BİZİ ÖLDÜREBİLİRLER BELKİ, FİKİRLERİMİZİ ASLA...
"Eşit olmayanlar arasında iki isim var. Bunlardan biri Türkler, ötekisi ise müslümanlardır. Bunlar en çok ezilen ve ayak altına alınanlardır. Hiç kimse ve hiçbir şey bunları benim yüreğimden söküp alamaz. Ne olursa olsun milletime olan bu sevgim sönmeyecek. Ancak ben öldüğümde benimle birlikte sönecek. İşte bu sevgi, beni bir yerden başka bir yere atıyor, kaderime çizgi çekiyor. Bu kader de bütün gücümü halkım için sarf edeceğim."
Böyle diyordu Türkçü-Turancı şehit Sultan Galiyev. Hayatının sonuna kadar dünyanın bütün mazlum milletleri için mücadele etti...
Sultan Galiyev, ölümünün efsaneye karıştığı 1930'lara kadar yönetimine karşı savaştığı Stalin ve cellatları tarafından Moskova Lubiyanka hapishanesinde ağır işkenceler yapıldıktan sonra kurşuna dizilip şehit edilse de Galiyev, Turan Türk Birliği ülküsü ile hala aramızda yaşamaktadır.
Galiyev’in üç büyük ideali vardı:
Birincisi, Turan-Türk Dünyasının Birliği
İkincisi, bütün Üçüncü Dünya’nın sömürülen ve ezilen mazlum halklarının birliği
Üçüncüsü ise; emperyalist kapitalizmin tahakkümünden ve sömürüsünden kurtulmuş bir insanlık.
Bu büyük ideallerin onun için adeta ilâhi bir niteliği vardı. Belki gerçekleşmezler, ama ölmezler de. Bu idealler yaşadıkça, onları paylaşanlarla birlikte Sultan Galiyev de yaşamaya devam edecektir.
"Bizi öldürebilirler belki, fikirlerimizi asla..."
Şehadetinin yıl dönümünde Şehit Mirseyid Sultan Galiyev'i saygı ve rahmetle anıyoruz.
Ruhu şad mekanı Cennet olsun
Tanrı Türk'ü korusun
Turan-Türk Birliği Kurulsun
ŞEHİT TÜRKÇÜ-TURANCI MİRSEYİT SULTANGALİYEV’İN HAYATI:
Sultangaliyev, 1892 yılında bugünkü özerk Başkurtistan sınırları içinde Sterlitamak bölgesindeki Kırmıskalı kasabasına bağlı Elimbetova köyünde dünyaya geldi. Babasının adı Haydargali (Haydar Ali), annesinin adı Aynilhayat idi. On iki kardeşi vardı. İlk eğitimini öğretmen olan babasından aldı. Herkes gibi o da gerekli dini bilgileri almıştı ve on beş yaşlarında her yönüyle tam bir milliyetçi idi.
Babasından Rusça öğrendi. Ayrıca Arapça, Osmanlıca ve Farsça hakkında da bilgiye sahiptir. Kazan’daki Tatar Pedagoji Enstitüsü’ne girer. Rus dili ve edebiyatı okur. Bu okuldayken, genç devrimcilerle ilişkisi başlar. Marksizm’in ilk temel bilgilerini bu okulda alır. Orada aynı zamanda halkın kurtuluşu için, Rus devrimci hareketleriyle de işbirliği yapmanın gerekli hatta zorunlu olduğunu düşünür.Sultan Galiyev bu okulu bitirdikten sonra (birincilikle bitirir) bir süre öğretmenlik yapar ve daha sonra Ufa Belediye Kütüphanesinde çalışmaya başlar. Buradan ayrılan Galiyev çeşitli gazetelerde çalıştıktan sonra 1915’te öğretmenlik mesleğine geri döner. Öğretmen iken “Savaşçı Tatar Sosyalist Örgütü”nü kurar. İlk eşi Ravza ise “Müslime Kurtuluş Hareketi”nin lideridir. Bir ara Bakü’de bulunan Galiyev, Azerbaycan Ulusal Hareketine katılır.
1917 Şubat Devrimi esnasında Bakü’de bulunan Sultangaliyev, Azerbaycan Türkleri lideri Neriman Nerimanov’un yanında yer almış, Müslüman Kongresi Yürütme Komitesi Sekreterliği için çağrılmış olduğu Moskova’ya gitmiş ve kongrenin bitiminden sonra Kazan’a (Tataristan) geçmiştir. Sultangaliyev Kazan’da Müslüman Sosyalist Komitesi’ne katıldı (Muskom). Bu komitenin lideri Molla Nur Vahidov’du ve ilerleyen günlerde Galiyev’e rehberlik edecekti.
Sultangaliyev, Komünist Parti hiyerarşisi içinde en yüksek dereceli Müslüman haline geldi. 1918 yılında Molla Nur Vahidov’un Kazan’ı işgal eden Çek lejyonerleri tarafından öldürülmesi Sultangaliyev’in önünün açılmasına sebep olmuştu. Fakat Vahidov’un öldürülmesi Sultangaliyev’in mücadelede yalnız kalmasına da sebep oldu. Galiyev, Komünist Parti içerisinde daha ziyade Müslümanlarla ilgili görevleri üstlenmiştir. Bunlar Merkezi Müslüman Komiserliği üyesi, Müslüman Askeri Kollegiyumu başkanı, Narkomats’ın resmi yayın organı Jizn Natsionalnostey’in editörlüğü idi. Dolayısıyla Komünist Parti içinde sağlam bir yere sahipti ve devrimde en önlerde yer almıştı. 1923’te ilk defa tutuklandığında devrime yaptığı bu hizmetler gerekçe gösterilerek serbest bırakıldı.
Sultangaliyev, 1920 yılında değişik ülkeler için komünist aydın ve yönetici yetiştirmek üzere açılan “Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi” (KUTV) rektörü ve öğretim üyesiydi. Bu dönemde Türkiye’den öğrencileri de olmuştu. Bunlardan bazıları; Şevket Süreyya (Aydemir), Nazım Hikmet ve Vala Nurettin gibi isimlerdir.
Rus Bolşeviklerin iç savaştan başarılı bir şekilde çıkmasından sonra Rus liderler arasında özellikle Lenin’in hastalanmasından sonra egemenlik mücadelesi başladı. Stalin bu mücadeleyi kazanan kişi oldu. Stalin bu mücadele sırasında Sultangaliyev’i de kendisine rakip olarak görüyordu.
Sultangaliyev, gerek bu gelişmeler gerekse Bolşeviklerin eski Rusçu politikalarına dönmeleri sonucu Türkçü-Turancı Zeki Velidi (Togan), Tursun Hocayev, Baytursunev ve daha başkaları Moskova’da gizli olarak bir toplantı yaparlar ve gizli bir örgüt kurarlar. Diğer yandan Galiyev’in Türkiye ile de temasa geçtiğini görmekteyiz. Zeki Velidi ve diğerlerinin kurduğu bu gizli teşkilatın adı “İttihat ve Terakki”dir (Türkiye’deki değil). Bu teşkilatın üç amacı vardır:
(1) Türkleri, Sovyet idaresinde stratejik yerlere getirmek.
(2) Türklerin öğrenim kurumlarında belli bir yer işgal etmelerine çalışmak.
(3) Basmacılar gibi anti Sovyet ve antikomünist milliyetçi teşkilatlarla işbirliği kurmak.
Stalin, Sultangaliyev’i Ankara’nın casusu olmakla suçlar ve 4 Mayıs 1923’te tutuklanır. Ancak 19 Haziran 1923’te serbest bırakılır...
Daha sonra Galiyev defalarca tutuklanır. Her tutuklu bulunduğu süre içinde kendisine akla hayale gelmeyecek işkenceler yapılır. 9 Aralık 1928’de tutuklanır. İki yıldan fazla sorgusu sürer ve binlerce sayfa ifadesi alınır. İdama mahkûm edilir ve on yıllığına Sibirya’daki çalışma kampına gönderilir. İzleyicilerini tespit etmek için 1934’te şartlı tahliye edilerek Saratov’da zorunlu ikamet ettirilir. 1937’de yeniden tutuklanır ve Kazan’a getirilir. Hakkında siyasi linç kampanyaları düzenlenir. 8 Aralık 1939’da SSCB Yüksek Mahkemesi Askeri Kurulu’nun kurşunlanarak idam edilmesi ve kişisel mallarının müsaderesi kararı verilir. Nihayet, 28 Ocak 1940 sabahında Lefort Hapishanesinde, Stalin’in emriyle gelen istihbarat örgütü KGB şefi Beria tarafından işkence edildikten sonra vurularak öldürülür.
Mirseyit Sultangaliyev’in ikinci eşi Fatıma, 1937 yılı sonlarında bir gece yarısı alınıp götürülür ve bir daha kendisinden haber alınamaz. Oğlu Murat 19 yaşındayken, askere gitmek üzereyken Arça civarındaki ruh hastalıkları hastanesine götürülür ve bir daha buradan çıkamaz. Kızı Gülnar, 1949 yılında Lubyanka’ya çağrılarak, Krasnoyarskiy taraflarına, (kocasının bütün engelleme çabalarına rağmen) sürgüne gönderilir ve bir gardiyanın tecavüz etmesi sonucu bunalıma girerek kendini asar. İlk eşi Ravza’dan olan kızı Reşide de rahat bırakılmaz. Onu da kocası ve çocuklarından ayırarak 1948’de Sibirya’ya sürerler. Altı yıldan fazla ormanda ağaç keser. Stalin’in ölümünden sonra geri döner. Döndüğünde kocası tekrar evlenmiş ve bir oğlu da feci şekilde ölmüştür. O da ikinci oğlunu arayıp bulur ve onunla teselli bularak 1975 yılına kadar hayatını sürdürür.
Kız kardeşi Züleyha Haydargaliyeva 26 Şubat 1990’da yazdığı bir mektupta şunları dile getirmektedir : “... ben ağabeyime 1935 yılında Saratov’a para göndermiştim, çünkü o zaman ağabeyim ciğerlerinden rahatsızdı ve tedavi olmak için sanatoryuma gidecekti, hapishaneden yeni çıktığı için parası yoktu. Beni sorguya çektiklerinin ikinci günü çalıştığım işten çıkardılar. Ben iki çocuğum ile işsiz, parasız, ekmeksiz ortada kaldım. O zaman ben Ufa’daydım. Ondan sonraki günler benim için çok feci oldu. Kendi uzmanlık alanımda hiçbir işe almadılar...” Sadece Sultan Galiyev değil, birçok akrabası ve benzer görüşü paylaşanlar da yok edilmiş, sindirilmiştir.
Aşağıdaki ifadeler Sultangaliyev’in “Görüşlerim*” başlıklı makalesinden alınmıştır:
(*İlk kez 1929 yılında yayınlanan “Görüşlerim”, KGB Arşivi’nin 4. numaralı sandığında, 2 numaralı cildin 1 numaralı listesinde ortaya çıkmış ve Tataristan’da 1995 yılında ikinci kez basılmıştır. Halit Kakınç tarafından Türkçeleştirmiş ve yayımlanmıştır.)
“Yerkürenin halkları arasında sosyal ve hukuksal ilişkilerin analizi, bir hususu ortaya koymaktadır: Çağdaş insanlığı oluşturan milletler, sayı, sosyal ve hukuksal açılardan eşit olmayan iki düşman kampa bölünmüş durumdadır. Bu kamplardan birisinde, insanlığın yalnızca yüzde 20 ile yüzde 30’unu oluşturan ve tüm yerküreyi, altında ve üzerindeki var olan her türlü ölü ve canlı zenginlikleri ile birlikte ele geçirmiş olan halklar bulunmaktadır. Diğerinde ise insanlığın beşte dördünü oluşturan ve birinci kampa mensup bulunan halkların, diğer bir deyişle ‘efendi’ halkların ekonomik, siyasal ve kültürel tahakkümü ve köleliği altında inleyen halklar yer almaktadır.”
”Efendilerin kendi medeni dillerinde ‘uygar’ olarak adlandırılan ve birinci kampa mensup olan halklar, insanlığın kölelikten, cehaletten ve sefaletten kurtarılması ile görevlendirilmişler... İkinci gruba mensup olan halklar ise onların dillerinde ‘vahşi’, ‘yerli’ ve bu tür ibarelerle tanımlanmakta olup, birincilerin ‘bilimsel’ görüşlerine göre; “Efendi halkların çıkarlarına hizmet etmek için yaratılmışlar!” Yerliler ve vahşiler ise kendi kelime bagajlarının yoksulluğu veya bilim yoksunlukları yüzünden ‘medeni’ halkları tanımlayabilmek için özel terimler üretememişler ve bunları yalnızca ‘köpekler’, ‘eşkıyalar’, ‘cellâtlar’ veya benzer yakışıksız ve anlaşılmaz sıfatlar kullanarak tanımlama yoluna gitmişler.”
”Avrupa ve Amerika’nın ‘medeni’ halkları, ki yerkürenin diğer kısımlarına da yayılmakta ve genel olarak ‘Batı Halkları’ diye adlandırılmaktalar, birinci kategoriye aittirler. Asya, Afrika halkları ile Avrupalılarca sömürgeleştirilmiş olan Avustralya ve Amerika’nın yerli halkları da ikinci kategoriye girmektedirler.”
”Bu iki grup arasındaki ilişkileri irdeleyerek şu noktayı tespit etmiş bulunuyoruz: Batı halklarının, sömürge veya yarı sömürge halkları ile ilişkileri, tam bir kölelik ilişkileri niteliğindedir.”
”Batılı halkların teknolojik ve kültürel gelişmelerini etkileyen birtakım tarihsel ve doğal coğrafya koşulları, dünyanın değişik bölgelerinde bulunan halklar arasında ekonomik ve kültürel ilişki araçlarının, diğer bir deyişle uluslararası ulaşım yollarının ve askeri stratejik mıntıkaların, bu halkların eline geçmesini sağlamıştır. Bu durum, Batı-Doğu medeniyetlerine mensup bulunan halklar arasındaki uluslararası siyasi ve ekonomik ilişkilerde tüm inisiyatifin onların ellerinde birikmesi için zemin oluşturmuştur.”
“Avrupa’nın teknolojisi ve kültürü, tarihin belli bir aşamasındaki varoluş mücadelesi sırasında, söz konusu aşamada, onların üzerine çökmüş bulunan ve zamanının dünya efendileri olan Müslüman Asya ve Afrika halklarının teknoloji ve kültürüne kıyasla, daha güçlü bir direnç ve rasyonalizm sergilemiştir ki, bu da onların diğerlerini ezmelerini ve gereken üslerin işgal edilmesinden sonra, etkilerini Asya ve Afrika kıtalarına yaymalarını sağlamıştır.”
”Dünya ticaret yolları, pazarlar ve hammadde kaynakları, küçük istisnalar dışında, Batı halklarının ellerine geçmiştir. Batı halkları, kendi ulusal kölelik sistemlerini, ki feodalizm dönemindeki toprak köleliği sistemi aslında köle ekonomisi olduğu gibi kapitalizm döneminde de sınıf baskısı bir tür kölelikten, insanın insan tarafından fakat bu sefer farklı bir biçimde istismarından başka bir şey değildir, Siyah ve sarı kıtalardaki kendi sömürgelerine de taşımış ve bu kölelik sistemine uluslararası bir nitelik kazandırmışlardır. Böylece, bu kıtaların halkları, fiiliyatta, kendi ülkelerinin zenginlikleri üzerinde mülkiyet hakları olmayan ve ‘medeni’ efendilerinin (metropolya halklarının) refahları için çalışan birer köle durumuna gelmişlerdir.”
Sultangaliyev, aynı makalenin Türkiye ile ilgili pasajlarında ise şunları yazmaktadır:
“Türkiye: Bu ülkede olup bitenler, çilekeş Türk Ulusu’nun en azılı düşmanlarınca dahi yakından bilinmektedir. Bu ülkede yeni baştan sağlıklı bir ulusal canlanma süreci yaşanmaktadır. Bu sürece inanmayanlar veya kuşku ile bakanlar, sonuçlarını kendi içlerinde denemiş oldular. Türkiye’nin ulusal kalkınmasına gönül vermiş olan Türk işçi ve köylülerinin, ilerici Türk aydınlarının süngüleri, gereken kişilere gereken dersleri vererek nasıl düşünmek gerektiğini öğrettiler. Eğer, 400 yıl önce Rus Çarları, Kazan’ı, Kuzey Türklüğü’nün bu kalesini düşürmeyi ve yalnız Tatar savaşçılarının cesetleri üzerinden geçerek Doğu’ya doğru ilerlemeyi başarmışlarsa, bugün için de Batı Avrupalı emperyalistler yine Doğu’ya doğru kendilerine yol açabilmek için Güney Türkleri -Osmanlıları- yenmek zorundalar. Batılı halkların Doğuya yayılmaları öncesinde, Türkiye, onların çılgınca saldırılarına maruz kalmadı mı?.. Batılı halklar, Asya ve Afrika’daki durumu gerçek anlamda kontrol altına alabilmek için Türk-Osmanlı savaşçılarının cesetlerinin üzerinden geçmek zorundalar... Türkleri zayıflatmak; Balkanlar’ı, Mısır’ı, Arabistan’ı, Mezopotamya’yı Türklerin ellerinden almak için Avrupa yüzyıllar boyunca mücadele vermek zorunda kaldı. Avrupalı hükümdarlara Türkiye’yi sindirmek kısmet olamadı. Olamayacaktır da... Türkiye yaşıyor ve yaşayacaktır. Türkiye, yalnızca kendisi yaşamakla yetinmeyecek ve Avrupa tarafından zorla kopartılmış olan kendi eski parçalarına ve geri kalan tüm Ortadoğu’ya da hayat verecektir.”
Araştırma ve Derleme: Fatih Mehmet Yiğit
Yorumlar
Yorum Gönder