâzi Yıldırım Gençosmanoğlu)

BÜYÜK PATLAMA (BİG-BANG):
Hem atomların hem de galaksilerin kökenine mantıklı bir açıklama getiren Büyük Patlama, her şeyin nihai kuramı.
Büyük Patlama kuramı basit bir önermeden yola çıkıyor: Eğer evren genişliyor ve soğuyorsa (Edwin Hubble ve arkadaşları tarafından 20. yüzyıl başında kanıtlandı.) bir zamanlar küçük ve çok sıcak olmuş olmalıydı. Buradan sonrasıysa basit olmaktan çıkıp müthiş bir karmaşıklığa gidiyor.
Büyük Patlama kuramı insan düşüncesinin tarihinde şimdiye dek çok büyük (astrofizik) ve çok küçük (kuantum fiziği) şeylere ilişkin öğrendiğimiz her şeyin toplamından başka bir şey değil. Kozmologlar, yani evrenin kökenini ve evrimini araştıran bilim insanları bundan 13,7 milyar yıl önce boşluktan bir baloncuğun oluştuğu kuramını savunuyor.

Tek bir protondan çok daha küçük olan bu baloncuk şu anki evrenimizde var olan tüm maddeyi ve radyasyonu içeriyordu. Gizemli bir harici kuvvetin etkisiyle baloncuk bir anda 1.027 mertebedeki(101027 kat) genişledi (Patlamadı!) ve böylece bildiğimiz haliyle yıldızların, galaksilerin ve yaşamın ortaya çıktığı bir kozmik domino etkisini tetikledi.

Planck Dönemi
Planck dönemi evrenin mutlak başlangıcıyla 10 üzeri -43 saniye (Sayıyorsanız bir yoktosaniyenin 10 trilyonda biri.) arasındaki akıl almaz derecede kısa süreyi anlatıyor. Bir anın bu küçücük kısmında evren sonsuz bir yoğunluktan “Planck yoğunluğu” denilen (1093 g/cm3) ve 100 milyar galaksinin bir atomun çekirdeğine sıkıştırılmış hali olan yoğunluğa geçti.
Planck yoğunluğunun ötesinde Genel Görelilik kuralları geçerli olmadığından zamanın başlangıcı hala bizler için büyük bir gizem.

Parçacık Çorbası
Isıyı yeterince yükseltirseniz her şey erir. Evren 10 üzeri eksi 32 saniye yaşındayken 1.000 trilyon kere trilyon derece sıcaklıktaydı. Bu akıl almaz sıcaklıkta maddenin en küçük yapıtaşları olan kuarklar, antikuarklar,leptonlar ve leptonlar adına kuark-gluon plazması denen parçacık çorbasında serbestçe yüzüyordu. Gluon, baskın kuvveti taşıyan görünmez “yapıştırıcı” ve kuarkları protonlarla nötronlara bağlıyor.

Işık Olsun
Erken evrenin ilkel çorbası, parçacık ve anti parçacık çiftlerinden oluşuyordu (çoğunlukla kuarklar, antikuarklar, leptonlar ve anti leptonlar). Bu ultra sıcak, aşırı yüklü ortamı ilk süper parçacık çarpıştırıcı olarak düşünebilirsiniz. Parçacıklar ve anti parçacıklar “yok oluş” denilen süreçte çarpışarak foton huzmeleri (ışık radyasyonu) oluşturdu.

Daha çok parçacık çarpıştıkça daha fazla ışık üretildi. Bu fotonlardan bazılar parçacığa dönüştü ama evren nihayet atomların kararlı hal alabileceği kadar soğuyunca boştaki fotonlar serbest kaldı. Bunun net etkisi, gözlemlenebilir evrenin maddenin bir milyar katı ışık içermesi.

X Bozonları
Zamanın başlangıcından 10 üzeri eksi 39 saniye sonra tuhaf bir şey oldu. Evren, X bozonu denen ve protonlardan 1.015 kat daha büyük kütleli, devasa parçacıklar üretti. X bozonları ne maddeydi ne de antimadde. Sadece Büyük Birleşik Kuvvet’i; yani bugün mevcut olan elektromanyetik, zayıf ve baskın kuvvetlerin bir bileşimini taşıyorlardı.
Büyük Birleşik Kuvvet evrenin erken dönemdeki gelişiminin itici gücüydü ama hızlı soğuma nedeniyle X bozonları bozunarak protonlara ve anti protonlara dönüştü. Net olmayan sebeplerden ötürü her bir milyar anti proton için bir milyon bir proton oluştu ve bu da küçük ama net bir madde kazancı sağladı. Zamanın çok küçük bir anında gerçekleşen bu dengesizlik, evrenimizde maddenin ağırlıkta olmasının nedeni.

Maddenin Kökenleri
Evrendeki her şey, galaksiler, yıldızlar, gezegenler, hatta parmağınız bile maddeden oluşur. Başlangıçta (kabaca 13,7 milyar yıl önce) madde ve radyasyon süper ısınmış, süper yoğun bir sisin içinde birbirine bağlıydı. Evren soğuyup genişledikçe ilk element parçacıkları ortaya çıktı: kuarklar ve antikuarklar.
Soğuma devam ettikçe baskın güç ayrıştı, kuark öbeklerini bir araya toplayarak protona ve nötrona dönüştürdü, ilk atom çekirdeğini ortaya çıkardı.
Yarım milyon yıl sonra koşullar çekirdeklerin serbest elektronları kendine çekerek ilk kararlı atomları oluşturabileceği kadar soğumuştu. Madde dağılımındaki küçük dalgalanmalar kümelerin ve bulutların yüz milyonlarca yıl boyunca katılaşarak, bugün keşfettiğimiz yıldızlara ve galaksilere dönüşmesini sağladı.

Karanlık Kuvvet
Peki, evren neden oluşuyor? Aslında evrende göze çarpandan daha fazlası var. Kozmologlar, kozmosun görülür veya “parlak” kısmının (yıldızlar, galaksiler, kuasarlar ve gezegenler) evrenin toplam kütlesinin ve bileşiminin sadece küçük bir yüzdesini oluşturduğunu keşfettiler.
Kozmik mikrodalga ışımasının süper hassas ölçümleri sayesinde bilim insanlar , evrenin yalnızca %4,6’sının atomlardan (baryonik madde) oluştuğunu , %24’unun karanlık madde olduğunu (Görünmez ve saptanamaz ama baryonik maddeye etkiyen kütleçekimi var.) ve % 72’sinin kütleçekimin ters yönünde işleyen tuhaf bir madde biçimi olan karanlık enerjiden meydana geldiğini buldular.
Birçok kozmoloğa göre karanlık enerji, aslında kendi kütleçekim kuvveti yüzünden küçülmesi gereken evrenin hızlanarak genişlemesinden sorumlu.

Tanrı Parçacığı
“Bir şey protonlardan, nötronlardan ve elektronlardan oluşuyorsa kütlesi vardır.” diye düşünmeye şartlanmışız; ancak kozmologlar şimdi bize hiçbir parçacığın sırf var olduğu için kütle sahibi olamayacağını söylüyor. Onun yerine parçacıklar, bir Higgs alanından (adını ingiliz fizikçi Peter Higgs’ten alan bir kuramsal kuantum alanından) geçerken kütle kazanıyor.
Higgs alanını bir kase bal, kuantum parçacıklarını ipe dizili inciler olarak düşünebilirsiniz. İncileri balın içinde sürükledikçe kütleleri artacaktır. Her kuantum alanının bir temel parçacığı var ve Higgs alanıyla ilişkili parçacık da Higgs bozonu. CERN‘deki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nın hedeflerinden biri, saptaması güç Higgs bozonunun varlığını kanıtlamak.
Bilim insanları evrenin genişlemesini nasıl hesaplıyor?
Amerikalı gökbilimci Edwin Hubble, 1929’da gerçekten çığır açan bir keşfe imza attı: Evren genişliyordu. Uzak galaksilerin ışığını gözlemleyen Hubble, bunların dalga boylarının genişlediğini (ışık, tayfın kırmızı ucuna kaydığı için buna kızıla kayma deniyor) ve galaksiler bizden ne kadar uzaksa ışıklarının kırmızıya doğru o kadar kaydığını öğrendi. Bu gözlem ancak evren genişliyorsa anlamlıydı.
Bir galaksinin kırmızıya ne kadar kaydığı, hareket hızını gösteriyor. Hubble bir galaksinin uzaklığının ve hızının, dolayısıyla da evrenin genişleme hızının doğrudan sabit bir değere bağlı olduğunu ortaya çıkardı. Bu değer, Hubble sabiti olarak biliniyor.
1929’da sabitin değeri megaparsek başına saniyede 500 km idi (bir megaparsek yaklaşık 3,26 milyon ışık yılı) ama bu rakama kısıtlı verilerle ulaşılmıştı. Gökbilimciler daha sonra Hubble’ın yaklaşık on kat yanıldığını keşfettiler ve yıllar içinde gelişen veriler ve teknikler sayesinde Hubble sabitinin değerini hassaslaştırabildiler.
2016’da bilim insanları şu ana kadarki en hassas tahmini yaptılar: Megaparsek başına saniyede 73,2 kilometre. Bu daha hassas veri, evrenin önceki tahminlere kıyasla % 5-9 daha hızlı genişlemekte olduğunu ortaya çıkardı.
Hubble Sabitinin Bulunuşu
1. Hubble Gözlemleri: Hubble teleskopu, gezegenimizdeki Sefe Değişken yıldızlarını altı ay aralıklarla gözlemliyor.
2. Paralaks: Bu yıldızların iki ölçümündeki görünür konumlarına bakarak gökbilimciler geometri hesabı yapıyor ve Güneş’ten uzaklıklarını hesaplıyor.
3. Parlaklık Konfigürasyonu: Yıldızların uzaklığı bilindikten sonra gerçek parlaklıklarını hesaplamak mümkün. Bu bilgi, daha uzak Sefe Değişkenlerinin uzaklığını hesaplarken kullanılabilir.
4. Civardaki Galaksiler: Gökbilimciler hem Sefe Değişkenleri’ni hem de la tipi süpernovaları barındıran galaksileri arıyorlar . İkisinin parlaklığını karşılaştıran gökbilimciler, patlamanın gerçek parlaklığını hesaplayabiliyor.
5. Galaktik Ölçümler: Süpernovanın gerçek parlaklığını bilmek, gökbilimcilerin onların uzaklığını hesaplamasına yardımcı oluyor. la türü patlamalar daima benzer miktarda ışık saçıyor.
6. Uzak Galaksiler: Süpernovalar çok uzaktan görülebilecek kadar parlak, o yüzden gökbilimciler la tipi süpernovaların gerçek ve görünür parlaklıkların karşılaştırarak uzaklıklarını saptıyor.
7. Kırmızıya Kayma: Uzak galaksilerden gelen ışığın dalga boyu, evrenin genişlemesi yüzünden uzuyor.

Sefe Değişkenleri Nedir?
Sefe değişkenleri çok parlak ve çok büyük bir grup yıldıza verilen ad. Bu yıldızların büyük kısmı, ömürlerinin sonuna doğru kırmızı dev aşamasındayken Sefe değişkeni oluyor, genleşip büzüldükçe nabız gibi atıyor ve düzgün aralıklarla bir parlayıp bir sönüyorlar.
Bir Sefe yıldızının sönme ve parlama periyodu 1 ila 100 gün arasında değişiyor ve daima gerçek parlaklığıyla ilgili oluyor. Yıldızın gerçek parlaklığıyla görünürdeki parlaklığının (yani Dünya’dan görülen parlaklığının) karşılaştırılması, gökbilimcilerin yıldızın uzaklığını anlamasını sağlıyor.
Sefe değişkenleri, Amerikalı gökbilimci Henrietta Leavitt’in 1912’de periyot ile parlaklık arasındaki ilişkiyi keşfetmesinden bu yana çok yararlı ölçüm araçları.

Kaynak: How It Works

***

"Bizler yavaşlamış ses ve ışık dalgalarıyız, kozmosa ayarlanmış yürüyen frekanslar demetiyiz. Bizler kutsal biyokimyasal giysiler giymiş ruhlarız ve bedenlerimiz ruhlarımızın müziğini çaldığı enstrümanlardır."

Albert Einstein
***
Sesteki ahenk...
Tanrı'nın eşsiz sanatı:

"Evrenin gizemini anlamak istiyorsanız, enerji, frekans ve titreşim cinsinden düşünün."Nikola Tesla 

Balina ve Yunusların çağrıları ile ortaya çıkan cymaglypler yani bir karakterin bir parçasını yahut tümünü simgeleyen akustik grafik ünite.
***

YILDIZLAR VE İNSANLAR:

Alem büyük insandır; insan küçük alemdir.”Farabi
" Yaşam yıldızların oluşumuyla başlar ...
Vücudunuzda ki bütün elementler bir yıldızın kalbinde zamanla meydana geldi.."
(Evren Bir Biyografi, John Gribbin)

"Vücudunuzdaki her bir atom patlamış olan yıldızlardan geldi. Ve muhtemelen sol elinizdeki atomların geldiği yıldız sağ elinizdekilerin geldiği yıldızdan farklı. Bu gerçekten fizik hakkında bildiğim en şiirsel şey: Hepiniz yıldız tozusunuz"
(Lawrence Krauss)

İnsan Vücudunda Bulunan Elementler:
1.Oksijen (65%)
2. Karbon (18%)
3. Hidrojen (10%)
4. Nitrojen (3%)
5. Kalsiyum (1.5%)
6. Fosfor (1.0%)
7. Potasyum (0.35%)
8. Kükürt (0.25%)
9. Sodyum (0.15%)
10. Magnezyum (0.05%)
11. BakırVirÇinkoVirSelenyumVirMolibdenyumVirFlorVirKlorVirİyotVirManganVirKobaltVirDemir (0.70%)
12. LityumVirStrontyumVir AliminyumVir SilikonVirKurşunVirVanadyumVirArsenikVirBrom 
İnsan Vücudunda Bulunan Elementlerin İşleri
O2 - Oksijen (43 kilogram)

Vücudun yaklaşık yüzde 60′lık bölümü oksijenden oluşuyor. Su halinde bulunduğundan vücut ağırlığının yüzde 89′undan sorumlu. İnsan beyni işlevlerini sürdürebilmek için oksijene muhtaç. Beyin hücreleri, oksijen gitmediği taktirde bir dakika içinde ölmeye başlıyor. Yüksek miktarlarda alınan oksijen de eksikliği kadar tehlikeli. Dalgıçların 10 metrenin altında saf oksijeni solumamaları gerekli. Çünkü ciğerlerinde büyük hasara yol açıyor. Bu durum yüzünden boğulan pek çok dalgıç var. Bu nedenle, yükseltilmiş oksijen bileşimi “nitrox” kullanmaları tavsiye ediliyor.

As - Arsenik (7 miligram)

Pisibalığı, istiridye, midye ve karides gibi deniz ürünlerinden çok miktarda yendiğinde, fazlasıyla arsenik alınmış oluyor. Ancak, insanı zehirlemek için yeterli değil. Arsenik uyarıcı görevi üstleniyor ve kurnaz at yarışçıları, bunu doping amacıyla kullanıyorlar. Bir atın idrarında arsenik bulunması, uluslararası kurallar çerçevesinde doping sayılıyor.

19. yüzyılda Avusturyalı köylüler, arsenik için öldürücü doz kabul edilen miktarın iki katını, haftada 2 ya da 3 kez tüketiyorlardı. Bu sayede yüksek tepelerde daha hızlı yürüyorlardı. Arsenik, Charles Dickens da dahil pek çok kişinin afrodizyak amaçlı kullandığı bir element. Günümüzde, Çinli hekimler, hastalarını arsenikle tedavi ediyorlar. ABD’de de, Trisenox adı verilen arsenik hapı, kan kanseri tedavisinde kullanılıyor. Çünkü normal kan hücrelerinin üretimini hızlandırıyor.

Br - Brom (260 miligram)

Brom, bir anti-Viagra hapı gibi değerlendirilebilir. Negatif şekli Bromür (Br-) cinsel güdüleri durduruyor. Bu nedenle, Kraliçe Victoria döneminde cinsel ilişki günah kabul edildiğinden, doktorlar tarafından çok sık reçeteye yazılıyordu. Bromür, psikiyatrik hastalıkların her türünde ve sakinleştirici olarak kullanıldı. Günümüzde toksik madde sayıldığından tercih edilmiyor. Bromürden uzak durmak istiyorsanız, marulla kerevizi azaltın ve bol meyve yiyin. Çünkü meyvede neredeyse hiç bulunmuyor.

Co - Kobalt  (2 miligram)

Sinir sistemini düzenleyen ve B12 vitamininin bir parçası olan kobalta vücudun ihtiyacı var. Hayvan B12 vitaminini üretebiliyor; ancak, insan bunu gerçekleştiremiyor. İnsan, bu vitamini sardalye, somon ve yumurtadan sağlıyor ya da bağırsaklarda yaşayan bakterilerden alıyor. Vücudun günde 1,5 mikrogram kobalta ihtiyacı var; ama bunun B12 vitamini şeklinde olması gerekli. C kategorisindeki en önemli element karbon… Biyolojik moleküllerin her parçasında var olan karbonun vücuttaki miktarı 16 kg. Yine kalsiyum (1,2 kg.), bakır (70 miligram), krom (2 miligram) ve klor (95 gram), elementler tablosunda C harfi ile başlayan simgelerin en yaşamsal olanları.

DNA’mızdaki karbon, dişlerimizdeki kalsiyum, kanımızdaki demir, içtiğimiz sudaki oksijen kendi içine çökmüş bir yıldızda yapılmıştır.
Bu da bizi yıldız tozu yapar.” – Carl Sagan
Dünyadan, çıplak gözle, yaklaşık 6 bin yıldız görülebilir; ama evrendeki her bir galakside, her boyuttan, 100 milyar ila 1 trilyon yıldız bulunur. Yıldızlardaki hidrojen atomlarının çekirdekleri çarpışıp kaynaşarak (termonükleer tepkimeler) sonucu önce helyuma, süreç ilerledikçe de giderek daha ağır elementlerin çekirdeklerine dönüşürler. Enerjisi biten büyük yıldızlar, süpernova denen şiddetli patlamalar ile ömürlerini tamamlarlar ve bu patlama ile yıldızları oluşturan maddelerin bir kısmı uzaya toz olarak saçılır. Sonraki kuşak yıldızlarlar ve onların çevresinde dolanan gezegenler (ki bizim dünyamız da buna dâhildir) süpernovaların ağır elementlerce zenginleşmiş küllerinden doğarlar. Koruyucu uzay tozunun oluşturduğu devasa bir rahmin içinde yaratılmış olan Güneş’imiz ise orta büyüklükte bir yıldızdır. Ölen her yıldız, galaksimize toz yağdırmaya devam etmektedir ve uzay tozlarının yağışı altında kalan dünyamız her gün biraz daha şişmanlamaktadır*. Dolayısıyla cismanî varlığımızın da kökeni, Güneş ve Dünya’mız gibi, kozmik tozdur ve ünlü gökbilimci Carl Sagan “Hepimiz yıldız tozuyuz!” diyerek bu gerçeğin altını çizmek istemiştir.

150 bin yıldız analiz edildi: İnsan vücudunun yüzde 97’si yıldız tozundan oluşuyor
Yeni araştırmalar, bilimin popülerleşmesine büyük katkı sağlayan Carl Sagan'ın söylediğini teyit ediyor: İnsanlar gerçekten "yıldız elementlerinden" oluşuyor - ve artık insanoğlunun elinde bunu ispat edecek haritalar var.
IBTimes’da ve Gizmodo’da yer alan habere göre, New Mexico’daki Sloan Sayısal Gökyüzü Araştırması(SDSS) bölümünde çalışan bir grup astronom, Samanyolu Galaksisi boyunca yaklaşık 150 bin yıldızın bileşimini analiz etmek için APOGEE(Apache Point Observotary Galaktik Evrim Deneyi) spektografını kullandı. Ekip, yıldızların her birinde karbon, hidrojen, azot, oksijen, fosfor ve sülfür olmak üzere “CHNOPS” elementleri miktarını kataloglamış ve galaksideki bu yaşam yapı taşlarının prevalansını(yayılma durumunu) çizmişti.

Araştırmacılar, spektroskopiyi, -madde ve elektromanyetik radyasyon arasındaki etkileşimin ölçülmesi- her bir elementin varlığını hesaplamak için kullandılar ve bir yıldızın içinden geçen her bir element tarafından yayılan kendine has bir ışık dalga boyu bulundu. Oluşturulan kompozisyonu saptamak için yıldızların ışık yelpazesinde parlak ve karanlık yamalar hesaplandı.
APOGEE, Samanyolu Galaksimizdek tozları, kızılötesi dalga boylarını kullanarak görebilir. Bu sayede çok geniş bir dalga boyu aralığını daha ayrıntılı olarak gözlemleyebilir.
SDSS basın bülteninde yer alan açıklamada “Bu alet, elektromanyetik spektrumun yakın-kızılötesi kısmında ışığı toplar ve bir prizmada olduğu gibi, yıldızların atmosferlerinde farklı elementlerin işaretlerini ortaya çıkartmak için onu dağıtır. APOGEE tarafından araştırılan yaklaşık 200.000 yıldızın bir kısmı, potansiyel olarak dünya benzeri gezegenleri bulmak üzere tasarlanan NASA Kepler misyonunun hedeflediği yıldız örnekleri ile örtüşüyor. Günümüzde sunulan araştırma, kayalık gezegen barındırılmasına dair kanıtlar sunan ve APOGEE tarafından araştırılmış 90 Kepler yıldızına odaklanmaktadır” diyor.
Araştırmacılar, Samanyolu Galaksisi merkezinin CHNOPS elementlerinin en bol olduğu bölge olduğunu keşfetti. Ancak, belki de araştırmayı daha da ilginç kılan unsur, birçok yıldızın arasında dağılmış halde bulunan bu çok önemli elementlerin aynı zamanda vücudumuz kütlesinin %97’sini oluşturmasıdır.
Başka bir deyişle, tam anlamıyla hepimiz “yıldızların çocuklarıyız!”
Araştırmanın kendimiz hakkında daha fazla bilgi edinmemize yardımcı olmasına ek olarak, bu yeni harita bizi, Dünya’nın ötesinde gerçekleşen geçmiş ve gelecekteki yaşama doğru yönlendirebilir.
Ohio State Üniversitesi’nden Jennifer Johnson “İnsan vücudunda bulunan yüzlerce binlerce yıldız arasında bulunan tüm önemli elementleri şimdi Samanyolu haritasın altına almamız inanılmaz bir insan hikayesi oluşturuyor. Bu bize, galaksimizdeki gerekli elementlere sahip yaşamın nerede ve ne zaman bir tür “geçici Galaktik yaşanabilir bölge” evrimi sağlayabileceğine dair yer kısıtlaması yapmamıza izin veriyor.” diyor.


"Herşeyin teorisi" aslında (Tanrısal Öz Bilinçli tasarım) OLUŞ teorisidir. Atom altı parçacıklardan,hücrelere, yıldızlardan, galaksilere değin her şeyde bilincin mevcut olduğu ve birbiri ile iletişim kurduğu günümüzde bilim tarafından ispatlandı...
Proto-Türkler buna yoktan var edilme "Tenri" demekteydi. Herşeyi yoktan var eden yaratıcıya bu sebeple Türkler "Tengri (Allah)" demişlerdir.

*Fatih Mehmet Yiğit

Her Şeyin Teorisi:
(Vural Arı-Fizikist)
Einstein, yaşamının büyük bir kısmını onu bulmak için harcadı fakat başaramadı. 30 yıl önce Stephen Hawking, 2000 yılına gelindiğinde büyük ihtimalle keşfedilmiş olacağı tahmininde bulundu fakat tahminler tutmadı. Adına nice kitaplar yazılan, uğruna kariyerler adanan, hatta filme bile isim olan fizik biliminin en büyük bilmecesinden, Her Şeyin Teorisi’nden söz ediyoruz. Böyle bir teori gerçekten var olabilir mi? Yıldızlardan atomlara kadar evrende meydana gelen her olayı tek başına izah edebilecek bir model oluşturulabilir mi? Bu temel soru düşünen zihinleri meşgul etmeye devam ediyor. 


Eski çağlarda doğa olaylarının onları kontrol eden tanrılar tarafından yönetildiğine inanılırdı. Antik Yunan dönemine gelindiğinde doğa filozofları, farklı olayları farklı tanrıların bilinmez inisiyatifleri ile açıklamak yerine doğadaki işleyişin bilinir ve anlaşılır olan ortak ilkelere göre gerçekleştiği düşüncesini ortaya attı. Bu düşünceye göre farklı doğa olayları onları belirleyen aynı ilkeler bütününe göre gerçekleşmektedir. Daha da ileri gidebilir ve bu ilkelerin de ortak bir çıkış noktası ile ilişkilendirebilir olduğunu ve bu sayede gözlenebilen bütün doğa olaylarını izah eden nihai bir ilkeler bütününe ulaşabileceğimizi iddia edebiliriz. “Her şeyin teorisi” diye adlandırılan bu kavramın ardında benzer bir düşünce yatmaktadır. O halde nihai bir teoriye erişmenin yolu farklı teorileri aynı çatı altında birleştirmekten geçer diyebiliriz.

Evreni yöneten kuralların ve kuvvetlerin birleştirilebilir olduğuna dair ilk ipuçları çok eskilere gider. Örneğin yağmurun yağması, rüzgârın esmesi ve bunun gibi doğada gözlediğimiz nice çeşitlilikte hareketin ve oluşun aslında ortak bir etkileşime, atomların hareketine ve dolayısıyla da bu hareketi yöneten ilkelere indirgenebilir olduğunu söyleyen Demokritus’un bu iddiası yaşadığı dönemin çok ötesinde radikal bir düşünceydi. Bir diğer ilginç örnek, gökyüzünü ve yeryüzünü iki farklı âlem olarak gören ve dolayısıyla gökte ve yerde gözlenen fenomenlerin farklı kurallar ile izah edilmesi gerektiğini öne süren eski düşüncelerin, Newton’un kütle çekim ilkesi sayesinde yerini birleşik bir teoriye bırakmasıdır. Gezegenlerin ve yıldızların hareketini yöneten kuvvet ile yere düşen nesnelerin hareketini yöneten kuvvetin aynı kütle çekim kuvveti olduğunu göstermek suretiyle Newton, göğün ve yerin kurallarını tek çatı altında birleştirmiştir. Akla gelen bir diğer çarpıcı örnek manyetik kuvvetler ile elektrik kuvvetlerin birleştirilmesidir. Eski Yunan bilginlerinden Tales, kehribar çubuklarını kedi kürküne sürtmek suretiyle elektriklendirmiş ve bu şekilde çubukların tüy benzeri hafif cisimleri kendine çekebilir hale geldiğini görmüştür. Bazı nesnelerin başka nesnelere sürtünmek suretiyle mıknatıs özelliği kazanabileceği sonucuna varmıştır. Tales her ne kadar elektrik ve manyetik kuvveti aynı şey zannetmekle yanılmış olsa da, bu iki kuvvetin arasında gizemli bir ilişki olabileceğine dair ilk ipucunu keşfetmiştir. Üzerinden elektrik akımı geçen bir telin yakınında bulunan pusulanın ibresinin saptığını gözlemek suretiyle siz de bu ilişkiye şahit olabilirsiniz. Nihayetinde İngiliz fizikçi James Clerk Maxwell, hareket eden elektrik kuvvetlerin manyetik kuvvetleri, hareket eden manyetik kuvvetlerin de elektrik kuvvetleri meydana getirdiği gerçeğinden yola çıkarak elektromanyetik teoriyi oluşturmuştur. Bugün biliyoruz ki atomların hareketini yöneten elektromanyetik kuvvet etkileşimleri sayesinde atomlar birbirleri ile bağ yapar, kimyanın ve yaşamın var olması mümkün olur. 2400 yıl sonra haklı olduğunu gördüğümüz Demokritus’tan ilhamla yola devam eden fizikçiler, atomların dünyasında etkin olan elektromanyetik alan etkileşimi ile büyük nesnelerin dünyasını yöneten kütle çekim alanı etkileşimini de aynı çatı altında birleştirip, küçükten büyüğe evrendeki bütün hareket ve oluşu izah edebilecek nihai birleşik teoriye erişmeyi umut etmiştir. Einstein, yaşamının 30 yılını “Birleşik Alan Teorisi” ismini verdiği bu hayali gerçekleştirmek için harcamış, fakat 20.yüzyılda fizikte yaşanan gelişmeler bu işin hiç kolay olmayacağını göstermiştir. 

Newton, kütle çekimini bir “kuvvet” olarak tanımlamıştı ancak bu kuvvetin gerçekte ne olduğu ve nasıl ortaya çıktığını kimse bilmiyordu. Benzer bir durum elektromanyetik kuvvet için de geçerliydi. Nihayetinde Einstein, kütle çekiminin gizemini çözdü ve onu bir kuvvet olarak değil, fakat zaman ve mekan dokusunda meydana gelen bir çeşit eğim olarak tanımladı. Kütle çekim etkisi, hareket eden nesnelerin basitçe bu eğimleri takip etmesinden kaynaklanıyordu. Genel rölativite teorisi olarak adlandırılan bu büyük devrimin ardından bir diğer devrim kuantum teorisi ile geldi. 19 yüzyıla gelindiğinde maddenin en küçük yapı taşı olarak atomların varlığı biliniyordu ancak ardından yapılan deneyler atomların çok daha küçük yapı taşlarından (proton, nötron, elektron gibi) oluştuğunu göstermişti. Bu nedenle elektromanyetik kuvvet, atomların doğasını tek başına izah etmeye yetmiyordu. Örneğin atom çekirdeğini meydana getiren protonlar aynı elektrik yüküne sahip olduğu ve benzer elektrik yükleri birbirini ittiği halde atom çekirdeğinde nasıl bir arada durmayı başarır diye sorabiliriz. Bunun olabilmesi için atom altı mesafelerde etkisini gösteren ve elektromanyetik kuvvetten daha güçlü olan yeni bir kuvvetin varlığı gereklidir. Çekirdeği meydana getiren parçacıkları bir arada tutan ve “güçlü nükleer kuvvet” olarak isimlendirilen bu etkileşime ek olarak, radyoaktif maddelerde örneğini gördüğümüz üzere, parçacıkların bozunmasını ve çekirdeğin bu defa kırılmasını sağlayan bir etkileşimin daha var olması gerekir. Bu olayın sorumlusu, elektromanyetik kuvvetten daha zayıf olduğu için “zayıf nükleer kuvvet” olarak isimlendirilen dördüncü bir kuvvettir.[1] Genel rölativite kütle çekimini izah ederken, kuantum teorisi de elektromanyetik kuvvet, güçlü nükleer kuvvet ve zayıf nükleer kuvveti izah etmeyi mümkün kılmıştır. Buna göre bu son üç kuvvet, madde parçacıkları arasında kuvvet taşıyıcısı diye isimlendirilen özel parçacıkların alışverişi ile ortaya çıkar. Örneğin patenler ile buz pistinde duran ve birbirine top atıp tutan iki kişi, aralarında itici bir kuvvet varmış gibi, gerçekleşen momentum alışverişi neticesinde birbirinden uzaklaşmaya başlar. Momentumun negatif olması halinde ise bu defa birbirlerine yaklaşırlar. Kuantum elektrodinamik teorisi (QED), elektrik yükü taşıyan parçacıklar arasında çekme-itmeye neden olan elektromanyetik kuvveti buna benzer bir sanal foton alışverişi ile izah eder. Kuantum kromodinamik teorisi (QCD) benzer bir mekanizmayı güçlü nükleer kuvvet için tanımlarken, kuantum çeşnidinamik teorisi (QFD) de zayıf nükleer kuvveti izah eder (günümüzde elektrozayıf etkileşim teorisi olarak da bilinir). Bu teorilere göre güçlü nükleer kuvvet gluon adı verilen parçacıkların alışverişi ile ortaya çıkarken zayıf nükleer kuvvet ise W ve Z bozonlarının alışverişine ile ortaya çıkmaktadır.

Elektromanyetik, güçlü ve zayıf nükleer kuvvetlerin sahip olduğu ortak kuantum doğası, onların aynı potada eritilip ortak bir teori altında toplanmasını mümkün kılmıştır. Günümüzde Standart Model olarak bilinen bu teori başta Sheldon Glashow, Steven Weinberg ve Muhammed Abdus Salam’ın çalışmalarıyla 1970’lerde oluşturulmuştur. Bu teoriye göre önce zayıf nükleer kuvvet ile elektromanyetik kuvvet, elektrozayıf kuvvet adı verilen tek bir kuvvet altında birleştirilmiştir. Ardından enerji seviyesinin daha yüksek olduğu durumlarda elektrozayıf kuvvetin güçlü nükleer kuvvet ile birleşebildiği ve ortak bir birleşik kuvvetin meydana gelmesi gerektiği gösterilmiştir. Bu sayede üç kuvvet, tek bir birleşik teori altında toplanabilmektedir. Evrenin ilk anlarında bu üç kuvvetin simetri koşulu altında tek bir kuvvet halinde var olduğu, sonrasında evrenin soğuması ile düşük enerji seviyelerinde meydana gelen simetri kırılmaları sonucu birbirlerinden ayrıştıkları ve günümüzdeki hallerine geldikleri kabul edilmektedir.[2] Taşların yerine oturmaya başladığı bu senaryoda açıkta kalan kütle çekim kuvvetinin diğer üç kuvvete nasıl dahil edileceği çözüm bekleyen büyük bir problemdir. Bu problemin kökeninde kütle çekiminin farklı doğası yatmaktadır. Genel rölativiteye göre kütle çekimi, kesintisiz bir yapı olan uzay-zaman dokusundaki eğimden kaynaklanır. Standart modeldekinden farklı olarak parçacık alışverişi mekanizmasına dayanmaz. Bu nedenle kütle çekim etkisi altında hareket eden bir gezegenin hareketi sürekli ve düzgündür. Gezegenin herhangi bir anda yörüngesinde hangi konumda bulunduğunu ve hangi hızla hareket ettiğini kesinlik ile bilebiliriz. Ancak atomların dünyasında etkin olan kuvvetler parçacık alışverişi mekanizmasına dayandığı ve parçacıklar için kuantum belirsizlik kuralı işlediği için, bir parçacığın herhangi bir anda ne yaptığı ve nerede olduğu ancak bir olasılıklar bütünü olarak tanımlanabilir. Neticede rölativite ve kuantum teorileri birbirinden çok farklı iki gerçeklik ortaya koyar. Her şeyin teorisi, bu iki farklı gerçekliğin ortak çatı altında birleşebildiği bir çözüm sunmak zorundadır. Bu amaca yönelik olarak kütle çekimi, standart modeldeki parçacık alışverişi mekanizmasına uygun olarak modellenmiştir. Bu modeldeki kuvvet taşıyıcı parçacığa graviton adı verilmiştir. Ancak hiçbir deney ve gözlem gravitonun var olduğunu ispatlayamadığı gibi graviton parçacığı düşüncesi beraberinde başka problemler de getirmiştir. İşte bu noktada, kütle çekim teorisini diğer kuvvetlerle birleştirme çabasında karşımıza yeni bir aday çıkıyor: String teorisi. 

Türkçe’ye genellikle sicim teorisi veya tel teorisi olarak çevrilen string teorisi, doğada var olan bütün parçacıkları noktasal formda tarif etmek yerine, belli frekanslarda titreşen küçük teller formunda tarif ederek evrenin aslında bir müzik bestesi olduğunu söylemektedir. Nasıl ki gitarın tellerinin farklı frekanslarda titreşmesi farklı tonlarda seslere karşılık geliyorsa, sicim teorisinin tanımladığı ve enerji yüklü küçük tellerin farklı frekanslarda titreşmesi de farklı parçacıklara karşılık gelmektedir. Bu mantıktan yola çıkarak standart modeldeki bütün parçacıkları ve kütle çekiminden sorumlu olduğu kabul edilen gravitonu dahi titreşen teller şeklinde yeniden tanımlayabilir ve bu sayede evreni yöneten 4 kuvvetin hepsini aynı teori altında birleştirebiliriz. Ancak bunu yaparken bir bedel ödemek zorundayız. Parçacıkların hepsini tarif edebilmek için tellerin sadece 3 boyutta titreşmesi yetmez. Yeni boyutlara ihtiyaç doğar. Bu nedenle sicim teorisinin bir versiyonu olan M-teorisinde toplam 10 farklı mekan boyutunda gerçekleşen titreşimler tarif edilmektedir.[3]  Bu modelde var olan ek boyutları neden göremediğimiz akla gelen tek soru değildir. Esas büyük soru, bu titreşimlerin sayılamayacak kadar çok değişik versiyonda parçacık ve kuvvet etkileşim kümeleri tarif etmesinin ne anlama geldiğinde yatıyor. Yani sicim teorisi, sadece bir adet “her şeyin teorisi” değil, yaklaşık 10 üzeri 500 adet değişik “her şey” için bir teori tanımlayabiliyor. “Her şey” derken kastımız elbette evrendir. O halde sicim teorisi, içinde yaşadığımız evrendeki bütün kuvvetleri ve parçacıkları tek bir teori altında birleştirmemiz için bir yol gösterirken öbür yandan bu işlemin 10 üzeri 500 değişik versiyon ile de yapılabilmesinin mümkün olduğunu söyler. Yani “evren” kelimesinin tek bir evrene karşılık gelmediğini, her birinde kuralların farklı olduğu sayamayacağımız kadar çok değişik versiyonda evrenlerden oluşan bir multievrende (veya mega evrende) yaşadığımızı ima eder.[4]  Ayrıca teorinin baş aktörleri olan titreşen teller o denli küçüktür ki gözlenmeleri neredeyse imkânsızdır. Özetle; eğer sicim teorisi gerçekten genel rölativite ve kuantum teorisini birleştiren teori ise, bu durumda hem her şeyin teorisidir hem de değildir gibi tuhaf bir sonuçla karşı karşıya kalırız. Sanırım “her şey” kelimesinden ne kast ettiğimize bağlı. Deneyle test edilip ispatlanması ise bugün için imkânsız göründüğünden, böyle bir teoriye erişip erişmediğimizi belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz.

İleri okuma ve kaynak
[1] Dört Temel Kuvvet: http://evreningercekligi.com/blog/temel-kuvvetler
[2] Simetri kırılması kavramı: Arı, Vural. Rölativite'den Kuantum'a Evrenin Gerçekliği. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2015. s.363 ve 368 http://www.dr.com.tr/Kitap/Rolativiteden-Kuantuma-Evrenin-Gercekligi/Vural-Ari/Bilim/Populer-Bilim/urunno=0000000641909
[3] String teorisinden M-teorisine geçiş: Becker, Katrin. String Theory and M-Theory: A Modern Introduction. Cambridge University Press, 2007. s. 323 - 329
http://www.amazon.com/String-Theory-M-Theory-Modern-Introduction/dp/0521860695/ref=sr_1_9?s=books&ie=UTF8&qid=1441240202&sr=1-9&keywords=string+theory
[4] String teorisinde evren versiyonları: Susskind, Leonard. The Cosmic Landscape: String Theory and the Illusion of Intelligent Design. Little, Brown and Company, 2005. s.169  http://www.amazon.com/Cosmic-Landscape-String-Illusion-Intelligent/dp/0316155799/ref=mt_hardcover?_encoding=UTF8&me=




TANRI'NIN BÜYÜK MUCİZESİ (EŞSİZ SANAT ESERİ) KAR TANELERİ...

Atalarımız der ki:
Yağan her kar tanesi bir mucizeymiş
Ve biri diğerine benzemezmiş
Tanrı her kar tanesi için bir melek yaratır
O’nu bir melek yere indirirmiş

Kar taneleri, diğer adı ile kar kristalleri Tanrının eşsiz sanatını gösteren birer sanat eseridir.

1880 yılında annesi tarafından mikroskop hediye edilen ABD'de yaşayan Wilson Alwyn Bentley, kar tanelerinin muhteşem güzelliğini keşfetti. Bentley, 19 yaşındayken bir körük kamerasına mikroskop ayarlayarak dünyanın ilk kar kristali fotoğraf makinesini yaptı. Hayatı boyunca 6 binden fazla kar tanesi yakaladı. Bentley'nin en geniş fotoğraf koleksiyonu, Jericho Tarih Kurumu tarafından ev sahipliği yaptığı Jericho, Vermont'ta yer alıyor.

Yeryüzünde çok sayıda kar kristal çeşidi olmasına rağmen Tanrının bir mucize sanat eseri olarak kar tanelerinin hepsi altı köşelidir. Kar tanelerinin kristal yapıları birbirine benzemez. Mikroskopla büyütülen kar taneleri üzerinde yapılan araştırmalarda, kristal yapıları birbirinin aynı olan iki kar tanesine bu güne kadar rastlanmamıştır. Kar kristalleri üzerinde ilk araştırmaları yapan ABD'li Wilson Bentley, gördüğü muhteşem sanat karşısında adeta büyülenmiş ve elli yıl boyunca sürekli kar kristali fotoğrafı çekmiştir. Elde ettiği 6000 resim içinde kristal yapıları birbirinin aynı olan iki kar tanesine rastlayamamıştır. Daha sonraları diğer bilim adamlarının sürdürdüğü çalışmalar neticesinde şimdiye kadar kar tanecikleri arasında aynı büyüklükte, aynı şekilde ve aynı sayıda su molekülü ihtiva eden iki kristal bile bulunamamıştır.Wilson Bentley, yazdığı kitabın son bölümüne şu notu düşmüştür: “Sanki bir sanatçı, sanatını gösteriyor…

Fatih Mehmet Yiğit














EVRENDEKİ BİLİNÇ (PANPSİZİM)

Fizikçi Gregory Matloff, tüm evrenin bilinçli olabileceğini iddia eden bir makale yayınladı. “Panpsizim” olarak adlandırılan bu kavram spekülatif, ancak bu konuda daha fazla araştırma yapmak isteyen birçok kişi bulunuyor.

Yüzyıllarca modern bilim, insanlar ve evrenin geri kalan kısmı arasındaki boşluğu, Isaac Newton’dan yola çıkarak bir takım yasaların düşen elmalarla eşit derecede etki uyandırıp Carl Sagan’ın “yıldızlardan oluştuğumuzu” belirttiği sözleriyle dolduruyor. Kendisi vücudumuzun atomlarının tam anlamıyla diğer yıldızların nükleer fırınlarında dövüldüğünü söylemişti.
Bu bağlamda bile, Gregory Matloff’un oldukça dikkat çekicidir. New York City College of Technology’deki bu tecrübeli fizikçi son zamanlarda, evrenin maddeden geriye kalan kısmının insanlarda olduğu gibi ruha sahip olabileceğini savunuyor. “Proto-bilinç alanı” tüm alana yayılabilir, diye belirtiyor. Yıldızları kasıtlı olarak yollarını kontrol eden varlıklar olarak düşünüyor. Daha açık söylemek gerekirse, ona göre tüm kozmos bilinç sahibi, kendinden haberdar olabilir.
Bilinçli bir evren kavramı, gece TV’deki yayınlar gibi akademik dergilerden daha çok ses getirir. Resmi akademik ismi ile anılan “panpsişizm”, çeşitli alanlarda önde gelen destekçilere sahip. New York Üniversitesi filozofu ve bilişsel bilim insanı David Chalmers, bunun savunucusudur. Ayrıca farklı alanlardan, mesela, Allen Enstitüsü’nden nöro-bilimci Christof Koch ve yerçekimi ve kara delikler üzerine çalışmasıyla ünlü İngiliz fizikçi Sir Roger Penrose da vardır. Matloff’a göre panpsişizm görmezden gelinemeyecek kadar önemli.
Yirmi yıl önce, Penrose beyindeki nöronlar arasındaki mikroskobik boşluklarda uyguladıkları gibi, kuantum fiziğinin istatistiksel kurallarına kök salmış olan teorisi ile panpsişizmin temel bir unsurunu ortaya koydu.
2006’da, hem aktif yıldızlar üzerine çalışmaları hem de alışılmışın dışındaki bilimlere açıklığıyla tanınan Alman fizikçi Bernard Haisch, Penrose’un fikrini daha da ileri götürdü. Haisch, boş alanın tümüne (“kuantum vakum” olarak adlandırılan) nüfuz eden kuantum alanlarının bilinç ürettiğini ve ilettiğini ileri sürdü ve sonra enerjiden akan yeterince karmaşık bir sistem ortaya çıktı. Bu sadece bir beyin değil, potansiyel olarak herhangi bir fiziki yapı olabilir. Konuyla ilgilenen Matloff, bu dağınık argümanları alıp gözlemsel bir teste sokmanın bir yolu olup olmadığını merak ediyordu.
Hayatın en belirgin özelliklerinden biri, uyarana tepki olarak davranışını ayarlama yeteneğidir. Matloff, beklenmedik bir şekilde bu davranışı sergileyen astronomik nesneleri aramaya başladı. Son zamanlarda, Paranego’nun Süreksizliği olarak bilinen yıldız hareketini üzerinde biraz çalıştı ve bunu bir anomali olarak gözden kaçırmadı. Ortalama olarak, soğuk yıldızlar galaksimizi daha sıcak olanlardan daha hızlı bir şekilde yörüngede tutar. Çoğu gökbilimci, etkisini galaksideki yıldızlar ve gaz bulutu arasındaki etkileşime bağlar. Matloff farklı bir açıklama düşünüyordu. Anomalinin, atmosferlerinde moleküllere sahip olabilecek kadar soğuk olan yıldızlarda ortaya çıktığı ve bunların kimyasal karmaşıklığını büyük ölçüde arttırdığı kaydedildi.
Matloff ayrıca, bazı yıldızların yalnızca bir yönde ilerleyen ve yıldızın hareketini değiştirmesine neden olabilecek dengesiz bir süreci işaret eden bir nota da yer verdi. Merak etti: Bu aslında kasıtlı bir işlem olabilir mi? Anlaşılmasının bir yolu var mı?
Paranego’nun Süreksizliği galaksideki belirli koşullardan kaynaklanırsa, bölgeden bölgeye değişiklik göstermelidir. Fakat eğer yıldızlara özgü bir şeyse – ki bilinçli olmalı – her yerde aynı olmalı. Matloff, var olan yıldız kataloglarından elde edilen verilerin iddiaları desteklediğini iddia ediyor. 2018’de açılacak olan Gaia yıldız haritalama alanı teleskobundan alınan ayrıntılı sonuçlar daha sağlam bir test sağlayacaktır.
Matloff meslektaşlarının ikna olacağına dair bir düşünce taşımıyor; ancak yine de iyimser olmaya devam ediyor: “En azından kontrol edilmeli miyiz? Belki panpsişizmi felsefeden alıp gözlemsel astrofiziğe taşıyabiliriz.”
Madde Dışı Akıl
Matloff, panpsişizmi doğrulamak için yıldızlara bakarken, Christof Koch insanlara bakıyor. Ona göre, yaygın, her yerde var olan bilincin varlığı, bilim insanlarının zihnin nörolojik kökenleri hakkındaki şu anki anlayışına kesinlikle bağlıdır.
Koch, “Bilincimiz üzerine olan tek egemen teori, bunun karmaşıklıkla ilişkili olduğunu söylüyor (bir sistemin kendi durumuna göre hareket edebilmesi ve kendi kaderini belirleyebilme kabiliyetiyle) “Teori, çok basit sistemlere geçebileceğini belirtiyor. İlke olarak, biyolojik ya da organik olmayan bazı tamamen fiziksel sistemler de bilinçli olabilir.”
Koch, modern sinirbilimciler arasında sıcak bir konu olan, bir bilincin bir sistemin önceki durumundan etkileneceği ve bir sonraki statüyü etkileyebileceği ile tanımlanan entegre bilgi teorisinden esinlenmiştir.
İnsan beyni bu sürecin sadece aşırı bir örneğidir, Koch şöyle açıklıyor: “Daha karmaşık durumdayız, daha fazla benlik bilincine sahibiz ancak diğer sistemlerin de farkındalığı var. Bu tecrübe mülkiyetini paylaşabiliriz ve bilincimiz şu: en sıradan en rafine dini tecrübeye kadar her şeyi deneyimleyebilme olanağı.”
Matloff gibi Koch ve meslektaşları da bu fikirlerin deneysel testleriyle aktif olarak ilgileniyorlar. Bu yaklaşım beyin hasarlı hastaları, bilgi içerikli yanıtlarının bilinçlerinin biyolojik önlcülleriyle uyumlu olup olmadığını görmek için incelemektir. Başka bir yaklaşım, iki farenin beyinlerini birbirine bağlamak ve aralarında akan bilgi miktarı arttıkça hayvanların entegre bilincinin nasıl değiştiğini görmek. Bir noktada, entegre bilgi teorisine göre, ikisi tek bir geniş bilgi sistemiyle birleşmelidir. Sonunda, bu tür denemeleri insanlarla birlikte çalıştırmak, yeni bir bilinç türü olup olmadığını görmek için beyinlerini birbirine bağlamak mümkün olmalıdır.

Görünen benzerliklerine rağmen, Koch Matloff bilinçli yıldızlardan kuşku duyuyor. Teorisine göre canlılar hakkında ayırt edici olan şey, canlı oldukları için değil, karmaşık oldukları içindir. Güneş bir bakteriden çok daha büyük olmasına rağmen, matematiksel açıdan da oldukça basittir. Koch’a göre bir yıldızın “hissetmesini” sağlayan bir iç yaşama sahip olması olasıdır; ancak bu his ne olursa olsun, E. coli olma hissinden çok daha azdır.
Öte yandan, “canlı olmadığını düşündüğümüz sistemler bile birazcık bir bilinç taşıyabilir” diyor Koch. “Fiziksel ayrılmaz bir parçasıdır.” Bu perspektiften evren tam olarak düşünülemeyebilir ancak kendi iç dünyamıza yakından bağlı bir iç tecrübeye halen sahiptir.
Katılımcı Bir Kozmos
Bu da bizi Roger Penrose’a ve bilinç ile kuantum mekaniğini birbirine bağlayan teorilerine götürür. Kendisini açık bir şekilde bir panpsişist olarak tanımlamıyor; ancak kendilik bilincinin ve özgürlüğün beyindeki kuantum olaylarla başlayacağı iddiasıyla kaçınılmaz olarak zihnimizi evrenle bağlıyor. Penrose, bu bağlantıyı “Gerçekliğe Giden Yol” (The Road to Reality) adlı eserinde güzelce özetliyor:
“Fizik yasaları karmaşık sistemler üretir ve bu karmaşık sistemler bilince götürür ve daha sonra matematiğini üretir ve daha sonra matematiğin temel kanunlarını basit ve ilham verici bir şekilde kodlar.”
Penrose, bir fizikçi olarak üst düzey yeteneğe sahip olmasına rağmen, bilinç teorisine karşı direnişle karşı karşıya kaldı. Garip bir şekilde, meslektaşları, kuantum mekaniğinin egzotik, kozmik-bilinç etkilerini daha fazla kabul ettiler. 1920’lerden beri fizikçiler, gözlemcinin kuantum teorisindeki garip ayrıcalıklı rolünden şaşkınlık duyuyorlardı. Onlara göre bulanık bir belirsizlik hali içinde bir parçacık var ancak gözlemlenene kadar. Bir kişi ona bakıp ölçümlerini alır almaz, parçacık kesin bir yere çökmüş gibi görünüyor.
Geç fizikçi John Wheeler, kuantum mekaniğinin belirgin tuhaflığının daha da büyük ve daha garip bir gerçek üzerine inşa edildiğine karar verdi: evrenin bir bütün olarak belirsizlik halini altüst ediyor ve bilinçli bir varlık tarafından gözlemlendiğinde açık, gerçek varlıkla kaplıyor bizleri.
Wheeler, 2006 yılında yaptığı açıklamada “Sadece yakın ve burada değil uzaktan ve uzun zaman önce olmak için katılımcı olduk,” demişti. Yorumunu “katılımcı antropik ilke” olarak nitelendirdi. Eğer doğruysa evren bilinçli, ancak Matloff’un çizdiği biçiminin neredeyse tam tersi: yalnızca bilinçli zihin eylemleri yoluyla gerçekten var olma durumu.
Bir bilim insanının katılımcı antropik ilkeyi ampirik bir teste nasıl sokabileceğini hayal etmek zor. Gerçekliğin bilinçliliğin varlığına bağlı olup olmadığını anlamak için izlenecek hiçbir yıldız ve ölçülecek hiçbir beyin yoktur. Kanıtlanamasa bile, katılımcı antropik ilke, Albert Einstein’ın kozmik dini hissi dediği bağlılık hissini güçlü bir şekilde uyandıran modern bilimin birleştirici gündemini genişletir.
Einstein, 1930 yılında New York Times gazetesinde “Benim düşünceme göre, sanatın ve bilimin bu duyguyu uyandırması ve onu algılayanlarda canlı tutması, en önemli fonksiyonudur,” diye yazıyordu. İnsan zihninin çok daha büyük bir kozmik beynin küçük bileşenleri olup olmadığını öğrenme arayışını sürdürmekten çok bu duygunun başka bir ifadesini düşünmek zordur.
Daha Fazla Bilgi İçin: Is the Universe Conscious? was originally published by NBC Universal Media, LLC on June 16, 2017 by Corey S. Powell. Copyright 2017 NBC Universal Media, LLC. All rights reserved.
Kaynak: http://www.untold-universe.org/2017/09/scientists-now-believe-universe-itself.html (Çeviren: Bünyamin Tan)

"Gerçekte madde yoktur. 

Tüm madde kaynağını bir atomun parçacığının titreşimine neden olan ve bu küçük güneş sistemini bir arada tutan bir kuvvetten alır. 

Bu gücün arkasında bilinçli ve akıllı bir zihnin varlığını varsaymalıyız. 

Bu zihin, tüm maddenin matrisidir" (1)

Max Planck

-----------------------------------------------------------------

"Zihin, tüm maddenin ana yapısıdır. Aslında madde yoktur. 

Zihin, tüm maddenin ana yapısıdır" (2)

Max Planck 

-----------------------------------------------------------------

"Eğer golf topu büyüklüğünde bilince sahipseniz,
bir kitabı okuduğunuzda, golf topu büyüklüğünde anlayışa sahip olursunuz.

Dışarı baktığınızda, bir golf topu büyüklüğünde farkındalık,
ve sabah uyandığınızda, bir golf topu büyüklüğünde uyanıklılığınız olur.

Eğer o bilinci genişletebilseniz;
bu durumda okuduğunuz kitabı daha fazla anlar,
daha fazla farkındalıkla dışarı bakar,
ve uyandığınızda daha fazla uyanıklık içinde olursunuz.

Bu, bilinçtir.

Ve her birimizin içinde saf, titreşim halinde bir bilinç okyanususu var
ve bu bilinç okyanusu, zihnin kaynağında ve temelinde,
düşüncenin kaynağı ve tüm maddenin de kaynağıdır.

Gerçekte, gördüğümüz şekilde bir madde yoktur,
Tüm madde, kaynağını, bir atomun parçacıklarının titreşimine neden olan,
küçük bir güneş sistemine benzeyen atomu bir arada tutan kuvvetten alır.
Bu gücün arkasında bilinçli ve akıllı bir zihnin varlığını varsaymalıyız.

Bu zihin, tüm maddenin matrisidir" (1)

Max Planck

------------------------------------------------

Einstein’la başlayarak, modern fizik, bize bu sağlamlığın bir illüzyon olduğunu kesinleştirmiştir.

Tüm fiziksel madde, etrafımızdaki herşey, bir frekansın sonucudur.

Her bir düşünce, örümceğin örmeye ve örmeye başladığı ağın, ağı ören silahı gibidir. Bilgi, anahtardır. Bilgi aktıkça ve matematiksel olarak konuşursak, birkaç fraktalı oluşturdukça, bu etki alanı artar.  (3)

Kaliforniya Üniversitesi'nden nörobilimci ve psikiyatri profesörü Jeffrey M. Schwartz, algının beyinden bağımsız meydana geldiği gerçeğini şu sözlerle açıklamaktadır: 

Her bilinç durumu, muhtemelen tek ve eşsiz olan belli bir hisse sahiptir. 

Bir hamburgeri ısırdığınızda edindiğiniz deneyim, bir bifteği çiğnemekten farklıdır. 
Her türlü tat deneyimi, bir Chopin etüdünü dinlemekten veya şimşekli bir fırtınayı seyretmekten veya bir içeceğin kokusundan farklıdır. 

Görsel kortekste kırmızının oluştuğu yerin belirlenmesi, bizim kırmızıyı algılamamız veya kırmızı algısının neden Alfredo yemeğinin tadından veya (Beethoven'in eseri) "für Elise"yi dinlemekten farklı olduğunu açıklamaktan uzaktır... 

En detaylı MR'lar bile algılamanın veya fark etmenin fiziksel kaynakları dışında bir şey vermemektedir. Bunun nasıl bir duygu olduğunu açıklamanın yanına bile yaklaşamamaktadır. Kişinin birincil olarak kırmızıyı algılaması konusunu açıklayamamaktadır. Bunun farklı insanlar için de aynı olduğunu nereden bilebiliriz? 

Neden beyin mekanizmaları üzerinde çalışmak, hatta moleküler seviyede çalışmak, bu sorulara hiçbir şekilde bir cevap sağlayamamaktadır? 

Jeffrey M. Schwartz, Sharon Begley, The Mind and The Brain "Neuroplasticity and the Power of Mental Force", Regan Books, 2003, s. 26-274 (4)

-------------------------------------------------

Peter Russell ise, bu gerçeği şu şekilde açıklamıştır: 

Ne zaman fiziksel görünüm ayrıntılarını araştırmaya kalksak, hep elimiz boş dönüyoruz. 

Fiziksel ile ilgili olarak edindiğimiz her fikir yanlış çıkıyor. Maddecilik fikri gözlerimizin önünde buharlaşıp gidiyor. Ama maddesel dünyaya olan inancımız gitgide kökleşiyor – bizim deneyimlerimizle sürekli olarak takviye oluyor – öyle ki, bunların fiziksel bir temeli olması gerektiğine dair zannımıza sıkı sıkıya yapışıyoruz. 

Dünya'nın tüm evrenin merkezinde olduğu zannından hiçbir zaman şüphe etmeyen ortaçağ astronomları gibi, dış dünyanın fiziksel bir kökeni olduğu zannımızı hiçbir zaman sorgulamıyoruz. Gerçekten de, bunun yanıtının doğruca bize bakıyor olabileceğini fark ettiğimde oldukça şaşırdım. 

Belki de dışarıda gerçekten de hiçbir şey yok. 

Yani, hiçbir "şey". Fiziksel görünüm diye bir şey yok. 

Belki de her şeyin sadece beyinsel bir görünümü var. (5)

-------------------------------------------------------

(1) http://okyanusum.com/belgesel/evrenin-isletim-sistemi-bilinctir/

(2) http://en.wikiquote.org/wiki/Max_Planck

(3) http://okyanusum.com/hazirlaniyor/illuzyonun-matrisi/

(4) http://reddievrim.blogcu.com/dis-dunyayi-tanitan-5-duyu/7862667 

(5) (Peter Russell, The Primacy of Consciousness, http://www.peterussell.com/SP/PrimConsc.html )


KUANTUM MEKANİĞİ (FİZİĞİ) VE ÇEKİM YASASI

Kuantum fiziği moleküler, atomik ve atom altı seviyede madde ve enerjinin doğasını ve davranışını inceleyen modern fiziğin önemli bir çalışma alanıdır. 20. yüzyılın başlarında makroskobik nesnelerin davranışını açıklayan yasaların, böyle küçük boyutlarda aynı işlevi yapmadığı tespit edilmiştir. 1900 yılında fizikçi Max Planck Fizik Derneğine üzerinde çalıştığı kuantum teorisini sunmuştur.

Latinceden gelen kuantum, “Ne kadar?” anlamına gelir. Bu bize, kuantum fiziğinde miktarın önemini ve tahmin edilen ve gözlemlenen madde ve enerjinin farklı sonuçlar getirebileceğini söyler. Uzay zaman son derece sürekli dengeli görünse de, aslında olası en küçük değerlerin bir birleşimini ifade eder.
Cisimler bazen termal ışıma da denen bir ışıma yayar. Bu ışıma cismin sıcaklığına bağlıdır. Planck, bir cismin sıcaklığının değişmesiyle turuncudan kırmızıya ya da maviye dönen renk değişikliklerinin yaydığı radyasyonun nedenini bulmaya çalıştı. 1900 yılında Planck, çalışmasını yaptığında fizikçiler atomların toplam enerji olarak bir değere sahip olabileceğini düşünüyorlardı, enerji sürekli olarak değişkendi. Yani enerji “sürekliliğe” sahipti. Fakat Planck‘ın kuantum önermesi, enerji değişiminin “kuantalaşmış” (kesikli) olduğu anlamına geliyordu.



Planck, adına “kuanta” dediği enerji paketlerini temsil eden bir takım matematiksel denklemleri oluşturdu. Sonunda denklemler bu fenomeni çok iyi açıkladı; bazı farklı sıcaklık seviyelerinin (bunlar bir temel asgari sıcaklık değerinin tam katlar), enerji renk spektrumunun farklı alanlarını işgal edeceğini buldu. Planck aslında doğa yasalarının tamamen yeni ve temel bir anlayışı olan kuantaların keşfini üstlenmiş oldu.

Bu teorisiyle 1918 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü kazandı ve bundan sonraki 30 yıllık süreç boyunca çeşitli bilim adamları tarafından elde edilen gelişmelere ön ayak olarak kuantum teorisinin modern anlayışına katkıda bulunmuş oldu.

Kuantum Mekaniğinin Gelişimi
Teknolojinin gelişmesiyle daha hassas ölçümler yapılmaya başlanmış ve garip olaylar gözlenmiştir. Kuantum fiziğinin doğuşu, 1900 yılında Max Planck‘ın “Siyah Cisim Işıması” olayına yaptığı katkıya dayanır. Alanın gelişimi Max Planck, Albert Einstein, Niels Bohr, Werner Heisenberg, Erwin Schrödinger ve daha birçok bilim insanının çalışmalarıyla sürdürülmüştür. İronik olarak Albert Einstein‘ın kuantum fiziği ile ciddi kuramsal sorunları vardı ve onu çürütmek veya değiştirmek için yıllarca çalışmıştı.

• 1900 yılında Max Planck enerjinin kesikli halde bulunduğu başka bir deyişle “kuanta”lardan oluştuğu varsayımını yaptı.

• 1905 yılında Albert Einstein aynı davranışın tam olarak enerji olmayıp, radyasyonun kendisinin kuantizasyonu olduğunu ileri sürdü.

• 1924 yılında Louis de Broglie parçacık veya dalga yapısındaki enerji ve maddenin, atomik ve atom alt seviyelerde davranışlarında hiçbir temel fark olmadığını söylemiştir. Bu teori “Dalga Parçacık ikilemi ” olarak bilinir . İkilem , tüm maddelerin yalnızca kütlesi olan bir parçacık gibi değil, aynı zamanda da enerji transferi yapabilen bir dalga olduğunu gösterir.

• 1927 yılında Heisenberg iki tamamlayıcı değerin (konum ve momentum gibi), eş zamanlı ölçümünün imkansız olduğunu önerdi. Klasik fizik ilkelerine göre eş zamanlı ölçülebilen bu değerler onların kaçınılmaz kusurlu değerleridir. Bu teori “Belirsizlik İlkesi” olarak da tanımlanan, Einstein‘ın “Tanrı zar atmaz.” şeklindeki ünlü yorumunu akıllara getirir.

Kuantum Fiziğini Özel Kılan Nedir?
Kuantum fiziği dünyasında, bir gözlemlemiş olmanız, aslında gerçekleşecek fiziksel süreçlerin hepsini etkiler. Işık dalgaları parçacık gibi, parçacıklar da dalga gibi hareket ederler (Dalga Parçacık ikilemi).

Madde uzayda hareket etmeden bir noktadan başka bir noktaya taşınabilir (Kuantum Tünelleme). Bilgi ise uzak mesafeler arasında anında aktarılır. Aslında kuantum mekaniği bize tüm evrenin bir dizi olasılıktan oluştuğunu söyler.

Kuantum Engeli Nedir?
Kuantum engelinin anahtar kavramlarından biri, bir parçacığın kuantum durumunu ölçmenin diğer parçacık ölçümlerine kısıtlamalar koymasıdır. Bu EPR Paradoksu’nu en iyi örneklendiren durumdur (EPR Paradoksu, Albert Einstein, Boris Podolsky ve Nathan Rosen soyadlarının baş harflerini içeriyor).

EPR Paradoksu’na göre nesnelerin fiziksel özellikleri, ölçmeden bağımsız olarak kesin ve belirli niceliklere sahip olmalıydı. Aslında bu bir düşünce deneyi olmasına rağmen, Bell Teoremi olarak da bilinen teorem bunu düşünce ve deneylerle destekleyerek doğruluğunu kanıtlamıştır.

Kuantum Optik
Kuantum optik öncelikle ışık veya foton davranışı üzerinde duran, kuantum fiziğinin bir dalıdır. Isaac Newton tarafından geliştirilen klasik optiğin aksine kuantum optik düzeyinde fotonların davranışı bireysel değil de yoğunlaştırılmış ışın demetleri şeklinde ele alınır. Örneğin lazerler kuantum optik çalışmanın bir uygulaması olarak karşımıza çıkar.

Kuantum Elektrodinamiği (QED)
Kuantum elektrodinamik, elektronların ve fotonların etkileşimlerini inceler. Kuantum elektrodinamik 1940’ların sonlarında Richard Feynman, Julian Schwinger, Sinitra Tomonarge tarafından geliştirilmiştir. Fotonların kütlesi bulunmayan ışık parçacıkları açıklanmasında kuantum elektrodinamiğinin ortaya çıkışı önemli rol oynar.

Birleşik Alan Teorisi
Birleşik alan teorisi genellikle fiziğin temel güçlerini birleştirmek için çalışarak, Einstein‘ın Genel izafiyet Teorisi (Genel Görelilik ilkesi) ile kuantum fiziğini uzlaştırmak için araştırmalar yapar. Ancak başarılı olamaz.

Birleşik Alan Teorisi’nin Çeşitleri
• Kuantum Yerçekimi
• Sicim Teorisi / Süpersicim Teorisi
• Büyük Birleşik Alan Teorisi
• Döngü Kuantum Yerçekimi
• Her Şeyin Teorisi
• Süpersimetri Teorisi

Kopenhag ve Çoklu Dünya Hipotezi
Gerçekliğin doğası için kuantum kuramının en etkili iki yorumu Kopenhag Yorumu ve Çoklu Dünya Teorisi’dir. Niels Bohr makro ve mikro boyutun ayrı fiziksel ilkelerle incelenmesi gerektiğini ve gözlemin esas belirleyici faktör olduğunu öne sürmüştür. Kısacası Bohr, nesnel gerçekliğin olamayacağını savunuyordu. Durumu bilinmeyen nesnenin, aynı anda tüm olası durumlarının var olduğunu belirten bu prensibe “Süperpozisyon İlkesi” adı verildi.
Bu teoriyi açıklamak için ünlü ve biraz da acımasız görünen Schrödinger’in Kedisi Deneyi göz önünde bulundurulur . İlk olarak canlı bir kediyi dışarıdan hiçbir şekilde gözlemlenemeyen kalın kurşun bir kutuya yerleştirdiğimizi düşünelim. Bu aşamada kedi hayatta olduğu için kafamızda hiçbir soru yoktur.

Schrödinger’in Kedisi Deneyi
Daha sonra bir şişe siyanürü kutunun içine koyup kutuyu tekrar mühürlediğimizi düşünelim. Kedi radyoaktif madde bozunursa ölecek ya da hiçbir şekilde ölmeyecektir. Eğer kutuyu açmazsak, kedi hem yaşıyor hem de yaşamıyor diyebiliriz. Ya da kedinin yaşadığı ve yaşamadığı iki farklı evren mevcuttur diyebiliriz. Eğer kutu açılırsa ve gözlem yapılırsa, birkaç durumdan bir tanesine indirgenen durumda gözlemci de evrene dahil olmuş.

Paralel Evrenler
Kuantum fiziğinin ikinci bir yorumu ise “Çoklu Dünya Teorisi” ya da “Çoklu Evren Hipotezi”dir. Bu teoriye göre kuantum sistemi, bir olayın sonucuyla diğeri arasında seçim yapmak zorunda kaldığında her iki olay birden meydana gelmektedir. Ancak bunlardan sadece bir tanesi bizim evrenimizde gerçekleşir. Diğeri ise o ana kadar her şeyi bizimkiyle aynı olan bir başka evrende gerçekleşir. Böylece bizim evrenimiz, paralel evrenlerden bir tanesi olmuş oluyor.
Var olan her evrendeki her olayın olma olasılığı yeni bir evren yaratmaktadır. Ayrıca her nasılsa bütün evrenler bir şekilde diğer tüm evrenlerin erişilebilir olması için izin verir. Yani bu evrenler arasındaki etkileşim için herhangi bir mekanizma yoktur.
Stephen Hawking ve Richard Feynman çoklu evren modelini benimseyen fizikçiler arasında yer almaktadır.
Richard Feynman (1918-1988)
Kuantum Kuramı’nın Etkisi
Kuantum Teorisinin etkilerine rağmen birçok bilim adamı teoriyi çürütmeye çalışmıştır. Aralarında Max Planck ve Albert Einstein‘ın da bulunduğu bilim insanları Kuantum Teorisini deneylerle desteklemeye çalışmışlardır.
Kuantum Teorisi ve Einstein‘ın Görelilik İlkesi modern fiziğin temelini oluşturmaktadır. Kuantum fiziği temellerine dayanarak uygulanan yöntemlerle kuantum optik, kuantum kimya, kuantum bilgisayar ve kuantum kriptograf gibi giderek artan sayıda uygulama alanı bulmaktadır.

Kaynak: kuark.org

KUANTUM MEKANİĞİ NEDİR?

Kuantum kuramı, dünyamızın nasıl birbirine perçinlendiğini açıklamak için hayati önem taşır. Bu içerik sayesinde kuantum kuramının özünü rahatlıkla kavrayabileceğinizi düşünüyoruz...
Çevirmen:İdris Kalp Akdeniz Üniversitesi -Bilimfili
Kuantum fiziği beyninizi mi eritiyor? Öncelikle panik yapmayın. Bu konuda yalnız değilsiniz. Ünlü fizikçi Richard Feynman’ın açıkladığı gibi; “Şundan emin bir biçimde söyleyebilirim ki; kuantum mekaniğini hiç kimse anlamamıştır.”
Yine de kuantum kuramı, dünyamızın nasıl birbirine perçinlendiğini açıklamak için hayati önem taşır. Bu nedenle okuyacağınız bu içerik sayesinde kuantum kuramının ortaya koyduğu fikirleri ve işin özünü rahatlıkla kavrayabileceğinizi düşünüyoruz.
Kuantum Kuramı Nedir?
Birkaç bin yıllık tartışmanın ardından, maddelerin neden yapılmış olduğunu artık biliyoruz; elektron ve kuark adı verilen küçük parçacıklar. Bu arkadaşlar, hidrojen ve oksijen gibi atomları ve H2O gibi molekülleri oluşturmak için, küçük aileler dahilinde birlikte takılırlar. Atomlar ve moleküller, dünyamızın Lego parçalarıdır. Bu minik dünyanın nasıl çalıştığını açıklamak için, bilim insanları kuantum kuramı adı verilen bir fikirler topluluğu kullanır. Kuantum kuramı, elinizdeki akıllı telefonu akıllı yapan yonga da dahil olmak üzere, etrafınızdaki tüm teknolojinin temelinde yatar. Kuantum kuramı tuhaftır, doğrudur ve önemlidir.
Peki “Kuantum” Ne Anlama Geliyor?
Mutfağa, elinizde bir fıstık ezmesi kavanozuyla girdiğinizi düşünün. Kavanozu tezgâhın üzerine veya yukarıdaki raflardan birine koymaya karar verebilirsiniz. Fakat kavanozu, rafların arasına koyamazsınız. Bu mantıksızdır.

Fizik terimleriyle konuşmanız gerekseydi, mutfağınızın “kuantize” olduğunu söyleyebilirdiniz. Bu da, rafların çeşitli seviyelere sahip olduğu anlamına gelir. Kuantum dünyasında, her şey seviyelere ayrılmıştır. Örneğin bir atomdaki elektron, tıpkı mutfaktaki raflar gibi, atomdaki birkaç tane enerji düzeyinden birinde yer alır. Fakat kuantum dünyası tuhaftır. Elektrona bir miktar enerji verin, anında bir diğer enerji düzeyine sıçrayacaktır. Buna kuantum sıçraması adı verilir. Bir başka benzetme kullanalım. Eğer bir kuantum arabası sürüyor olsaydınız, 5 km/sa, 20 km/sa veya 80 km/sa hızlarda hareket edebilirdiniz, fakat asla bunların arasında olmazdı. Vitesi değiştirirdiniz ve hızınız anında 5’ten 20 km/sa’ya fırlardı. Hızdaki bu değişim ani olurdu, bu nedenle ivmeyi bile hissedemeyebilirdiniz. Bu da bir başka kuantum sıçramasıdır.

Kuantum Mekaniği ve Klasik Mekanik
Mikroskobik dünya, alışık olduğumuz “klasik” dünyadan daha farklı kurallarla yönetilir. “Klasik”, gündelik hayatta her şeyin beklendiği gibi davrandığı “ortak kanı” için kullanılan bir fizikçi terimidir.

Bir bilardo topu, “klasik bir nesnedir” (masa üzerinde düz bir biçimde yuvarlanır), fakat içerisindeki tek bir atom kuantum yasalarına tabidir (herhangi bir anda yeşil zemin üzerinde aniden kaybolabilir). Atom ölçeği ile bilardo topu ölçeği arasında, fizik yasalarının bir kesişme noktası vardır. Tıpkı jandarma bölgesi ile polis bölgesi arasındaki kesişim gibi. Yeteri miktarda atomu birbirine bağlarsınız, tuhaf kuantum etkileri ortadan kaybolur, davranışlar klasik bir hal alır. Buna karşılıklılık ilkesi denir.

Heisenberg Belirsizlik İlkesi
Kuantum fiziğindeki bazı şeyler gerçekten bilinemez durumdadır. Örneğin bir elektronun aynı anda nerede olduğunu ve nereye gittiğini asla bilemezsiniz. Bunu anlayabilmenin bir yolu, gözlemci etkisini işin içine katmaktan geçer; ölçümün yapım şeklinin sonucu değiştirebilmesi olayı. Örneğin elektronun nerede olduğunu anlamak için, onu bir şey kullanarak tespit etmek zorundasınız (örneğin bir ışık fotonu) fakat bu ölçüm ne kadar nazik olsa da, elektronu orijinal yerinden saptırır. Elektron size nerede olduğunu söyler, fakat nereye gittiğini unutur. Fakat belirsizlik ilkesi, tek başına gözlemci etkisinden daha da derine inmektedir. Doğada, doğuştan gelen bir belirsizlik vardır. Elektronun nerede olduğu konusunda emin olamamak, yaptığımız gözlemin bir hatası değildir. Bunun nedeni, elektronun belirli bir konumu olmamasıdır. Elektron bir nokta parçacık değildir, fakat elektronluğun lekesi uzayda dağılır.

Parçacık/Dalga İkiliği
Fotonlar ve elektronlar gibi kuantum nesneleri kişilik bölünmesine sahiptirler. Zaman zaman dalgalar gibi davranırlar ve zaman zaman da parçacıklar gibi davranırlar. Ne şekilde davrandıkları, onlara ne tür sorular sorduğunuza bağlıdır.

Dalga fonksiyonu
Bir dalganın nasıl göründüğünü açıklayan bir parça matematik denklemidir. Önemli bir biçimde kuantum dalga fonksiyonları, her biri belli bir doğruluk olasılığıyla birlikte gelen pek çok muhtemel çözüme sahiptir. Olağanüstü bir biçimde, farklı olası cevaplar, sanki evrenimizin gerçeklerini bize göstermek için bize komplo kurarmışçasına, süperpozisyon adı verilen bir tür üst üste binmiş durumlar şeklinde birbirleriyle etkileşebilirler.

Süperpozisyon ve Schrödinger’in Kedisi
Görsel Telif: Mopic / ShutterStock
Bir kutunun içinde, bir şişe siyanürle birlikte yer alan bir kedi hayal edin. Şişenin üzerinde, bir iple tutulan bir çekiç olsun. Çekiç, herhangi bir rasgele olay gerçekleştiğinde (örneğin bir uranyum atomu bozunduğunda) düşecek şekilde ayarlanmış olsun. Bu Erwin Schrödinger tarafından, süperpozisyon fikrini anlatmak amacıyla tasarlanmış bir düşünce deneyidir. Atomun bozunması kuantum yasalarına tabidir, dolayısıyla atomun dalga fonksiyonu iki olası çözüme sahiptir: bozunmuş veya bozunmamış.

Kuantum kuramına göre, bir ölçüm yapana kadar bu iki olasılık da eşit derecede geçerlidir. Aslında bunu, atomun aynı anda hem bozunmuş, hem de bozunmamış olduğu şeklinde düşünebilirsiniz. Kedinin kaderi, uranyum atomuna sıkı sıkıya bağlı olduğu için, kutunun içine göz atana kadar, kedi de aynı anda hem canlı, hem de ölü olacaktır.

Kuantum Dolaşıklık Uzaktaki Milyarlarca Işık Yılı İçinde Doğru Oldu.

Kuantum mekaniği fenomenlerini test etmek çoğu zaman karmaşık deneyler ve çok fazla insan zekası gerektirir. Disiplinin biçimlendirici yıllarından beri var olan özellikle dikenli bir mesele, kuantum dolaşma kavramıdır. Şimdi bilim adamları, etkinin 12 milyar ışıkyılı uzaklıkta bile gerçek olduğunu kanıtladılar.
Dolaşiklik benzersiz bir etkileşim türüdür. Çoklu parçacıklar, tek bir kuantum durumundadır ve herhangi birinin ölçümü, evrenin karşıt taraflarında olsalar bile, diğerini anında etkiler. Einstein bundan hoşlanmadı ve “uzak mesafedeki ürkütücü eylem” olarak nitelendirdi. Bazı gizli klasik efektlerin onu kuantum dolaşmalarına benzetdiğine inanıyordu.
 (https://www.technodegree.com/2019/04/quantum-entanglement-proved-to-be.html?fbclid=IwAR26gN0bsadtyl01WbSm6OtZMUuuO-w0GERSWoDv7VlOtUdJXqPalviSKIU)

Dolaşıklık Nedir?
Dolaşıklık, iki parçacığın (örneğin fotonlar), herhangi biri üzerinde yapılan ölçümün, ne kadar uzakta olursa olsun diğerini anında etkileyeceği şekilde birbirlerine bağlı olmaları durumudur. Benzetme kullanmamız gerekirse; bir çocuksunuz ve ablanız her iki elinde bir tane renkli top gösteriyor. Ardından elleri arkasındayken topları karıştırıyor. Sizin görüş açınızdan, bu toplar “dolaşıktır”; eğer kırmızı top sol eldeyse, bu mavi topun sağ elde olduğu anlamına gelir. Fakat kuantum dolaşıklık daha da gizemlidir, çünkü toplar belirli renklere sahip değildir. Renk değiştirebilirler, herhangi bir anda eşit olasılıkla kırmızı veya maviye dönüşebilirler. Bu tamamıyla rastgeledir. Tuhaf olan şey, toplardan birine bakmanın, sadece baktığınız top için değil, her ikisi için de rasgeleliği öldürmesidir (yani renk değiştirme özelliği askıya alınır). Eğer kırmızı top görürseniz, diğerinin renginin mavi olarak sabitlendiğini bilirsiniz.
Bu şekilde bakıldığında, bir dolaşık parçacık, ne kadar uzakta olursa olsun, diğerini etkiliyor gibi görünmektedir. Albert Einstein, bunun, kendine ait görelilik kuramıyla gündeme getirilmiş evrendeki kozmik hız limitini ihlal ettiğini düşünmüştür, dolayısıyla dolaşıklığa “hayaletimsi etki” adını vermiştir.
Fizikçiler Fotonları Nasıl Dolaşık Duruma Getirir?
Bunun birden fazla yolu vardır. Bunlardan birisi yüksek enerjili bir fotonu, iki tane düşük enerjili “yavru fotona” ayırmaktır. Korku filmlerindeki tek yumurta ikizleri gibi, bu iki yavru fotonun da aralarında gizemli bir bağlantı vardır. Bir diğer yöntem, iki tane fotonu aynalardan oluşan bir labirente göndermektir. Böylelikle her birinin hangi yöne doğru hareket etmiş olabileceğini bilemezsiniz. Bu bilinmezlik, dolaşıklığı meydana getirir.

Çift Yarık Deneyi

Bu kuantum mekaniğindeki en ünlü deneydir. Parçacıkların (genellikle elektronlar veya fotonlar), bir ekran üzerine düşüp gözlemlenmeden önce, iki tane yarıktan geçtiği bir deneydir. Bu deney çok ünlüdür, çünkü yukarıda bahsedilen pek çok tuhaf olguyu gösterir. Deney, aynı kurulum için dalgaların veya parçacıkların farklı davranışlarına dayanır. Örneğin, bir su havuzu içerisinde, çift yarıklı bir panelle bir engel oluşturabilir, parmağınızı suya daldırıp, su dalgaları oluşturabilirsiniz. Dalgalar bu iki yarıktan geçer ve panelin öteki tarafında birbirleriyle girişim meydana getirerek, bir desen oluştururlar. Fakat engeli sudan alıp, çift yarığa bu sefer bilyeler gönderirseniz, bilyeler iki farklı doğrultuda ilerler ve bir girişim deseni oluşturmazlar.

Tuhaf olan şey ise, elektronların her iki şekilde de davranabilmesidir. Eğer yarıklara elektron ateşlerseniz, birim zamanda tek bir elektron gönderseniz bile, yarıkların arkasındaki ekran üzerinde bir girişim deseni oluştururlar. Sanki elektron aynı anda iki yarıktan birden geçmekte ve kendi kendisiyle girişime uğramaktadır. Bu bize, elektronların dalgalar olduğunu söyler.

Elektronlar kuantum nesneleri olduğu için, konumunu bilemeyiz (Heisenberg belirsizlik ilkesi). Elektronun yarıkların birinden veya diğerinden geçme olasılığı vardır. Her ikisi de olası olduğu için, aslında her ikisinden birden geçmektedir (durumların süperpozisyonu). Şimdi ise, gözlemimiz, elektronun dedektöre çarparak, parlak bir ışık çakması meydana getirmesidir (dalga fonksiyonunun çökmesi).

Diyelim ki, yarıklara, elektronun hangi yarıktan geçtiğini söyleyecek bir mekanizma kurarak, bir numara yapıyor olun. Bu sefer, girişim deseni anında kaybolmaktadır. Çünkü elektronun hangi yarıktan geçeceğini bildiğiniz için, süperpozisyon durumu daha fazla devam etmez ve elektron sadece bir yarık içerisinden geçer. Elektronun dalga benzeri davranışı buharlaşıp gider ve elektron bir bilye gibi davranır. Eğer başınız ağrımaya başladıysa, fizikçilerin de bu paradoksu açıklama konusunda sıkıntı çektikleriyle kendinizi avutabilirsiniz. Feynman, Fizik Dersleri kitabında yazmış olduğu gibi, “paradoks” aslında gerçeklikle, sizin “gerçekliğin nasıl olması gerektiğine” dair hisleriniz arasındaki çelişkiden ibarettir.

Kuantum Mekaniğinin Yorumları
“Hesapla ve gerisini boşver” ekolü: Fizikçiler sadece cevaplarla ilgilenir ve gerçekte ne olduğuna dair tartışmalar yapmaktan kaçınırlar.

“Çoklu dünyalar” yorumu: Fizikçilerin yürüttüğü her bir kuantum deneyi, sonsuz sayıda paralel evrenlerin meydana gelmesine neden olur. Dalga fonksiyonunun her bir sonucu, bu paralel evrenlerin birinde meydana gelmektedir. Çözüm, Evrenimiz’de meydana gelen sonuçlardan biridir.

Kopenhag yorumu: Gerçeklik, biz onu ölçene kadar yoktur. Gözlem yapma eylemi, dalga fonksiyonunun “çökmesine” neden olur.

De Broglie-Bohm veya Pilot Dalga yorumu: Kuantum nesnelerini, klasik nesneler gibi ele alır, fakat onları bir tür “pilot dalga” adındaki dalga üzerinde sörf yapıyormuş gibi hayal eder. Dalga, parçacığın son durumunu belirler. 

 Kaynak ve İleri Okuma Quantum physics for the terminally confused https://cosmosmagazine.com/physics/quantum-physics-terminally-confused

KUANTUM DOLAŞIKLIK NEDİR?

Kuantum dolaşıklık, kuantum mekaniğinin en gizemli olgusudur. İki parçacık – atomlar, fotonlar veya elektronlar gibi – birbirine karıştığında, parçacıklar evrenin zıt taraflarında olsalar bile muhafaza edilen açıklanamayan bir bağlantıyı yaşarlar. Parçacıkların davranışı birbirine bağlıdır. Örneğin, bir parçacık bir yönde dönme eğilimi gösteriyorsa, diğer parçacık döngüsünü ani olarak dolaşma tarafından belirlenen şekilde dengelemektedir. Kumar da dahil olmak üzere araştırmacılar, kuantum iletişimleri de dahil olmak üzere birçok uygulama için kuantum dolaşıklık kullanmakla ilgileniyorlardı. Parçacıklar kablolar ya da kablolar olmadan iletişim kurabildiğinden güvenli mesajlar göndermek ya da son derece hızlı bir “kuantum internet”in oluşturulmasına yardımcı olmak için kullanılabilirler.

ASTROFİZİK
KuantumTeorisi: Işınlanmanın garip doğası, tardigradlar ve dolanıklık

Ünlü düşünce deneyi Schrödinger ‘in Kedisi, yaratıcısının başlangıçta düşündüğü kadar saçma olmayabilir. 1935’te Albert Einstein ve meslektaşlarının ortaya koyduğu kuantum dolanıklık teorisi,uzak parçacıklar arasında etkileşim olduğunu söyler. Einstein, daha en baştan bu şekilde garip bir uzaktan etkileşme fikrine sıcak bakmamıştır. Onun düşüncesine göre kuantum karmaşasının varlığı, başlamak için fazla istekli olmadığı kuantum teorisinin bir şekilde kusurlu olduğunu veya henüz tam olarak anlaşılmadığını ifade ediyordu. Kuantum teorisinin ilginç bir konusu olan kuantum dolanıklık, dolanık olan iki parçacıktan birinin sahip olduğu belli özelliklerin diğerinin durumuna bakılarak bilinebileceğini söyler, hatta bu iki parçacık arasında kozmik bir mesafe olsa bile. Tuhaf, değil mi? İşin Einstein için üzücü olan tarafı, kuantum dolanıklığın varlığı birçok defa ispatlanmıştır. Fakat bu ispatlar şimdiye kadar hep atom altı düzeyde yapılmıştır. Kuantum teorisi evrenin en küçük bileşenlerinin nasıl çalıştığını ve atom, molekül, elektron, foton gibi kavramların davranışlarını daha iyi anlamamızı sağlar. Ve bunu çok etkili biçimde yapar: Seçkin fizikçi Richard Feynman kuantum teorisinin New York ile Los Angeles arasındaki mesafeyi saç telinin genişliğine göre ölçmek kadar doğru sonuç vereceğini belirmiştir.Fakat kuantum düzeyindeki parçacıkların davranışları, insan ölçeğindeki objelerin davranışlarından oldukça farklılık göstermektedir.

Einstein’a Göre Çok Garip : Kuantum teorisinin kilit ilkelerinden biri, bir parçacığın aynı zamanda birden fazla farklı yerde olabileceği fikridir.İlginç biçimde kuantum parçacıkları, etraflarındaki çevreyle etkileşime girmediğinde veya konumları özel olarak ölçülmeye çalışıldığında belirli bir konuma sahip değiller.Aslında var olan her şey bu parçacıkların belli bölgelerde bulunma ihtimallerinden oluşur. Bu bulunma durumuna süperpozisyon durumu adı verilir. Bu düşünce Schrödinger’in kedisinin aynı anda hem ölü hem de canlı olabileceği fikrini oluşturan temel düşüncedir. Bu bize, “klasik fiziğin” öngörülebilir hassasiyetine uyan günlük makroskobik nesneler ile olasılık kurallarının geçerli olduğu kuantum evrenindeki küçük nesnelerin mikroskobik dünyası arasında şaşırtıcı bir ayrım sağlar. Einstein bu düşünce karşısında öyle dehşete kapılmıştı ki, “Bir fizikçiden ziyade bir kumarhanede, hatta bir oyun evinde çalışan olmayı tercih ederim.” demiştir. Einstein, 1930’larda bu fikre karşı itirazlarda bulunduğunda bu düşünceyi deneysel olarak ispatlamak pek mümkün değildi. Ancak 1970’lerde bu kavram deneysel olarak test edilebilir hale geldi ve o zamandan beri birçok başarılı dolanıklık deneyi yapıldı. Dolanıklığın birkaç tane pratik uygulaması dahi vardır. Bunlardan biri kuantum şifrelemesidir. Bu uygulama ilhamını yaklaşık 100 yıl önce “bir defalık ped” olarak adlandırılan katılmaz bir şifre yaratmak üzere çalışan Amerikan bankacı ve kriptografi uzmanı Frank Miller’dan alıyor.Onun fikri hem gönderene hem de alıcıya rastgele değerlerden oluşan bir anahtar vermekti, ancak bu yaklaşım yüzde yüz güvenli aktarımı sağlamıyordu çünkü bu anahtarın hem gönderene hem de alıcıya gönderilmesi gerekecekti ve böylece ele geçirilebilir olacaktı. Bununla birlikte, kuantum dolanıklığı, geniş ölçüde ayrılmış konumlarda bile otomatik olarak rastgele değerler oluşturduğundan ve ayrıca parçacıkların dolanık durumda olup olmadığını kontrol etmeyi mümkün kıldığından, üçüncü bir tarafın parçacıklar hedeflerine ulaşmadan önce rastgele değerli anahtarı okumasını imkansız kılmaktadır. Çinli araştırmacılar bu prensibi test ettiler ve bulundukları yerden 1.200 kilometre uzaklıktaki mesafelere dolanık fotonlar yolladılar.

Işınlanma Cihazı: Kuantum dolanıklık ışınlanmayı da mümkün kılıyor. Dolanma olmadan bir kuantum partikülükopyalamak mümkün değil, çünkü parçacığı gözlemlemek parçacığın özelliklerini özel başka bir duruma değiştirecektir. Fakat kuantum dolanıklık sayesinde bir parçacığın durumu değiştirilmeden başka birine iletilebilir. Bu Star Trek’teki ışınlayıcının küçük ölçekteki versiyonu gibi, gerçek ışınlanma düşüncesi uzaktan kopyalama yapmakla ve onları hareket ettirmeden parçacıkların özelliklerini aktarmakla ilgilidir. Uygulamayı, çok fazla atom içerdiklerinden dolayı insanlar üzerinde kullanmak çok pratik olmayacaktır. Ancak, işlem kuantum bilgisini bir yerden başka bir yere aktarabilir, bu da kuantum bilgisayarları oluşturmak için çok önemlidir. Standart bilgisayarlarda, bitler 0 ya da 1 değerlerine sahiptir.Kuantum bilgisayarlarda bitlerin yerini alan kübitler, 0 ve 1 olasılıklarını eş zamanlı olarak birleştirerek, özel programların geleneksel bir bilgisayarda çalıştığından çok daha hızlı çalışmasını mümkün kılar. Kuantum olayları laboratuvarların dışında günlük hayatta da sürekli meydana gelir. Madde ve başka bir madde veya ışık arasındaki etkileşimler bir kuantum sürecine bağlıdır.Tüm elektronik cihazların çalışması kuantum fenomenine bağlıdır, hatta hidrojen çekirdeklerinin kaynaşmasını ve enerji üretmesini sağlayan kuantum parçacıklarının olasılıklı doğası olmasaydı Güneş bile var olamazdı. Kuantum fenomeninin biyoloji üzerindeki etkisi de anlaşılmaya başlanıyor. Örnek olarak, kuantumun bitkilerin fotosentez sürecinde enerjinin bitkinin uygun kısmına yönlendirilmesi üzerinde de etkisi olduğu biliniyor. Dolanıklık ayrıca güvercinlerin ve kızıl gerdan kuşlarının yönlerini bulabilmesine olanak sağlar. Bu kuşlar, görünüşe bakılırsa gözlerindeki kuantum dolanıklıksayesinde Dünya’nın manyetik alanını sezebiliyorlar. Göze gelen ışık elektronları enerjisini arttırıyor. “Spin” olarak adlandırılan bu elektronlar Dünya’nın manyetik alanındaki küçük değişimlerden etkilenir ve kuantum dolanıklığının kuşun farklı elektronları birbirine bağlayarak bir resim oluşturmasına olanak sağladığı düşünülmektedir.

Ölçeği Büyütmek: Peki, kuantum fenomeni atomlar ve moleküllerden büyük nesnelere uygulanabilir mi? Cevap uygulanabileceği yönünde. Delft Teknoloji Üniversitesi’ nden Dr. Simon Gröblacher ve meslektaşları iki mikroskobik silikon çubuğu dolanık hale getirdi. Bu çubuklar 1 metrenin milyonda 10×1×0.5’i boyutunda ve böylece insan saçından daha incedir. İçlerinde lazer ışığından gelen enerjiyi emen ve bu sayede titreşmeyi sağlayan cepler bulunur. Lazer ışığı, çubukların dolanık hale geldiklerinde ki titreşim durumlarına göre yerleştirilir. Bu çok sıradışı. Genellikle bu büyüklükteki nesnelerde, nesnenin içindeki farklı atomlar ve ilişkili olduğu tüm atomlar arasındaki etkileşim, ‘uyumsuzlaşma’ adı verilen bir süreçle sistemdeki dolanıklığı yok eder. Peki bir çift silikon çubuğu dolanık hale getirmek mümkünse bune kadar ileri götürebilir?Yaşayan organizmaları dolandırabilir miyiz?Kuantum biyolojisi yeni yeni gelişmekte olan bir alan, fakat Gröblacher’inki gibi deneylerin ışığında, bazı bilim adamları kuantum etkisini kullanarak yaşayan organizmalar için dolanıklık oluşturmak ve içerinde süper pozisyon durumu yaratmak için deneyler yapıyor. Bir grup insan bunun çoktan olduğunu düşünüyor. 2016 yılında, Sheffield Üniversitesi’nden Dr. David Coles ve meslektaşları yeşil sülfür bakterilerine doğru iki aynanın arasındaki dar aralıkta yansıyan bir ışık gönderdiler.Deney fotosentezi incelemek için tasarlandı, ancak daha sonra verileri analiz ederken, Oxford Üniversitesi’ndeki kuantum fizikçi Dr.ChiaraMarletto liderliğindeki bir grup yeşil kükürt bakterileri içindeki moleküllerin ışığın fotonları ile dolanık hale geldiğini gözlemledi. Dolanıklığı kanıtlamak için foton ve bakteri düzeyinde bağımsız şekilde ölçümler yapılması gerektiği ve bu belirli ölçümlerbu deneyin koşullarında yapılamadığı için kuantum etkisinden yüzde yüz emin olunamamıştır. Marletto bu etkileşimin yaşayan organizmalarda oluşturulmasının, kuantum parçacıklarında oluşturmaktan çok daha zor olduğunu belirtmiştir. Marletto “Kuantum biyolojisinde moleküller çok dağınık ve doğru ölçümler yapmak çok zordur.”diyor. Ayrıca “Tek yapılması gereken tek bur biyomolekülü [biyolojik organizmada bulunan molekül] bakteri içinde izole etmek ve ışıkla dolanıklık kurmasını göstermektir.” diye ekliyor.

Gerçek Dünyada Nasıl İşliyor?: Ancak bu tür bir dolanıklık gerçekleşiyorsa bu muhtemelen bakterilerin derin okyanuslardaki kıt ışığı toplamak için kullandıkları bir hayatta kalma mekanizması olabilir. Ve dolanma kanıtlanmış olsaydı, daha fazla olasılık için bir zengin bir kaynağın kapısını açmış olurdu. “Kuantum teorisinin tüm ölçeklerde uygulanıp uygulanmadığı konusunda uzun süredir devam eden bir tartışma var. Deney, canlı varlıklardaki biyomoleküllerin, ışıkla dolanıklık oluşturarak kuantum etkileri göstermeye yatkın olduklarını göstermektedir. Dikkat çekici olan şey ise bakterilerin deney süresince canlı olmasıydı.” diyor Marletto. Fenomeni daha fazla araştırabilmek adına, Marletto’nun meslektaşlarından biri olan Dr. TristanFarrow, bir çift bakteri içerisindeki belli kuantum özelliklerin arasında dolanıklık oluşturmak için bir çalışma önerdi. Başlangıçta tek bir özellikle sınırlı olmasına rağmen, Farrow çalışmanın daha ileri götürülebileceğine inanıyor. Canlı bakterilerde dolanıklık durumunu oluşturmak, bakteriler için ışınlanma uygulamasının uygulanabilirliğini değerlendirmede atılan ilk adım olduğunu söyleyen Farrow, ayrıca “Biyomoleküller gibi büyük, sıcak ve dağınık sistemlerin, canlı organizmaları boş verelim, kuantum durumlarının kayda değer süre geçerliliklerini koruyabilmeleri için uygun olmayan ortamlar olduğu düşünülüyordu. Bunun her zaman doğru olup olmadığını veya bu karmaşık moleküllerin içindeki bazı alt yapıların kuantum durumlarını bu düşmanca çevrelerden koruyup korumadığını bilmiyoruz.” diye ekledi. Bunun için pratik uygulamalar da olabilir. “Biyo-ilhamlı kuantum hesaplama, biyolojiden ilham alan yapay yapıları tersine mühendislik etmeyi amaçlayan araştırmamızın uygulamalı bir yönüdür.” diyor Farrow. “Başlıca bir örnek olarak, belirli fotosentetik moleküllerin güneş ışığından yakalanan enerjiyi taşımak için kuantum süper pozisyonları kullanma şeklinden ilham alan, ışık enerjisini aşırı verimlilikle toplayabilen sentetik bir yaprak düşünülebilir. Gröblacher canlıları içeren deneylerle de ilgilenmiştir.Halihazırda bir nitrür levhasını süperpozisyon durumuna getirmek için çalışıyor. Lazer kullanarak, yaklaşık bir milimetrelik ölçülen, zar zor görünebilen silikon nitrür zarının farklı iki genlikte süperpozisyon durumunda titreştirmek teorik olarak mümkün. Genlik, bir dalga tarafından taşınan enerji miktarıyla ilgilidir ve bozulmamış pozisyondan dalganın tepe noktasına kadar olan ölçümdür. Daha fazla güç uygularsanız tepe – dolayısıyla genlik- artar.  Gröblacher, birkaç sene içerisinde bu süperpozisyon titreşimlerini oluşturabileceklerini düşünüyor. Gröblacher, “bu ince zarlarda oluşan süperpozisyon durumu bize çıplak gözle görülebilen nesnelerin hala kuantum özellikleri gösterebileceğini anlamamızı ve uyumsuzluğu gerçekten test edebilmemizi sağlamıştır – klasik ve kuantum mekaniği arasındaki geçiş,” diyor. Daha sonra, tardigrad aldı verilen küçük canlı organizmaları silikon nitrür zarına koyup süperpozisyon durumuna sokarak deneyi genişletmeyi umuyor. Tardigradların olağanüstü yeteneklerinden biri dedehidre olarak hayatta kalabilmeleridir. Tardigradlar deney sırasında susuz kalmış durumda olacaklardı böylece biyolojileri hiç etkilenmeyecekti.Başarılı olursa Gröblacher’ın tardigradları eşzamanlı olarak iki durumda bulunabilen bir canlıyı görmeye en yakın olduğumuz sonuç olurdu – işte bu gerçek hayattaki Schrödinger ‘in kedisi.
Editör / Yazar: Kaan Berke TÜRKER
Kaynak: https://www.sciencefocus.com/science/quantum-theory-the-weird-world-of-teleportation-tardigrades-and-entanglement/

Kuantum fiziğindeki dolanıklık ve süper pozisyon özellikleri sayesinde parçacıklar aynı anda hem 1 hem de 0 değerini, hatta 1,34 gibi ara değerleri alabiliyor. Böylece kuantum bilgisayarlar gerçekten paralel çalışıyor; yani tek çekirdekle binlerce matematik işlemi yapabiliyor.

Kuantum mekaniğinin temel noktası, farklı bir gerçeklik görüşüne sahip olmasıdır. Bu görüşte bir cisim yalnızca bir tek geçmişe değil, mümkün olan tüm geçmişlere sahiptir.

Stephen W. Hawking, Kara Delikler ve Bebek Evrenler, Sayfa 46 - ALFA|Bilim


David Bohm (1917–1992) teorik fizik, felsefe, nöropsikoloji konularında çalışmış  kuantum fizikçisidir. Dünya savaşı'ndan sonra princeton university'de görev yaptı; burada Albert Einstein'la birlikte çalıştı. Bohm’a göre, kuantum mekaniği ve rölativite teorisi bölünmemiş ve tüm parçaları tek bir bütünlük içinde olan bir evren öngörmektedir.gerçekten de Bütünsellik kavramı onun fiziğe en büyük katkısının temeli haline geldi.  Bohm, nöropsikoloji alanında, kuantum-matematik ilkeleriyle ve dalga süreçleriyle uyumlu olarak, beynin bir hologram gibi işlediğini öngören "holonomik model"i ortaya koydu.Her ikisi de Yahudi olan bilim adamlarından Bohm, Kuantum teorisindeki belirsizlik ilkesine yeni bir yorum getirmiş; Einstein ise Özel ve Genel görelilik ilkesi ile fizikte yeni bir çağın başlangıcını yapmıştı.


Atomların şimdiye kadar çekilmiş en yüksek çözünürlüklü fotoğrafı. Tam olarak söylersek,  Praseodimyum Ortoskandat kristalindeki atomların 100 milyon kere yakınlaştırılmasıyla  elde edilen görüntü. Parlak noktalar atomlar. Etraflarındaki alan ise onların titreşimiyle oluşuyor.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar